Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bütün toplumlar kendilerini olduklarından daha sofistike göstermek için yalan söyler, mesela televizyonda belgesel izlediklerini anlatırlar. Bu ikiyüzlülük Türkiye’de en net biri öldüğünde ortaya çıkar, yaşarken sahip çıkılmayanların arkasından uzun uzun ağıt yakılır. Geçen hafta Mümtaz Soysal, bu hafta Yıldız Kenter... İkisi de uzun, dolu bir hayat yaşadı, arkalarından da gözyaşı döküldü. Meğer ne çok sevenleri varmış.

        Birkaç gün sonra Yıldız Kenter’in öldüğü de unutulur. Zaten çoktandır da unutulma bahçesine bırakılmıştı. Hele hele 90’lı yıllardan itibaren “Televole” kültürünün hakim olduğu medya Yıldız Kenter’i bile ancak magazin figürü muamelesi yaparak gündeme getirdi. Hatırladığım, ilerleyen yaşına rağmen verdiği çıplak pozların epey tartışılması. Bir de Perihan Mağden ve Ahmet Hakan gibi yeni nesil köşe yazarlarının tiyatroya açtığı savaş. Tiyatro dalga geçilesi, öldüğü iddia edilen bir sanattı ve medyada da bu anlayış hakim oldu.

        İSTANBUL’UN BROADWAY’İ OLABİLİRDİ

        Bugün hala ana akım medyada tiyatro marjinalleştirilen, gazetelerin, televizyonların pek yüz vermediği sanat dallarından biri. Tiyatro oyunları da genelde içinde ancak magazin basınına verebilecek bir-iki “skandalla” haber oluyor o kadar: Sahnede soyundu, sahnede sevişti, sahnede tokat attı…

        Halbuki Broadway hala işleyen bir endüstri ve New York şehrinin ekonomisi için çok önemli. Bizde “Tiyatro öldü mü” tartışmaları yapılırken Ferhan Şensoy “saçma sapan” demişti, haklıydı. Kariyerlerine tiyatro sahnesinde başlayan Hollywood’un büyük yıldızları milyonlarca dolar servet, gişe hasılatı ve Oscar ödüllerinden sonra mutlaka sahneye geri dönüp küçük salonlarda izleyiciyle buluşuyorlar hala. Bu aynı zamanda onların sanat ve kültüre karşı sorumlulukları da. Broadway’de her sezon da hiç tiyatroyla ilgilenmeyen birinin bile ilgisini çekecek, salona götürecek bir-iki oyun da mutlaka perde açıyor. “Book of Mormon” ya da “Hamilton” gibi müzikaller, en bilinenleri.

        Bu oyunlardan biri birkaç sene önce Broadway’de izlediğim iki kişilik “Love Letters”dı. Oyun yazarı ve yönetmen Ali Kemal Güven’in önerisi olmasa yanından bile geçmezdim, ama beni Mia Farrow’u sahnede görme merakımla tavladı. Sahnede çalışma masalarında oturan iki kişi birbirlerine mektup okuyorlar; bütün oyun bu. Mia Farrow şahlanıyordu ve bir kişinin sahnede oturup önündeki metni okuyarak bile nasıl devleşebileceğini kanıtlıyordu. Oyunculuğu kadar metinden de çok etkilendim.

        Tiyatroyla hiç ilgili sayılmam, ne tiyatrocuları ne de oyunları bilirim. O kadar ki “Love Letters”ın “Aşk Mektupları” adıyla bizde de gösterildiğini, üstelik bunu Kent Oyuncuları’nın sahnelediğini bile Broadway’de oyunu izledikten sonra öğrendim. Ne de olsa özel televizyon kuşağıyım ve tiyatroyla dalga geçildiği bir dönemde bilincim şekillendi.

        Dün Ali Kemal Güven’e Yıldız Kenter’in mirasını sordum. “Pınar Eliçe’lerin, Sibel Turnagöller’in TV dizilerinde başrol oynadığı yıllarda bu insanlar tiyatro yapıyorlardı,” dedi Yıldız Kenter’in kardeşi Müşfik Kenter ve eşiŞükran Göngör’le kurduğu Kent Oyuncuları hakkında. “Çok devir görüp, direndiler. Paralarını bu işe yatırdılar.”

        “Sırça Kümes,” “Nükte,” ya da “Aşk Çemberi,” gibi West End ve Broadway’de dönem dönem yeniden perde açan, hep kapalı gişe oynayan ve çok bilinen oyunları Türkiye’de sahnelediler. Kalitesi, uyarlaması falan tartışılabilir belki ama bunu ancak kültür çıtası yüksek toplumların yapma hakkı var. Henüz orada olmadığımız gerçeğini epey geç öğrendim ben; bizim tiyatroyla dalga geçmek ya da sahne sanatının öldüğünü iddia etmek gibi bir lüksümüz yok.

        KÜLTÜR SAVAŞLARININ SONUCU

        İyi ya da kötü, Yıldız Kenter ve ailesi bu ülkenin kültürüne katkıda bulunmaya çalışan insanlardı. Ne yazık ki bu çabanın ne kadar önemli olduğu ancak bugünkü kültürel kuraklıkta anlaşılıyor.

        Benzer şekilde bir zamanlar TRT de en azından böyle bir açığı dolduruyordu. Ama zamanla elitizm denerek başlatılan kültür savaşında kurumun toplumdaki bu işlevi yok edildi. Çıtayı yükseltmek, topluma öncülük etmek kötü bir şeymiş gibi algılanmaya başladı.

        Zamanla da tiyatrodan anladığımız da Mükremin oldu. O kahvehane skecine “tiyatro” dedirten cehaletle şuursuzluk arasında gidip gelen cüret 90’ların sonlarından başlayarak toplumun geri kalanına hakim oldu. Halbuki fena mı olurdu Tom Stoppard, Harold Pinter oyunlarının falan düzenli olarak gösterildiği bir tiyatro kültürü İstanbul’da hala yaşatılsaydı?

        Küçük özel tiyatrolar, devlet ve şehir tiyatroları var, hala direniyor, hala birçok oyun kapalı gişe oynuyor ama “biz bize” bir topluluk bu, sınırlı grubun inadı. Neredeyse hiçbir maddi ve manevi destek olmadan. Medyada bu kültürü görmüyoruz, bu gibi kurumlara sahip çıkması gereken, finansal yardımda bulunması gereken iş dünyası da birkaç banka dışında kültür-sanat işlerinden giderek kopuyor.

        Böyle olmasa Kenter Tiyatrosu bakımsızlığı, kötü koltukları, rutubetiyle mi anılırdı?

        Yıldız Kenter’in son arzusu tiyatronun ışıklarının yeniden yanmasıymış, ölmeden önce oyuncuyla görüşen Özlem Özdemir’in yazdığına göre. Ölümünün ardından ağıt yakan kitle biraz da tiyatroya sahip çıksaydı o ışıklar hiç sönmezdi halbuki.

        Diğer Yazılar