Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Onun asla yaslanmayacağı, yaşlılığı kabullenip sıradan insanlar gibi bu hayata veda etmeyeceği belliydi. Hayatı boyunca “overdose” bir karakterdi, hepimizden daha açık sözlü ve cesurdu. Ama bu “overdose” karakterin altında küçük, sevilmeyi isteyen, yalnızlığını ancak hayatını kalabalıklara açarak giderebilen çok ama çok kırılgan bir ruh vardı. Yaşarken günlüklerini, okurlarla yazışmalarını yayımlaması bundandı.

        Erken ölmese hikayesi eksik kalırdı. Böyle hepimizi sarsacak bir ölüm yakışırdı ona; hepimizi şoke edecek, aynı anda mahvedecek, yaşarken kıymetini bilmediğimiz niceleri gibi belki sonradan hatırlayacağımız. Kim bilir, belki şimdi 18 yaşında bir genç ilk kez adını burada duyacak ve kitaplarını okuyacak. Sonra arkadaşlarına söyleyecek, sonra onlar başkalarına… Belki bir 10 yıl sonra Burroughs falan gibi, hep olmak istediği karakterlerden biri gibi anılacak.

        küçük İskender’le yolum 90’ların sonunda kesişti ilk kez. Aynı dönemde Öküz’de yazılarımız çıktı, kavga da ettik. Çeşitli vesilelerle onunla söyleşiler yaptım. Bunlardan kuşkusuz en çarpıcısı zamanında Express ekibinin çıkardığı Meşin Yuvarlak özel sayısı için yaptığımdı. Futbol ve eşcinsellik konusunda saatlerce konuşmuştuk, konuştukça o metaforları ve dozu artırmıştı. Röveşatanın bacak omza hareketini andırdığını, futbolcuların gol sevinci sonrası birbirlerinin üzerine atlamalarından ne kadar etkilendiğini, onları gördükçe en altlarında olmak istediğini anlatmıştı. Elimin altında o söyleşiyi bulamadım, belki de bulamamak daha iyi oldu. Çünkü 2000’lerin başında bütün müstehcenliğiyle yapıp yayımladığım, Hürriyet’in bile alıntıladığı bu kült söyleşi bugüne ne kadar uyardı bilmiyorum.

        Bugün o gün konuştuklarımıza baktığımda nelerin değiştiğini, yolda neleri kaybettiğimizi daha iyi görüyorum. Belki o yüzden havlu attı, çoktandır görünmez oldu ve hastalığa teslim oldu. Hiçbir kanser nedensiz değil, eminim buna.

        Her şeye savaş açan, her tabuya saldıran, Allen Ginsberg’in “Amerika” şiirini “Türkiye” diye yorumlayan bu büyük şairle sadece futbol üzerine konuşmadım. Ölüm, okurlarıyla ilişkileri, kitapları üzerine de uzun uzun söyleştik. “küçük iskender-full text.doc” diye bir dosya var mesela bilgisayarımda. Henüz “docx”e geçmediğimiz yıllardan kalmış.

        Bir başka dosyada eşcinsel cinayetleri üzerine yaptığım bir söyleşide anlattığı ve bugün bile okuduğumda kanımı donduran tespitleri yer alıyor. Bu söyleşiyi o zaman yayımlamamıştık, türlü çekincelerimiz hala geçerli.

        “Yeni başlayanlar için küçük İskender” tadında yıllar içindeki sohbetlerimizden birkaç kesit paylaşmak istiyorum bugün. Dedim ya, ben suya atayım da belki biri duyar.

        küçük İskender
        küçük İskender

        OKURUMLA ORTAK DİLİMİZ BASKICI OLAN HER ŞEYİ YOK SAYMAK

        Okurla nasıl ilişkiniz, neden onları hayatınızın bu kadar içine sokuyorsunuz?

        Onları kendi hayatıma sokmuyorum, zaten giriyorlar. Benim okurlarım kitapçıdan kitap alıp, yazarına götürüp imzalatan, karşılaştıkları eleştiriler doğrultusunda o kitaba yönelen bir kesim değil. Biz bir klanız, bir otonomuz. Bu otonom içinde herkesin kendine has bir çizgisi var. Dün gelen mail’de ‘Sen şiirin tanrısıysan, ben de şiire inen peygamberim,’ diyordu. Kol kola girmiş, post-modern bir halay çekiyoruz. Ölümüne bir hayal bu. Kimsenin elinde de mendil yok; halayın başını kimse çekmiyor. Ben yazıyorum onlar okuyor, onlar yazıyor ben okuyor…

        Bu klan nasıl oluştu, hatırlıyor musunuz? Genişleyerek büyüyen bir şey mi?

        Genişleyerek daralan bir şey aslında. Safları sıklaştırmak gibi. Birbirine ihtiyacı olan insanların gitgide birbirine yakınlaşması… Bir anlamda karşılıklı dürüstlükle ilgili bir kavram bu. Okur, arkadaşlarım ya da lağım fareleri diyebileceğim o insanlar benim dürüst olduğumu anladılar. Bana eşcinsel deyip, başkalarına i.ne demeyi tercih ettiler. Çünkü i.nelik beyinde başlar. Oysa eşcinsellik bir yaşam biçimidir. Bu konumdaki şairlerden en büyük farkımın bu olduğunu söylediler.

        Bu klan dediğiniz insanlar homojen mi? Hepsi eşcinsel değil herhalde…

        Aslında homojen değil. Benim arkadaşlarımın büyük bir çoğunluğu düzcinsel. Çünkü ben bir sığınakta yaşamıyorum. Bir deprem beklemiyorum ki… Gidip de bir tek eşcinsel arkadaşlarıma sığınmış durumda değilim. Onların da bana sığınma gereği yok. Çünkü bizim topluma ya da hayata karşı sorumluluğumuz sadece birey olarak var. Yoksa bir kabahatimiz, suçumuz yok. Saklanmamıza gerek yok. Aşk bir saklanma biçimi değildir. Aşk bir surata tükürme biçimidir. Ama sevgiliye tükürmek değildir. Var olan bütün kurumsal yapılara tükürmektir. Ve bunu da ağlayarak yapabilmektir.

        Sizi birleştiren nedir?

        Biz bedenimizden utanmıyoruz. Düşündüğümüz şeylerden de. Ahlakçı değiliz ama etiğimiz var. Müziğin her türlüsünü seviyorum ve hayatta kalmayı bir eğlenme ve paylaşım olarak görüyoruz. Buna karşı çıkacak olan bütün baskıcı sistemi –devlet dahil– yok sayıyoruz. Bu ortak dildir.

        Bu çocuklar bir yandan da okullara giden, aileleriyle oturan, harçlık alan insanlar değil mi?

        Hayır, değil. Benim paylaşımda bulunduğum okul kitlesi genellikle üniversite. Ama ailelerinin “Bu çocuk rahatsızlandı, akıl hastanesine yatıralım” dediği insanlarla arkadaşlık ediyorum. Çünkü onlar deli falan değil. Güzel şeyler düşünüyorlar fakat aile o kadar sistemin içinde ki, çocuklarının aykırı olduğunu düşünüyor. Oysa aykırı değiller.

        Ölmek isteyen insanlar mı?

        Hiçbiri ölmeyi istemiyor. Ama öldürülmekten ve ölüme itilmekten çok korkuyorlar.

        ÖLÜMDEN BAHSETMEZSEK ÖLÜM BİZİ ÇEKECEK

        Sizin de ölmenizi istemiyorlar belli ki: Bir okurunuz “Ölme ve yaz, bizi ayakta tutan şey bu” yazmış… Sizi ölümle içiçeymiş gibi göstermek medyanın marifeti miydi?

        Biraz öyle. Hakikaten medya beni ölümle ikiz kıldı. Tuğrul Tanyol bir gün bana “Dikkat et, şairler gençken ölüm şiirleri yazar, çünkü ölümün ne olduğunu fark etmezler” demişti. Çok doğru bir şey. Ben ölümün de hayatın içinde bir parça olduğunu görüyorum. O puzzle’ın içinde hayatıma eklenecek ve görüntümü tamamlayacak olan bir kavram. Tıpkı aşk gibi, seks gibi, mücadele gibi… Var olma biçimi. Ölümden bahsetmezsek ölüm bizi her zaman çekecek ama. O yüzden ölümden de bahsedelim. Ölümün bir gerçek olduğunu anlayalım.

        Herhangi bir sanat eseri insanı ölüme sürükleyebilir mi?

        Eğer hoşlandığınız insanı ya da bir politik görüşü fetiş haline getirirseniz o fetiş bir zaman sonra sizi yok etmeye başlar. Bu noktada bir sanat eseri de gitgide bir fetişe dönüşüyorsa –ki çok yüksek bir ihtimal– ölüm riski daima taşırsınız. Çünkü bu araba tutkusuna benzer. Bir insanı sevmek, bir şeye inanarak mücadele etmek de… Bir gaz pedalı vardır, ne kadar süratli basarsanız, ne kadar dengenizi kaybederseniz, o araba da dengesini kaybeder ve birlikte yok olursunuz. Aşk da böyledir. Kendini yok etmek değildir; yok olurken bir şeyleri de yok edebilmektir aşk. Bir insan da bir sanat eseridir ve ona aşkla bağlıysam beni yok eder.

        Size atfedilen etiketlere ne diyorsunuz; underground, marjinal, hırçın gibi…

        Benim hiç öyle bir kaygım yok ki, ben düşündüklerimi bir çocuk edasıyla çok rahat ifade eden biriyim. Aşık olursam yazıyorum, olmadan yazıyorum. Derdimi ifade ediyorum ve sıkıntım neyse bunu bir üçkağıda bağlamıyorum. İçten pazarlıklı olursam, yazdığım şiiri niçin düşünmeye başlarsam tiraj kaygısı taşımaya başlarım. Ben tiraj değil, o insanları kaybetmeme kaygısı taşıyorum. Hayatta kalmaya çalışıyoruz. Kan grubumuz birbirimize uyuyor ki hayattayız. Benim dünyaya yayılmış benzerlerimin çoğu öldü, gitti. Biz hayattayız.

        Peki, muazzam boyuta ulaşmış bu sistem içinde kolay bastırılacak, kuru bir gürültü, cızırtı olarak algılanamaz mısınız?

        Sistem beni şu anda yok sayabilir, yok da edebilir. Ama tarihin beni yok edemeyeceğini en azından şu güne kadar yazdığım kitaplarla ve aldığım tirajla, arkadaşlarımla kanıtladık. Hiçbir zaman yok sayamayacağım. Bir cızırtı da olsam, bir parazit kalacağım. Böcek anlamında bir parazit. Kente yerleşmiş böcekler gibi rahatsız etmeyi sürdüreceğiz.

        25 ya da 50 yıl sonraki okurunuzu düşünüyor musunuz?

        Ben 500 yıl daha okunurum. Çünkü bu ülkedeki koşullar ve dünyadaki acılar değişmediği sürece 500 yıl daha okunurum. Biz hâlâ Shakespeare’i sevebiliyorsak, beni de seveceklerine inanıyorum. O yüzden yeni baskılarda güncelliğini yitirmiş ya da benim gençliğimden kaynaklanan birtakım rahatsızlıkları telafi etmeye çalışıyorum.

        Çok para kazanmak, çok satmak istemiyor musunuz?

        Tek bir nedenle çok para kazanmak istedim. Andy Warhol’un Fabrika’sı her zaman benim hayatımdaki en büyük ideallerden biriydi. Bütün sıkıntıda olan gençleri, sanat yolunda ürünler sergilemek isteyenleri kocaman, hangar gibi bir yere toplamak ve orada inanılmaz güzel bir dünya yaratmak isterdim. Parti de verirdim, futbol maçı da yapmak isterdim. O yüzden zengin olmayı istemiştim, ama benim zenginliğim sanırım sözcükler oldu. Sözcüklerimin kıymetini biliyorum.

        Sertab Erener için yazdığınız “Yara” şarkısının sözlerinde sanki aşkını kadına anlatan bir gay’i anlatıyorsunuz: “Bir masalın sonunda, ölüme aşkını anlatan bir kadın olur bu defa…”

        Çünkü aşkını kaybetmek istemiyorsan, ölümle de yüz yüze geldiysen o pasif tavrı almak zorundasın. Alttan almak zorundasın. O tavırdı ‘Yara.’ Ben istiyorum ki kötü anılayım. Çünkü bir yara var bu toplumda. Ben onun üstündeki kabuğum. Güzel bir şey değildir kabuk, baktıkça mide bulandırır. Bir gün düşeceğim. Ama iz bırakıp düşeceğim.

        Mutlu aşklar, iyi anılmak, küçük bir hayat istemez misiniz?

        Mutluluk tabii ki isterim, ama medya benim sadece eşcinsel olmam ya da Satanist hikayeleriyle ilgilendi. Ama geçen sene ben Avrupa’nın yaşayan en önemli 10 şairinden bir seçildim. Bunu hiç kimse yazmadı. Benim kitaplarım beş-altı baskı arasında oynuyor. Ve hiçbir reklamı yapılmadı. Şu anda fenomene dönüşmüş durumdayım. Hakkımda tez yazılıyor. Bunları anlatmak istemiyorum, çünkü medyanın önünde değil arkasında olmak istiyorum. Ben hayatta kalmak, bir şeyleri yazmak istiyorum. Bizden sonraki kuşak “Hadi be Türkiye’den de adam çıkmamış” dememeli. Biz vardık, yazdık, yaşadık, ya intihar ettik, ya öldük, ya da çılgınca aşklar yaşadık. Bütün bu zorluklara rağmen Türkiye’de her şeyi yaptık. Çünkü İstanbul dünyanın en güzel kenti ve burada güzel insanlarla binlerce şey yaşayabildik. Bunu söylemek istiyorum, bütün derdim budur.

        EŞCİNSELLER ÖLMEK İSTEDİĞİ İÇİN ÖLDÜRÜLÜYORLAR

        Eşcinsel cinayetlerini takip ediyor musunuz?

        Bir cesetle bir katilden çok öte bir kavram bu. Çünkü bana göre o cinsel objeyi yok etmeye iten en önemli faktör ölen kişi. Katil kadar suçlu değilse bile bir sorumluluk payı var. Çünkü eşcinsel cinayetlerinde histeri ve arzunun en uç noktaları söz konusu. Ölen kişi, öldürülenle bir hikaye yazıyor ve ortadaki suç iki kişinin paylaşımı.

        Niye öldürülüyor eşcinseller?

        Eşcinsel ölmek istediği için öldürülüyor. Histerideki yükseliş, adrenalinin bedenden fışkırması biraz da kana dönüşüyor. Çok tesadüfen çıkmıyor katili karşısına. Eşcinsel nereye gittiğini, kimle karşılaşacağını biliyor. Zeki bir eşcinsel bunla o noktaya kadar sürükleniyorsa, bir tercihtir.

        Eşcinseller “belasını” mı arıyor yani?

        Tabii. Her eşcinselin sevgilisi onun belasıdır. Güzel anlamda da. Heteroseksüel çiftler mutlu sona evlilikle gidiyorsa, eşcinseller için “mutlu son” da cinayettir. Cinayet bir anlamda bir nikahlanmadır. Ömrü boyunca bunun sabıkasını taşıyacaktır.

        Suç aletleri neden özel olarak bıçak? Maddi boyutu var mı bu cinayetlerin?

        Kesici ve delici aletler… Bir cinsel objeyi çağrıştırıyor. Her nesne bir zaman sonra cinayet aletine dönüşebilir. Ama kesici ve delici alet insanın bedeninde yeni vajinalar açmak ve bunu heteroseksüel noktaya getirmek için yapılıyor. Saplamak ve kesmek üzerine…

        Maddi boyutu var mı bu cinayetlerin?

        Eşcinsel, eşcinselle ilişkiye giren kişi tarafından her anlamda sömürülebilecek bir canlı olarak görülüyor. Bedensel olarak, haz olarak, ekonomik anlamda ve bunu bir hak olarak görüyorlar. Bir eşcinselin evine giden bir partner onun eşyalarını kullanmak, hatta alıp götürmeyi bir hak olarak görüyor. Onun için öldürmek de bir hak. Eşcinselin hayatı da, eşyaları da hiçbir anlam ifade etmiyor. Evime gelen delikanlılar kendi aralarında sohbet ediyorlar, ben yokmuşum gibi davranıyorlar. Sorduğum sorulara cevap alamıyorum. Ne zamanki varlığımı hissettirirsem, onlar da bu sıkıntıyla bana şiddet olarak dönüyor.

        Diğer Yazılar