Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Haiti’deki hükümet karşıtı gösterilerden Himalayalar’da düşen buzula kadar “basmaya değer bütün haberler” logosunda da belirttiği gibi New York Times’da var. Bu ifade bir dil oyunuyla “Sığan bütün haberler,” anlamına da gelir. Günümüzde sayfa sıkıntısı yok zaten, her haberi sığdırmak mümkün. Ancak gazeteye bugünlerde bir tek haber “sığmamış” gibi: Haftalardır Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde başlayan COVID-19 kısıtlamalarına yönelik protestolar şu ana kadar haber olmadı.

        Sadece NYT değil, Amerikan basınının belli başlı yayın organları bu haberi görmüyor. İngiliz basınında bir tek The Guardian’da bir tane haber gördüm. Avrupa’da yaşayan arkadaşlarımla konuşmasam olan bitenden haberim olmayacaktı. Adeta tesadüfen öğrendim, hiç de görmezden gelinesi bir haber olmadığını fark ettim.

        AVRUPA İSYAN EDİYOR

        Küçük, marjinal gösteriler de denemez Avrupa’da yaşananlara. Hükümetler kıtadaki demokrasi kültürüyle bağdaşmayacak tepkiler veriyor insanların protesto hakkına. Mesela Brüksel’deki kalabalığı polis “Gösteri izniniz yok,” diye dağıtıyor. Polonya’da tepki amacıyla açılan diskotekler basılıyor, dans pistine biber gazı fırlatılıyor. Yüzlerce insan sadece barışçıl protesto haklarını kullandıkları için gözaltına alıp tutuklanıyor. Macaristan gibi otoriter bir hükümete karşı bile kendi tabanı isyanda. Kısıtlamaların nispeten gevşek olduğu İsviçre’de bile gösteriler var.

        REKLAM

        Sadece Avrupa’da değil, zaten ekonomik krizde olan ve pandeminin şartları daha ağırlaştırdığı Lübnan’da da halk sokakta. Hemen her yerde de insanların talebi hayatın bir an önce normale dönmesi. Ama bu talebin tek nedeni hayat normale dönünce keyif çatmak değil.

        Almanya gibi sağlam ekonomiye sahip bir-iki ülke dışında virüsle mücadele adına ülkelerini kapatan devletler halkı ortada bıraktı. Lübnan’da çalışanlara herhangi bir yardım yapılmadan ekonomik hayat durdu. Kamu sağlığı adına alınan tedbirler adı altında halk kendi kaderine terk edildi, işsiz kalan, gelirleri kaybolan insanların başlarının çaresine bakmaları isteniyor.

        Batı’da da tıpkı Türkiye’de olduğu gibi sokağa çıkma yasakları getirerek ilk başta toplumların hareket etme özgürlüğünü ellerinden alındı. Halk buna da isyan ediyor, çünkü canına tak etti. Bizde zaten çoktandır protesto hakkı unutuldu, şimdi Batı da kendi insanına unutturmaya çalışıyor.

        AŞIRI SAĞ VE MASKESİZ

        Protestoları haber yapan ajanslar protestocuların arışı sağa mensup olduğunu vurguluyorlar öncelikle, bir de ısrarla çoğunun maskesiz olduğunu. Aslında bu vurguların altında protestoların kitleselleşmesini engellemek, marjinal bir çevreye hapsetmek yatıyor. ABD gibi ülkelerde aşırı sağ ve sol en temel insan hakkı için bile bir arada hareket edemeyecek kadar birbirinden uzaklaştı zaten, Avrupa’da da kutuplaşma farklı değil. COVID-19 kısıtlamalarına sadece aşırı sağcılar isyan ediyormuş gibi göstererek isyanın aslında haksız ve meşru olmadığını vurguluyorlar. Aşırı sağ dediğimizde aklımıza komplo teorileri, yalan haber, QAnon vs. vs. geliyor. Hangimiz adımız onlarla anılsın isteriz?

        ABD’de sol veya ilerici kesimse çoğunlukla Dr. Fauci’yi, bilim insanlarını dinliyor, virüsle ilgili her türlü gelişmeyi NYT gibi yayın organlarından satır satır okuyor. Hatta New York gibi şehirlerde her gazete okuru kendisini salgın hastalık uzmanı sanmaya, aşı-maske-virüs üzerine uzun söylevler vermeye yetkin görmeye başladı. Ancak aşırı sağa kıyasla daha bilinçli olduğunu iddia eden bu çevreler de bir türlü Dr. Fauci’nin bir sene önceki çelişen açıklamalarını (“Maskeye gerek yok,” demişti), seçimden bir hafta önce topluma korku yaymasını, Trump gitsin diye tıbbı politize etmesini falan tartışmıyor. İçlerinden kısıtlamaları sorgulayanlar ana akım medya tarafından ikna ediliyorlar.

        REKLAM

        Vaka ve ölü sayıları düşerken neden hala tedbirler azalmıyor? Ezber yanıt: “Tedbirler sayesinde azalıyor.”

        O zaman diğer soruya geçelim… Tedbirlerin çok katı uygulandığı – ve Demokratlar’ın yönettiği – California virüsle mücadele konusunda sınıfta kaldı, hayatın neredeyse tamamen eskisine döndüğü, hemen hiç kimsenin maske dahi takmadığı Florida’daysa vaka ve ölü sayıları düşüyor. Bu soruya ikna edici bir yanıt vermektense, birkaç ayın öncesinin moda korku unsuru “ikinci dalga” yerini “Güney Afrika varyantı”na bıraktı.

        CİCİ OTORİTERLİK

        Avrupa’daki gösteriler haber yapılmıyor, çünkü ABD’nin işine gelmiyor. Amerikan toplumu şimdilik lokantaların ve spor salonlarının yüzde 25’inin açılması, sahne sanatlarına para toplanması gibi palyatif çözümlerle kısıtlamalara karşı isyan etmemeleri için kontrol altında tutuluyor. Tabii halkın geneline de teşvik çekleri ve karşılıksız yardım havuçları uzatılarak zaman kazanılıyor.

        Joe Biden kendi kendine Oval Ofis’te otururken bile maske takacak kadar bu işi müsamereye döndürmüş durumda. 20 Ocak’tan beri kapının önüne dahi çıkmadı, dün aşı tesisi açılışını Zoom üzerinden ziyaret etti. Dışarıya çıksa başına felaketler gelecek sanki—o zaman aşı ne işe yarıyor, neden aşı oldu, bu da sorgulanmıyor. “Aşı olunca dahi bulaştırabilirsiniz,” diye de korkutuyorlar. Korkak Başkan’la birlikte korkak toplum yaratılıyor.

        Demokratik veya otoriter, fark etmez, dünyadaki devletler insanları eve kapatarak ülke yönetmenin tadını aldı bir kere, bırakmak istemiyor. Kaba Trump’ın yapamadığını “dede” ve cana yakın Biden başarıyor, çaktırmadan cici otoriterlik inşa ediyor. İç hat uçak yolculuklarına bile test zorunluluğu getirilmesi gerektiği tartışılıyor, örneğin. Hareket özgürlüğü iyice kısıtlanacak. Ama kamu sağlığı, ölüm korkusu yüzünden sorgulanmıyor. Zaten Amerikalı başka Batı ülkelerinde bu tedbirlerin sorgulandığını bile haberlerde göremiyor.

        Tatlı tatlı, otoriter yöntemlere başvurmadan, insanlara ölüm korkusunu salarak, onları hiç tehdit etmeden kendi kendilerine evde oturmaya razı etmek bu. Geçen sene George Floyd öldürüldüğünde COVID-19’un üçüncü ayındaydık sadece. Yönetimde Trump değil de Biden olsaydı ABD’nin dört bir yanında yine protestolar olur muydu, diye merak ediyorum şimdi.

        Clubhouse manşetlerine devam: CHP'nin homofobik sözcüsü

        Clubhouse manşetlerine devam: CHP'nin homofobik sözcüsü
        0:00 / 0:00

        Clubhouse çukurunda sadece magazin dünyasından ya da Cihangir’den manşet yok, bu sefer siyasi manşet de çıkardım. Önceki gün biz Boğaziçi olaylarını konuşurken CHP milletvekili Melda Onur da aramıza katıldı. Hatırlayanlar, ayağı kaydırılmadan önce Onur’un LGBT+ davasını sahiplendiğini bilir. Anca daha sonra ne parti ne de başka bir vekil bu işe bulaştı.

        Son Boğaziçi protestolarında bile ana muhalefet LGBT+ yokmuş gibi davrandı, adeta korkarak LBGT+ ifadesini bile kullanmaktan çekindi. Ben de Onur’a bunu sordum. Milletvekili yapılmamasına rağmen partisini savundu, ama tek bir şerh koştu.

        “Sadece sözcü hakkında tweet atmamak için kendimi zor tutuyorum,” dedi. “Çünkü tanıdığım en homofobik insandır. Partide ne zaman LGBT+ konulu toplantılar yapılsa terk ederdi.”

        CHP’nin LGBT+ konusunda bu korkaklığının sebebi Faik Öztrak mı acaba?

        Homofobinin bir insanlık suçu olduğunu hatırlatırım.

        Nerede o Prince'in mor yağmurları

        Nerede o Prince'in mor yağmurları
        0:00 / 0:00

        Pazar günü Amerikan futbol liginin finali Super Bowl vardı. Benim gibi milyonlarca insan maç için değil, televizyondaki reklamlar ve devre arasındaki konser için ekran başına geçti. Normal şartlarda 100 bin kişilik stadyumda, ekran başında da 100 milyon kişiyle dünyanın en büyük sahnesi Super Bowl devre arası konseri.

        1993 yılında Michael Jackson sahneye çıkıp çıtayı yükseltene kadar üzerinde pek durulmaz, zaman zaman okul bandoları falan çıkardı. Ama 1993’te Michael Jackson önce bir heykel gibi durup dakikalarca kendini alkışlattı, sonra diğer yanına dönüp gözlüğünü çıkardı ve kıyamet koptu. Şarkı söylemesine bile gerek yoktu. Belki tarihteki en iyi performans değil, ama ilk ve MJ işte.

        Diana Ross sahneye helikopter indirdi.

        O andan itibaren 14 dakikalık bu mini konser dünya yıldızları için abartının, şaşanın merkezi oldu. Herkes bir öncesinden daha fazlasını yapmak için çabaladı. Diana Ross sahneye helikopter indirip öyle ayrıldı, üstelik her şarkıda kıyafet değiştirdiğini de izledikten sonra anladık. Katy Perry dev bir aslan figürünün üzerinde sahneye çıktı. Bruce Springsteen bu işte patron olduğunu göstererek yine stadyumu inletti, Madonna kendi tarihinin en iddialı şovlarından birini sergiledi.

        Genelde tek bir şarkıcı da değil, birçok sürpriz konuk da çıkardı sahneye: Coldplay’in senesinde şovu Beyoncé ve Bruno Mars çaldı, Janet Jackson’ı gölgede bırakan Justin Timberlake’in onun göğsünü açması oldu. Tarihe “wardrobe malfunction” yani “gardırop arızası” olarak geçti.

        REKLAM

        The Weeknd televizyona yaptı şovunu.

        Bu sene sahne alan The Weeknd’e yönelik beklenti büyüktü. Konuk getirecek miydi, ne gibi sürprizler hazırlamıştı, geçmişi aşabilecek miydi… Maksim gazinosundaki orkestra şefi ceketiyle sahneye çıkan ve Super Bowl’da sahne alan ilk Kanadalı olan şarkıcı beğenildi mi beğenilmedi mi, emin değilim… Beğenmeyen çok var ama böyle bir dönemde daha iyisi olamazdı sanki.

        Eski şaşa ve ihtişam yoktu kesinlikte. Zaten sahne sahanın ortasında değil, tribündeydi. Pandemi yüzünden olağan dışı bir şov olacağı belliydi, ama kimse tribünlere değil tamamen ekrana yönelik bir şov olacağını tahmin etmezdi.

        Grammy’lerde olsa tamam, ama Super Bowl geleneğine pek uymadı bana kalırsa. Daha çok bir Las Vegas şovunu andırdı; kim bilir belki 10 sene sonra orada bir sahne kapar kendisine.

        Tarihin en iyi performansı Prince’ti.

        Tabii benim de, başka izleyenlerin de aklından geçen “Bir Prince değildi,” oldu. Ama çıtayı Prince’e koyarsak kimse yetişemez zaten. Sadece Super Bowl tarihinin değil, belki de konser tarihin en unutulmaz canlı performanslarından biriydi o. Şakır şakır yağmur altında beş ayrı elektro gitar çalan topuklu Prince, neredeyse 20 cm’lik topuklarıyla ikiz dansçılarla, buz gibi kaygan bir zeminde her türlü felaket ihtimaline meydan okudu 2007 yılında.

        Dünyanın en büyük starı bugün gelse, milyonlar döküp o günkü atmosferi yakalayamaz. Çünkü 40 yıldır Super Bowl finalinde yağmayan yağmur o güne denk düşmüştü. Doğanın hediyesiydi Prince’e. Adeta yağmurlara yansıyan mor ışıklarla Prince en bilinen şarkısı “Purple Rain”i söylesin diye indi gökten. Ve söyledi de. En iyisiydi, en iyisi kalmaya devam edecek.

        Diğer Yazılar