Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Savaşı Almanlar kaybettiği için bizim de kaybetmiş sayılmamız gibi Türkiye’nin kendi kendine yeten yedi ülkeden biri olduğu da yıllarca milli eğitimin bize dayattığı, zamanla geyik muhabbetine dönüşen bir ezberdi. O yedi ülkenin hiçbir zaman hangileri olduğunu öğrenemedik, “kendi kendine yetme”den tam olarak neyin kastedildiğini de. Üzerinde uzlaşılan ortak yorum bir tarım ülkesi olduğumuzdu.

        Kendi kendine yetmenin küçümsenmesi liberal ideologların en önemli etkisiydi ülke üzerinde. Daha 80’li yıllardaki TRT açık oturumlarına çıkmaya başlayan bu bilirkişiler, uzmanlar, profesörler, köşe yazarları tarımı, çiftçiyi, toprağa dayalı üretimi küçümsediler. Onlara göre Türkiye her şeyini ithal etmeliydi; dışarıdan satın almak kendi kendimize yetiştirmekten daha ucuza mal olacaktı.

        KÖYLÜ KENDİNDEN UTANDI

        Üçüncü dünya ülkelerine çöp yiyecekleri parlak ambalajlarla satan dünya gıda devlerinin de işine gelen buydu. Böylece Türkiye zamanla hayvancılıktan da vazgeçti, çiftçilikten de. Hiçbir ekonomik dönüşüm kültürel altyapısı hazırlanmadan başarılı olamayacağından köylülük, çiftçilik de küçümsendi, utanılacak kimliklere dönüştürüldü. Köylü de üretimi bitirdi, şehre yerleşme hayali kurdu, başka işler edinmeye başladı. Oto galeride çalışmanın çiftçi olmaktan daha prestijli olduğu yalanına inandı, kendinden utandırıldı.

        Fransız köylüsü büyük şehre taşınma hayali kurmuyor oysa, ailesinin peynir-şarap yapma geleneğini kuşaklar sürdürüyor. Türk liberali ise yurtdışında içtiği şaraplara hayran kalırken benzer bir modeli birçok zenginliği bulunan Anadolu’dan esirgedi.

        Her şehre üniversiteler kurulması gibi yanlış politikalar dayatıldı bize. Ortaya çıkan uyduruk apartman üniversiteleri kendilerini eğitim kadrolarıyla değil Ajda Pekkan konseriyle pazarladılar zaten. Bu eğitim şişkinliğine hangi akademik kadro dayanır? Akşam televizyonu açtığınızda tartışma programlarında yalan-yanlış analiz sunan ikinci-üçüncü sınıf akademisyenler bu çarpık sistemin ürünü. Köylerinde kalsalar ülkeye daha fazla katkı sağlayacaklardı oysa. Sağlıklı bir üretim ekonomisine sahip toplumlarda herkesin üniversite mezunu olması gerekmiyor, birilerinin de ekim yapması, tarlaları sürmesi ve başka ihtiyaçları gidermeleri şart.

        Şimdi yaşanan ekonomik krizde aklıselim uzun vadeli çözüm önerisi olarak üretim ekonomisine dönmeyi dayatıyor. Dışa bağımlılığı azaltıp ülkenin kendi ekonomisini güçlendirmesi bütün kurtuluş reçetelerinin ilk maddesi. İşte dönüp dolaşıp dalga geçtiğimiz “kendi kendine yeten ülke” modeline geri döndük.

        Yaklaşan tehlike ve öze dönüşün kaçınılmaz olduğu aslında hükümet kanadında önceden fark edilmişti. Tarım seksi bir konu olmadığı için dikkat çekmiyor belki ama geçen sene eylül ayında tarım bakanı Ahmet Fakıbaba hedefi tarımda ihracatçı ülke olarak koymuş, Türkiye’nin et ithalatından da vazgeçeceğini söylemişti.

        LİBERAL İDEOLOJİNİN ÇÖKÜŞÜ

        Bu değişim sayıları az ama etkinlikleri fazla, yanlış analizleriyle en az 30 sene Türkiye’yi yanıltmış liberal ideolojinin de yenilgisi demek.

        Türk liberallerinin bugüne kadar iki tezi vardı ve inatla uygulanması için bastırdılar, sonunda da bir süre dediklerini yaptırdılar. Biri, Batı’da gördükleri sivil toplumculuğu Türkiye’ye uyarlamak, radikal unsurlara (FETÖ ve PKK gibi terör örgütlerine) sivil toplum kuruluşu muamelesi yapıp muhatap almaktı. Zaten zayıf bir dayanağı olan bu yanılsama 15 Temmuz’da son buldu: Sivil toplum dedikleri tarikatlar darbeci çıktı.

        Şimdi liberal yenilginin ikinci ve son ayağıyla karşı karşıyayız: Türkiye’ye önerdikleri ekonomik model de çöktü. 1994 ve 2001’de Türk ekonomisinin ne kadar kırılgan olduğu belliydi ama o dönemden bu zamana gerekli tedbirler alınmadığı, liberallerin laflarına kulak asıldı.

        Kuşkusuz sancılı olacak, tıpkı 15 Temmuz sonrası olduğu gibi. Bu süreçlerden geçmek ülkelerin ayağa kalkması ve bir daha aynı hataları yapmaması için kaçınılmaz.

        * * *

        Ahmet Hakan ne anlar pizzadan?

        Geçenlerde yeni açılan bir lokantayı övüyor köşesinde Ahmet Hakan. Böyle Hıncal Uluç tarzı yaşam tarzı guruluğuna oynadığında da ister istemez kendine güldürüyor, çünkü bir türlü üzerine tam oturmuyor, bu elbise.

        Övdüğü lokantadaki pizzadan bahsediyor… "Aynı Roma’daki gibi" diyor… Sırf bu cümle bile ciddiye alınmaması için yeter.

        Roma’daki hangi pizzadan? İtalyanlar kendi yerel mutfaklarına sahip çıkma konusunda çok muhafazakarlar ve her bölgenin kendine özgü bir mutfağı var. Roma da bir pizza şehri değil; evet, kendine özgü dilimle satılan bir pizzası var ama bu kare dilimler bizim anladığımız pizza değil. Ayrıca Roma’da pizza bulmak da çok kolay değil.

        Ahmet Hakan “Aynı Napoli’deki gibi” dese anlarım… Ama zaten bu farkı bilmediği için komik.

        Ne yalan söyleyeyim, Ahmet Hakan’dan restoran tavsiyesi almak Kemal Kılıçdaroğlu’na siyasi akıl danışmak gibi. Ama işte Türkiye, biri bilmeden İtalyan lokantası öneriyor diğeri de ana muhalefet partisinin başında.

        * * *

        Apple’ın kölesiyim

        Elimde değil, bütün hayatımı çaktırmadan ele geçirdiler. Bilgisayarım, telefonum, takvimim, dosyalarım falan hepsi Apple’ın bulutunda birbirine bağlı, bütün sistem entegre ve vazgeçmem neredeyse imkansız. Uzun uğraşlar vermem gerekiyor…

        Dahası, milliyetçi duygularla iPhone’u bırakıp Samsung’a geçmekle de olmuyor ki… Apple OLED ekranlarını Samsung’dan temin ediyor zaten. Samsung’un da işletim sistemi Android’i bir Amerikan firması olan Alphabet üretiyor. Dahası iki firma da telefonları titreştirmek için Kongo’nun yeraltını kaynaklarını sömürüyorlar.

        Kısacası her şekilde ABD kazanıyor.

        O bir trilyon dolara nasıl ulaşılır yoksa?

        Diğer Yazılar