Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Fazıl Say’la Paris’te bir konserinden önce tanıştım. Arkadaşlarım aylar öncesinden bilet almış, şehrin tarihi bir salonunda verilecek konser tıklım tıklım dolmuştu. Ertesi günü Say’la şehrin buz gibi sokaklarda yürürken karşı kaldırıma geçmek için durduğumuzda gözüme bir gazete bayiindeki dergi kapağı ilişti.

        “Bir dakika,” dedim, “bu sen değil misin?”

        “Hmm evet,” deyip geçiştirdi.

        İnsan parayla birini tutup geçeceğimiz rotaya kendi kapağının olduğu bir dergiyi yerleştirse bu kadar tutturamaz. O an anladım, “dünyaca ünlü piyanist” Fazıl Say bir medya balonu, bir yalan, Türk’ün Türk’e propagandası değil. Öyle böyle değil, kendi alanında bir rock yıldızı o.

        Bir süre sonra onu tamamen tesadüfen aynı anda bulunduğumuz bir zaman Tokyo’da da canlı izledim. Tamamı Japon izleyicilerden oluşan salonda 15 dakika ayakta alkışlandı; abartmıyorum. Kaç kere bis yaptığını hatırlamıyorum. New York’ta Metropolitan’da da durum farklı değildi, Antalya’daki bir zamanların o muazzam organizasyonu Piyano Festivali’nde de.

        İSTESE YURTDIŞINDA YAŞARDI

        Yılın 250 gününü otel odalarında geçiren, aylarca yabancı bir ülkede turneye çıkan, bütün ömrünü müziğe adamış biri Fazıl Say. Aynı zamanda muazzam bir üretkenlikle sadece yorumculuk da yapmıyor, beste üretiyor.

        Kimi klasik müzikseverler besteciliğe çok fazla yoğunlaştığı için yorumculuğu hafife aldığı eleştirisini getiriyor; bilemem, bu konunun uzmanı değilim.

        Ama bildiğim Fazıl Say’ın bütün uluslararası şöhretine, ona kapıyı açacak onlarca ülke olmasına, hayatının çoğu başka ülkelerde geçmesine rağmen Türkiye’yi sevdiği, Türkiye’den vazgeçmediği. Sonuçta hepimiz gibi onun da ülkesi Türkiye ve hepimiz gibi onun da kızsa, bazen kavga etse de başka bir ana vatanı yok. İstese şimdi Tokyo ya da Luzern gibi bir yerde çok huzurlu, üstelik çok paralı bir hayat yaşıyor olurdu.

        Bütün yaratıcı insanlar gibi Fazıl Say da huzursuz bir karakter elbette. Sürekli bir şeylerle mücadele ediyor, kavga ediyor gibi bir hali var ama üretkenliğin bir sihirli malzemesi de bu. O da hepimiz gibi ana vatanımız daha yaşanabilir bir ülke olsun, hep beraber daha yukarılara çıkaralım istiyor. Sanatçının topluma karşı doğal bir görevi bu aynı zamanda.

        Ancak Say’ın ülkeyle ilgili hoşnutsuzluğunun, sürekli bir mücadele içindeymiş gibi görünmesinin nedeni kavgadan beslenmesi değil, mükemmeliyetçi oluşu. Belki de ulaşılması imkansız bir mertebenin peşinde. Hayat da, ülke de tıpkı piyano tuşlarındaki gibi kusursuz olsun istiyor.

        Tam da bu yüzden kavgası hiç bitmeyecek, bir kere kendi içinde, hep daha iyi olmak için sürdürdüğü kavgası da bitmeyecek.

        Ve yine tam da bu yüzden Cumhurbaşkanı Erdoğan’la da yine kavga edecek.

        Bunu Erdoğan da bilmiyor mu zannediyorsunuz?

        KÜÇÜK AMA ÖNEMLİ BİR ADIM

        Ama gerçek konserine davet etmesine, Erdoğan’ın da bu konsere katılmasına engel değil.

        Hafta sonundan beri Fazıl Say’a yönelik laik mahalleden gelen saldırılardan utanıyorum. Bu karşılıklı jest ne sosyal medyadaki yarım akıllı içi boş muhaliflerin Say'ı linçini meşru kılar, ne de Erdoğan’ın “oy avcılığı” yaptığı gibi çocuksu bir açıklamaya anlaşılabilir.

        Fazıl Say’ın ve pek çoğumuzun hayalindeki o kusursuzluk için birbiriyle entelektüel çatışma içindeki figürlerin yer yer bir arayagelmesi, birbirleriyle hiçbir konuda uzlaşmasalar bile en azından asgari medeniyette buluşmaları önemli bir aşama. Dünyanın bütün ileri demokrasilerinde rejim muhalifi sanatçılar rejim korucuyla çatışır, ama sonunda “Sartre Fransa’dır” sözü medeniyet ölçüsünü belirler. Niye bu konseri bu mertebeye ulaşma yolunda bir ilerleme olarak yorumlamıyoruz?

        Sonuçta Fazıl Say bir Hülya Koçyiğit değil; bir beklentisi yok. Aynı şekilde Erdoğan da bir konsere giderek İzmir belediyesini kazanamayacağını bilecek kadar usta bir siyasetçi.

        Ancak bir yandan da Türkiye’de hem iktidar hem de muhalefet cenahında çatışmadan, kutuplaşmadan ve gerginlikten beslenenler makul insanları bastırmaya başladı. Bu tehlikeli süreç ne yazık ki toplumsal söyleme egemen oldukça aklıselim yok oluyor, özellikle sosyal medyanın kolaycılığıyla aşırı uçların sesi çok gür çıkmaya başlıyor. Birkaç güne kalmaz kendi mahallesinden Erdoğan’ı da bu konsere gittiği için çaktırmadan eleştirenler çıkacaktır, görürsünüz.

        Halbuki yitirdiğimiz makulü ancak böyle adımlarla yeniden bulabiliriz.

        Hem ilk kez halk oyuyla seçilmiş muhafazakar bir Cumhurbaşkanı’nın klasik müzik konserine gitmesinden daha güzel ne olabilir?

        İşin özeti Fazıl Say elini uzattı, o el de karşılığını buldu. Uzun zamandan beri ilk kez umutlandım.

        REKLAM

        ***

        Bu konserle ilgili tek bir eleştirim var

        Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekibinin konser salonunda protokole göre oturtuldukları ön sıra çok büyük bir yanlış. Zira kısıtlı klasik müzik konseri bilgime (ve bilenlerden duyduğuma) dayanarak söyleyebilirim ki en ön sıra akustik olarak en kötü yer. Fazıl Say’ın kendisi de beni davet ettiğinde sahneye makul bir uzaklıktan, sesin en güzel duyulabileceği yere oturtmuştu.

        İnternet’te klasik müzik konserlerinin sahneden, en önden ve orta sıralardan nasıl duyulduğuna dair bir dolu video var. Hiç bu işlerden anlamayan bile fark eder. Orkestralı konserlerde en kötü ses sahnede mesela.

        Erdoğan ilk kez Fazıl Say konserine gitmişken keşke sesin en güzel geldiği yerden dinleseydi.

        Bu hatanın bir dahaki sefere telafi edileceğini umut ediyorum.

        Bir dahaki seferin olacağını da…

        Diğer Yazılar