Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Boğaziçi Üniversitesi’ndeki rektör atama tartışmalarıyla ilgili eleştirilere yanıtlardan biri “Yasal değil mi?” Elbette kitabına uygun, ama atılan herhangi bir adımın yasal olması her zaman meşru veya haklı olduğu anlamına gelmiyor. Boğaziçi ülkenin en iyi üniversitelerinden biri olduğu için bu atama daha fazla dikkat çekti belki. Ama sorun sadece bu üniversiteyle de sınırlı değil. 12 Eylül’de üniversite özerkliğini kaldıran şeytani fikri devlete veren İhsan Doğramacı’nın mirasını onlarca sene sonra, 12 Eylül’le hesaplaşacağı varsayılan referandum ve anayasa değişikliklerinin ardından bile düzelten olmadı. Sonuçta sistemin işine geliyor üniversiteleri kontrol altında tutmak. Ama yasal mı, evet.

        Eleştirilere yönelik bir başka yanıt da Amerika’da da üniversite rektörlerinin –başkan olarak geçiyor– atanarak göreve geldikleri. Yüzeysel olarak bakarsak, evet, bu da teknik olarak doğru. Ama ABD’deki atamayla bizdeki atama birbirine ben benzemiyor.

        ABD’DE NASIL OLUYOR

        Önceki gün dünyanın en iyi işletme okullarından Wharton’da öğretim üyeliği yapan, eski Merkez Bankası Başkanı Bülent Gültekin’e bu sürecin nasıl işlediğini sordum. “Seçimle de olabilir, mütevelli heyetinin atamasıyla da olabilir, önemli olan üniversite için en iyi kimse onu bulmak,” diyor. “Ama burada önemli olan süreç demokratik paydaşların katılımı ve temsil edilmesi.” Kastettiği Amerikan üniversitelerinde –devlet veya özel– bulunanların aşina olduğu çok uzun bir arama süreci. Özel üniversitelerde mütevelli heyetinin dayatması söz konusu değil, aksine bir-iki sene sürecek bir arama çalışması var. Üniversite başkanını belirleyecek bu komitede öğretim görevlileri, bölüm başkanları, hatta öğrenciler arasından da bir temsilci yer alıyor. Amaçları okul için en iyi adayı belirlemek: Bu isim kurumun içinden de olabilir, dışından da. Yeter ki süreç şeffaf ilerlesin, kurallar belli ve kendi içinde tutarlı olsun.

        Eyalet üniversitelerinde de başkanı üyeleri valinin aday gösterdiği ve eyalet senatosu tarafından oylanan, her birinin görev süresi kademeli olarak biten bir kurul belirliyor. Bu kurulun üyeleri eyaletin önde gelen iş veya bilim insanlarından oluşuyor olabilir, çoğunluğunun da eyalet sistemindeki üniversitelerden mezun olmasına dikkat ediliyor. Bu kurulun başkan arayışı da çok uzun, ince elemeli sık dokumalı bir süreç. Kurul üyeleri her ne kadar vali tarafından aday gösterilseler de eyalet yönetiminden bağımsız, bu üniversitelere özerklik sağlıyor. Cumhuriyetçi Texas’ın UT üniversite sistemi içindeki Austin kampüsü sadece dünyanın en iyi okullarından biri değil, aynı zamanda en liberal olanlarından. North Carolina’daki Chapel Hill gibi.

        Amerika’da genel olarak akademik atamalarda kişinin sicili, bugüne kadar yaptıkları çok önemli. Zaten dekan veya başkanın arama sürecinde de adaylar didik didik inceleniyor, her açıdan tartılıyor. Kendini kanıtlamadan koltuklara sınırlı tecrübeyle gelmek imkansız gibi, kadrolu öğretim üyesi olmak bile başlı başına bir serüven. Sistem kişinin kendisini kanıtlama zorunluluğu üzerine kurulu. Dahası, dışarıdan da olsa bulunan kişinin yeni geldiği üniversitesiyle uyum sorunu yaşamaması, üniversitenin mevcut kültürüne adapte olup kurumu daha ileriye taşıması zorunlu.

        Tek sorun Boğaziçi’ne atanan rektörün kim olduğu değil. Türkiye’de liyakat sistemi ortadan kalkarken, Boğaziçi’nin dahi liyakatsiz atama dalgasından kendini koruyamaması. Bir anlamda bardağı taşıran son damla.

        En azından Amerikan sisteminde artık üniversiteleri yönetmek bir şirketin CEO’su olmaya benziyor, zira en iyi öğretim üyesi ve öğrenciyi kapmak için büyük bir yarış var. Üniversiteleri yönetenlerin hem akademik olarak yetkinliklerini kanıtlamaları, hem de kurum için para toplamakta başarılı olmaları gerekiyor. Liyakat bu yüzden de önemli.

        METALLICA NE DİYOR

        Dünyanın en iyi ilk 100 üniversitesine girme hedefiyle göreve gelen Boğaziçi rektörünün daha ilk ayda üniversiteyi bütün dünyada polis baskını, gözaltına alınan öğrenciler ve üniversite kapısına vurulan kelepçeyle tanıtması… Trafiğe çıkan her Tesla otomobilin aniden patlamasına eşit herhalde. Hiçbir kurum markasına zarar bir yöneticiyi çok uzun taşıyamaz. Tabii marka ve ürünün değerini korumak diye bir amaç varsa. Boğaziçi ne kadar Boğaziçi kalsın isteniyorsa.

        Bütün bunlar olmamış olsa, protestolar çıkmamış olsa bile mevcut rektörün koltuğu tartışmalıdır. Harvard’da bile öğretim üyelerinin istemediği bir başkanın görevde kalmasının mümkün olmadığını yakın zamanda gördük. Fen-Edebiyat Fakültesi okulun başındaki Larry Summers’a güven oyu vermeyip liderliğini tartışmaya açınca koltuğunu bırakmak zorunda kaldı. Clinton döneminde Hazine Bakanlığı, Obama döneminde de Ulusal Ekonomik Konseyi direktörüydü Summers. Ama öğretim üyeleri ona sırtını çevirince eski Clinton ekibi bile ona bu işin bittiğini söyledi. Üstelik Summers bir de öğrenciler arasında popülerdi. Boğaziçi rektörününse ne öğrenciler ne de öğretim üyeleri istiyor. Durumu bir Metallica şarkısıyla özetlemek gerekirse, “Nothing else matters,” kısaca.

        Haftanın tavsiyesi: 20 yıldır bu programı bekliyordum

        Haftanın tavsiyesi: 20 yıldır bu programı bekliyordum
        0:00 / 0:00

        Clubhouse’un kısa vadeli bir kazancı oldu benim için. Yıllardır özlediğim “Men-E-Men”in geri geldiğini bu sayede, tesadüfen öğrendim.

        Number One FM’in iki DJ’i Burçin Acer ve Özgür İnceoğulları birlikte Number One TV’de “Men-E-Men” adında program yaptığını bilen bilir. Benim kuşağımda yeri özeldir. Programı nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum, çok ama çok amatör bir stüdyoda – montaj odasıymış – iki genç erkek kendi aralarında sohbet ediyorlar, diye özetleyebilirim.

        Ama boş ya da geyik muhabbeti değil. Çıta o zaman için bile çok yüksekti, bugünle kıyas kabul etmez. Dünyanın en çok izlenen programı olmadı, ama benim en çok izlediğim programdı diyebilirim. (Number One TV’de Candan Erçetin’in de harika bir talk-show’u vardı.)

        Hiçbir zaman tam karşılığını anlamadım ama “gençlik filmi” ya da “gençlik dergisi” ifadesi çok kullanılırdı bir aralar. “Men-E-Men” de gençlik programıydı herhalde. En büyük özelliği alıştığımızın aksine yaşlılar tarafından gençlerin önüne konan bir dayatma değil, gençlerin dilini gençlerin konuştuğu, ekrandan bizimle muhabbet eden arkadaşlarımız gibi izleyiciye yaklaşan bir programdı.

        Bir-iki kere telefonla katıldığımı hatırlıyorum, sonradan arkadaş da olduk. Ama tanışmadan önce, sadece programın izleyicisiyken bile arkadaşlarımdı zaten benim için. Zamanında izleyenler, bu programa katılanlar ne demek istediğimi anlayacaktır. Neredeyse herkesin birbirini tanıdığı bir kulüp, “hayali bir topluluk” gibiydi bu program.

        Yaşım ortaya çıkacak, ama X Kuşağı üyesi olarak iflah olmaz bir 90’lar hayranıyım. 90’lı yıllarda bile 90’ların özel olduğunu biliyordum. Zaman zaman 90’ları düşündüğümde de aklıma hep “Men-E-Men” gelir, hep içimden ‘Keşke yeniden böyle bir program olsa,’ diye geçerdi.

        Meğer o program geri dönmüş, üstelik döneli bir sene olmuş. Bunu Burçin’in Clubhouse hesabındaki bio’sundan öğrendim, “Men-E-Men” artık podcast olarak yayında. Önce son programı, sonra ilk programı dinledim. Sonra aralardan dinlemeye başladım, sabah 3:00 oldu bu arada.

        20 yılda çok şey değişti tabii ki, hatta ikilinin yaşadıkları şehirler bile. Biri İstanbul’da, diğeri Cenevre’de. Değişmeyen tek şey programın enerjisi. Hala çıta çok yukarıda, hala geyik yok ve bilgi var. En önemlisi çoluğa çocuğa karışmalarına rağmen hala gençler. Ve hala bize sırf Türkiyeli olduğumuz ve Türkçe konuştuğumuz için vasat ve ortalamanın kaderimiz olmadığını gösteriyorlar.

        Diğer Yazılar