Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bugüne kadar Fatih Portakal’ı ekranda iki kere izledim. İlki, Star Haber için yaptığı Makbule Tokmak söyleşisiydi. Kibariye’nin annesi, “Şofer Tünay,” desem daha kolay hatırlarsınız. Portakal’ın haberciliğindeki zirvedir.

        İkinci sefer de Mehmet Ali Birand’ın haber bülteninde bir kere karşıma çıktı, “Kim bu Metin Uca-Tayfun Talipoğlu kırması,” diye düşündüm. Habere “performans” katanlardan oldum olası hoşlanmam, ama kimse Türkiye’nin geneliyle benim beğenilerimin tutacağının garantisini vermemişti zaten. Nitekim bu “performans” karşılığını buldu, Portakal kısa sürede Türkiye’nin en beğenilen haber sunucularından biri oldu.

        KEMAL SUNAL MUHALEFETİ

        İzleyicisi olmadım ama Portakal’a kayıtsız kalamadım elbette. Kemal Sunal filmleri ne kadar muhalifse o da o kadar muhalifti aslında. “Hayat pahalılığı yetti be!” noktasından bir milim daha derine inmemekte kararlı, kahvehane isyanının ötesine geçmeyen bir anlayış bu. Reha Muhtar her akşam jenerikte “Bu insanlar nerede kalacak, nerede bu devlet?” sloganını attırarak bu itirazın şahını yansıttı; bu açıdan bilindik, tanıdık bir formüldü Portakal da. Derinlemesine değil, eğlenceye meyilli televizyona uygun olan da bu herhalde.

        REKLAM

        Bu formülün bir başka özelliği de her ne şartta olursa olsun mutlaka ama mutlaka resmi ideolojiden yana tavır almak, gerektiğinde militer de olsa devletin dilini sahiplenmektir. Bütün kurumlar gibi devleti de sorgulaması gereken gazeteci slogan haberciliğinde kendisini devletle aynı safa koyar, “biz” diye söz almaya başlar. Abdullah Öcalan tutuklandığında İtalya Başbakanı’na yönelik haberlerdeki resmi söylemle bugün Macron’a karşı üslup arasında hiç fark yok. Politikacılar bu üslubu takınabilir, gazeteci her şartta mesafeyi korumalıdır oysa.

        Muhtar başarısının karşılığını yalı sahibi olarak aldı; gözüm yok çünkü hakkıyla kazandı, ABD’de olsa o rating’le ada sahibi olurdu. “Muhalif gazeteci” olup Türkiye’nin ikinci büyük muhalefet partisine haberlerinde yer vermeyen Fatih Portakal’ın da en azından çiftlik sahibi olduğunu, hükümet medyasının saçma sapana bir garaja takılmasından, evinin üzerinde drone uçurulmasından biliyoruz.

        Türkiye’de muhalif gazeteciler çiftlik ya da yalı sahibi olmazlar, hapse atılırlar. Çünkü asıl muhalefet sistemi, karşısındaki dev bir yapılaşmayı karşına almaktır. Herkes taparken ben FETÖ tehlikesi yazdığımda bunu ödülü değil bedeli olacağını biliyordum, mesela. Ama Portakal hep ödüllendirildi, bu kadarını, tatlı su muhalifliğini bile kaldıramadı.

        SÖZÜ BİTTİ ÇÜNKÜ

        Veda ederken söylediği bir cümle dikkatimi çekti: “Söyleyecek sözüm kalmamıştı,” diyor. Haksız değil, derinlemesine inemeyen, sloganlara endeksli bir gazetecilikte döndürüp döndürüp kullanılan kalıplar bir süre sonra tıkanıyor, tükeniyor. Gerçi kendisini tutamayıp twitter’dan şakımaya da devam ediyor, çünkü kendi cemaati ondan bunu bekliyor.

        Sorun da bu cemaat, gazetecilikte cemaat sahibi olmak aslında. Özellikle kendilerine muhalif diyen okur-izleyicinin tek istediği bu boş sloganların atılması. Ayrıntılara, veriye, bilgiye tahammülleri yok; öğrenmek, anlamak da istemiyorlar. Önemli olan gazlarının alınması. En çok da “Ey Tayyip” diye başlayan sloganlardan tatmin oluyorlar. Slogan atmayanlarsa otomatik olarak satılmış, yandaş, ya da son zamanların moda ithamıyla küreselci.

        Slogan gazeteciliğine kategorik olarak karşı değilim, bunun dünyada çok yaratıcı örnekleri var. İsterseniz Serdar Turgut size anlatır “Üstsüz barda kafasız ceset” olayı. İtiraz ettiğim kendilerine aydın, okumuş kesim diyenlerin bile bu tuzağa düşmeleri, başka bir gazetecilik olabileceğini kabullenememeleri. “Muhalif gazeteci” lüzumsuz bir tanımdır, gazeteci zaten her türlü kurumu sorgulamak zorundadır. Ama bunu illaki slogan atarak yapmak zorunda değil. Hatta çoğu zaman slogan atmadan, veriye, bilgiye, araştırmaya dayalı gazetecilik iktidarı hesap vermeye zorlar, yükümlü kılar. Türkiye’nin aydınlık insanları da daha iyisini hak ediyor.

        Selçuk Tepeli hakkında birkaç not

        Bir parantez açmam zorunlu. Fatih Portakal’ın istifa ettiği duyulduğunda köşe komşum Serdar Turgut “Sence kim gelecek?” diye mesaj attı, “Ben olsam Selçuk Tepeli’yi getirirdim,” dedim. Hiçbir şeyden haberim yoktu, hiç kimseyle de konuşmamıştım, zaten kimse de bana “Kimi getirelim?” diye sormadı. Yalçın Küçük’ün o sözünü hep hatırlatırım: Ben bunları biliyorum ama nasıl bildiğimi bilmiyorum.

        Ertesi gün “Selçuk oldu,” diye yeni bir mesaj geldiğinde California’da bir kanyonda çok zorlu bir yamaca tırmanıyordum. Türkiye’den olabilecek en uzak yerdeydim, telefon çekmiyordu. Çekmeye başladığında da Selçuk Tepeli’nin cevapsız aramasını gördüm. Ona “Az önce öleceğimi düşünüyordum, belki de konuştuğum son kişi sen olacaktın,” deyip yeni görevinden dolayı tebrik ettim. Samimiyetle tebrik ettim, çünkü medyada çıtanın yükselmesine ihtiyaç var.

        Onu epey zamandır tanımama, birlikte çalışmamıza rağmen ekranda kimsenin beklemediği başarılı bir performans gösterdi. İyi bir iş yaparsanız, sabah 7:00’de de olsa birileri tarafından fark edilirsiniz. Fox Haber’i yönetenler de onu uçaktan ya da tepeden önerildiği için değil, izleyip beğendikleri için bu göreve getirdiler. Çünkü Fox Haber de herkes gibi Habertürk izliyor.

        Selçuk Tepeli slogan atmaya en uzak kişi, sadakati bilgi ve gerçeğe.

        Övgüler buraya kadar, bundan sonra denk gelir hakkında bir şey yazar mıyım bilmiyorum. Çünkü ben de Fox Haber değil, onlar gibi Habertürk izliyorum.

        NEDEN ÇOK İZLENİYOR

        Habertürk yine en çok izlenen haber kanalı oldu. Neden biliyor musunuz? Tam da bahsettiğim gibi slogandan uzak, gerçeğe bağlı, mesafeli bir haberciliğe duyulan ihtiyaçtan. Bu durum bana Türkiye’yle ilgili umut veriyor.

        Dün Habertürk’ü yöneten Selçuk Tepeli, bugün başındaki Kürşad Oğuz gibi meslektaşlarım “toplumsal önder” olmak değil, gazetecilik yapma peşindeler. Çünkü gazetecilikten geliyorlar, sicilleri ortada. Medya mahallesine tepeden inmediler; Kürşad’ı en az 20 yıldır tanıyorum mesela. O Aktüel’deyken ben Radikal’deydim. O zamanlar medya kuruluşları böyle okul işlevi de görürdü.

        Medyanın farklı plazalarında, farklı geleneklerden geliyorduk ve belki de bu iki ayrı gelenek birbiriyle çatışıyordu. Ama bugün baktığımda iki gelenek de gazetecilik yapıyordu. Ve sadece gazetecilik yapıyorduk. Oysa başka haber kanallarının yöneticileri kim, nereden geliyor diye sorsanız yanıtını veremem.

        Bu arada bir kehanette de bulunayım: Üç vakte kadar Türkiye’de yeni bir ana haber sunucusu da Habertürk’ten çıkacak. Atın fav’a, Mehmet Akif Ersoy adını.

        Neyse bu kadar kurum övgüsü yeter, çünkü benim asıl işim aile sırlarını haykırmak.

        Dünyanın en zengin gazetecisi kim

        Bugünlerde Brian Stelter’ın Fox News hakkındaki “Hoax” adlı kitabını okuyorum. Donald Trump’la Fox News ilişkisini irdeleyen kitaba, medyanın çok bilmiş kendini övme uzmanı Stelter’a da itirazlarım var ama önemli değil.

        Kitaptaki bir bilgi özellikle dikkatimi çekti. Fox News’de akşam haberlerini sunan, Donald Trump’ın özel kalemi gibi davranan, yayından önce ve sonra Başkan’la sık sık telefonda konuşan, Başkan’ın bazen programa konuk önerdiği, bazen de Başkan’a konu öneren anchorman Sean Hannity’nin yıllık geliri. Radyo programı, kitapları da olan Hannity ortalama 35-40 milyon dolar kazanıyormuş. Hannity’nin kendi adası var sahiden de; karantina döneminden önce bile yayınları kendi sahibi olduğu adadaki stüdyodan yapıyordu. Kimse de ona bir şey diyemiyor, çünkü hem Başkan’ın adamı hem de rating makinesi. İnsan yandaş olacaksa bari böyle yandaş olsun, bizdekiler Otağtepe’deki bir villaya talim.

        Yavuz Donat da iyi kazanmış. Benim neyim eksik?

        Şebnem Bursalı’nın Yavuz Donat’la yaptığı söyleşiden oluşan “Off the Record” adlı kitabı epey zaman önce okudum, bahsedemedim bir türlü. İçinde bol bol anı, geyik muhabbeti ve Donat’a yönelik abartılı övgü var. Ama bir şekilde okuması da ilgi çekici.

        Anılardan bir tanesi dikkatimi çekti.

        Yıllar önce Tercüman’dan gitmesi söz konusu olduğunda Kemal Ilıcak ona İstanbul, Ankara ve Bodrum’dan birer ev alıyor. Düşünüyorum, bir gazeteci patrondan üç tane ev almak için ne yapar? Çünkü bugüne kadar tek bir ev bile almadılar bana. Yanlış anlaşılmasın, bütün patronlarım iyi baktı bana. Ama hiçbiri ne ev önerdi, ne de ben istedim.

        Yavuz Donat’ın kitabı bugünlerde aklıma yeniden geldi, çünkü geçenlerde bisikletim çalındı. Kesilmez denilen kilidi bir saat içinde kesip bisikleti de alıp götürmüşler. Canım yandı, çünkü tek ulaşım aracımdı ve aramızda düzeyli bir sevgi bağı oluşmuştu yıllar içinde. Ama ölenle ölünmüyor, eşini kaybeden yaşlı erkekler misali hemen ben de yeni adayları değerlendirmeye aldım ve Hollanda yapımı VanMoof marka bir e-bisiklete göz koydum. Öyle böyle değil, gördüğüm en güzel bisiklet olabilir. Ama fiyatı da 2000 dolar (Avrupa’da 2000 bin Euro). Bazılarımızın, evet, dolarla işi var ve bu yüzden almakta tereddüt ettim. Kuru, dünyanın ekonomik geleceğiyle ilgili belirsizlik varken böyle bir yatırım yapmanın doğru olup olmayacağını düşünüp vazgeçtim.

        Ama aklımdan da “Keşke patronumu arasam, hemen bana o bisikleti aldırsam,” diye geçirmedim de değil. Medya patronları köşe yazarlarını memnun etmek için üç ev birden alırken herhalde benden de bir e-bisiklet esirgenmez değil mi? Aramadım tabii ki. Utanırım, önce kendi meslektaşlarımdan utanırım.

        Bisikletim çalınınca Yavuz Donat aklıma geldi çünkü patronu tarafından üç ev birden alınan bir köşe yazarı olsaydım böyle dertlerim de olmazdı. Peki ya bedeli?

        Kemal Ilıcak’ın neden Donat’a üç ev birden aldığının yanıtı kitapta gizli.

        Çok basit iki örnek vereceğim: Donat bir anısını anlatıyor, bir gazeteciyle Özal’ın arasını yaptığını söylüyor. Hala gazetecinin adını vermiyor, anı kitabında bile “o kişi” olarak bahsediyor. Bir başka olayda da Özal bir yazısından dolayı Donat’ı arıyor, “Demirel yazdırdı değil mi, yoksa o isimleri sen nereden bileceksin?” diyor.

        Siyasetçilerle arabuluculuk noktasına kadar varan mesafesiz ilişki, liderlerin arayıp köşe yazarına haber dikte ettirmesi, stenograf gazeteciliğinin karşılığı İstanbul’da, Ankara’da ve Bodrum’da alınan o evler işte.

        Evet, patronlarım bana üç ev birden almadı. Çünkü Yavuz Donat değilim ama ondan daha zenginim çünkü sadece gazeteciyim. Bunun gururu da bana yeter.

        *

        Not: Uzun araştırmaların sonunda Specialized marka Sirrus 2.0 modeli bisiklet aldım, 710 dolar ve üç taksit. Yolda Maserati gibi gidiyor.

        Diğer Yazılar