Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Çarpık şehircilik konusunda örnek çok ama Türkiye’deki alışveriş merkezi sevdası en tepelerde yer alıyordur herhalde. Yürüyerek ulaşmanın mümkün olmadığı Zorlu’dan aynı caddede yan yana duran Levent’teki üç benzer örneğine kadar İstanbul’da özellikle bu AVM sevdasının tadı kaçtı. Ama öyle ya da böyle ABD’den ithal edilen bu dev yapılar dayatmayla da olsa Türk şehirlerinin de bir parçasına dönüşebildi. Ve şimdi ABD’yle birlikte Türkiye’de de alıveriş merkezleri yeniden açılıyor.

        Ama tek bir fark var. Alelacele şehirleri açma telaşındaki Amerika’da AVM’lerin otoparkları boş, müşteriler tedirgin ve isteksiz, alışveriş merkezi açılsa bile içerideki bazı mağazaların hala kepenkleri kapalı. Türkiye’deyse dünden beri sosyal mesafeyi korumadan alışveriş merkezine giden halk, alışveriş merkezinin önündeki uzun kuyruklar, bu binalarda katlanarak yayılacak salgın tartışılıyor.

        TEK SOSYALLEŞME MEKANI

        Keşke bu tartışmayı alışveriş merkezlerini genetiğine uymadığı halde şehirlerimizin demirbaşları olmadan önce yapsaydık. İnsanlar koşa koşa alışveriş merkezlerine gidecekler, önünde kuyruk olacaklar çünkü başka bir seçenekleri yok. Sahilde yürümek serbest olsa alışveriş merkezleri yine tıklım tıklım dolardı, çünkü bu dev kafesler epeydir Türkiye’deki şehirlerin tek sosyalleşme mekanı, sosyologların ev ve iş dışındaki “üçüncü mekan” diye tanımladığı ihtiyaca dönüştü.

        REKLAM

        Sosyalleşmenin ötesinde, pratik ihtiyaçların da karşılanabileceği tek yer alışveriş merkezleri çoktandır. İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşayan birinin yolunun istese de istemese de alışveriş merkezine düşmesi kaçınılmaz. Üstelik ne kadar reddetse de, ne kadar nefret etse de. İçinde terziden çerçeveciye kadar normal şartlarda birkaç durak yapılarak ulaşılması gerek küçük esnafı barındırıyor. Alışveriş merkezinde olmayan süpermarket kaldı mı İstanbul’da, emin değilim. Ama konser biletini de AVM’den almak mümkün bozuk saatinizi yaptırmak da.

        Eskiden bu gibi gündelik işler için “çarşı” vardı tabii; küçük dükkanlardan belirli ihtiyaçlar ayrı ayrı karşılanırdı. Kuşkusuz daha yorucu ve emek isteyen bir işti çarşıya çıkmak. Bazen semt bile değiştirmek gerekirdi. Her şeyi tek bir çatı altında toplayan AVM’ler görünürde insanın hayatını kolaylaştırdı. Ama karşılığında kent kültürünü, insanların birbiriyle iletişimini, şehirlerin en önemli dinamiklerinden biri olan insanların birbirini tanıma alışkanlıklarını yok etti.

        Belki hem manava hem terziye ayrı ayrı gitmek yorucuydu, ama buralarda şehir dostluğu ve aşinalığı oluşurdu, şehirleri yaşanabilen küçük sosyalleşmeler doğardı. Küçük esnaf müşterisini tanır, ihtiyaçlarını bilirdi. Benzer şekilde müşterinin de sadakati karşılıklıydı. Özellikle büyük şehirlerde küçük esnafın varlığı, insanların birbirini tanıması semtlerin güvenliği açısından da önemliydi. Kent kültürü biraz da çarşıydı.

        Ama her şey bir yana, Türkiye’de başta İstanbul olmak üzere hiçbir şehrin alışveriş merkezine ihtiyacı yoktu. Belki Ataköy gibi uzak bir semtte açılan ilk AVM bir şıklık, özentiliğin dışavurumu olarak tekil bir örnek olarak kabul edilebilirdi ama orada kalmadı.

        Zaman zaman New York, Londra ve Paris gibi şehirler de alışveriş merkezlerine özeniyorlar ama bizden farklı olarak sayıyı sınırlı tutuyorlar. New York’ta önce Manhattan Mall, şimdi Hudson Yards birer kent ayıbı olarak görülüyor mesela. Londra’da Westfield yegane bir durak olarak kent merkezinin dışında yine de. Paris’te Louvre’un altındaki Carousel ise büyük bir şaka…

        REKLAM

        Kendi kültürü yüzyıllar boyunca şekillenmiş bu gibi şehirleri AMV’lerin ele geçirememesinin nedeni yaşayan insanların da semtlerine, mahallelerine, sokaklarına sahip çıkmaları. Paris mahalle kasabına, manavına, terzisine sahip çıkmakta Londra ve New York gibi muadillerinden çok daha ileride ama diğer ikisi de olabildiğince mevcut kültürü korumaya çalışıyorlar.

        BAŞKA SEÇENEK YOK

        İstanbul’da Boğaz’daki direnen birkaç küçük semt dışında bu mahalle kültürü tamamen öldürülmüş durumda. Nişantaşı’na bile AMV kondurabilen bir kent barbarlığı söz konusu. Tabii bu AVM’leşme ilk olarak küçük esnafı yuttu, ardından da kent kültürünü öldürdü. İstanbullu da bu gidişattan hiç şikayetçi olmadı.

        Halbuki AVM’lerin varlık nedeni var olan kent ekonomisi yok etmek değil, aksine Amerika’nın banliyö kentlerinde bu gibi mahalle esnafına erişimi olmayan halka pratik bir çözüm sunmaktı. Evleri, okulu, parklarıyla birlikte AVM’ler Amerika’nın arabalı şehirlerinin icadıydı. Kaldırımsız caddelerin, toplu taşımanın olmadığı uzak diyarların ihtiyacıydı AVM. Planlanarak, ihtiyaçtan doğdu. Bu banliyöler organik gelişen şehirler değildi; geçmişi veya kültürü olmadığı gibi çarşısı da yoktu. AVM’lerin işlevi bu bakir alanda ortaya çıktı.

        Elimizin altında aradığımız her şey şehrin çarşılarında varken alışveriş merkezine özenmek çarpıklığın ilk adımıydı. Şehirlerde park, yeşil alan, ya da herhangi bir boş arazi yerine sosyalleşme alanı olarak AVM’yi sunmak, bir de AVM’leri özellikle fakir mahalle semtlerindeki gençlere statü sembolü olarak pazarlamak da devamı. Ama, dediğim gibi, eğer çarpıklık söz konusuysa liste uzar. Açılmalı-açılmamalı tartışması çok geç; başından açılmasaydı böyle bir derdimiz de olmazdı.

        Ömer Madra yıllar önce yazdığı bir makalede alışveriş merkezlerinde bir tek cenaze levazımatçısının eksik olduğunu yazmıştı. Öyle gözüküyor ki bugünlerde AVM’lerin bu tek eksiği de tamamlanacak gibi.

        Diğer Yazılar