Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bugünlerde New York’ta iktidar kavgası yaşanıyor. Konunun taraflarından biri Vanity Fair dergisinin eski yayın yönetmeni Graydon Carter. Karşısındaysa Balthazar ve Pastis gibi klasikleşmiş New York lokantalarının sahibi Keith McNally var. Hayat dinamiğinin dört ana damarının finans, medya, emlak ve kültür-sanatın belirlediği şehirde bu ikisi için kendi krallıklarının tepesindeki isimler denebilir.

        Carter bir süredir tam tutturamadığı Airmail isimli online haftalık bir dergi yayımlıyor, ayrıca Waverly Inn ve Monkey Bar’ın sahibi. Pandemi sırasında bazı lokantalarını kapatmak zorunda kalan McNally ise bugünlerde adeta ikinci doğuşunu yaşıyor. Hem Instagram yıldızı oldu, hem de 90’ların sonunda açtığı Balthazar bunca sene sonra yeniden şehrin en gözde lokantası oldu, her gittiğinizde bir-iki masada ünlü görmek mümkün. İkiliyi karşı karşıya getirense McNally’nin Morandi adlı İtalyan lokantası ve iptal edilmeyen 12 kişilik bir öğle yemeği rezervasyonu.

        KARŞILIKLI LAF ÇAKMALAR

        Carter evinin yakınındaki Morandi’de hafta içi bir gün saat 13:00’te tam 12 kişilik bir öğle yemeği rezervasyonu yapıyor. Lokantanın ekibi de VIP konuk geleceği için özellikle titizleniyor, masalar hazırlanıyor, hatta fazladan personel bile mesaiye çağırılıyor. New York tamamen açıldığı için lokantalar da tıklım tıklım, o saatlerde de Morandi’nin kapısında masa bekleyen insanların toplandığını anlatıyor McNally.

        REKLAM

        Ancak konuklar bir türlü gelmiyor. Carter’ın asistanı da nihayet, rezervasyondan bir saat sonra arayıp iptal ediyor. Lokantanın sahibi de bu iptalin dengeyi bozduğunu, personelin bahşişlerinden çaldığını, masaların boş kalmasına yol açtığını söylüyor.

        “Kendisi de lokanta sahibi olan Graydon Carter’ın daha düşünceli olmasını beklerdim,” diye yazıyor Instagram’da McNally.

        Bir kere olsa bir şey değil, ama ta 90’lardan beri lokantacılık yapan ve hep ünlülerin dadandığı mekanları işleten McNally’nin bir de kara kaplı defteri varmış. Böyle iptalleri yıllardır titizlikle not tutarmış. O defterden de Graydon Carter’ın geçmişte hem Balthazar’da hem de Minetta Tavern’da birkaç kere yer ayırtıp gelmediği yazılıymış. Morandi’deki iptal bardağı taşıran son damla oldu ve McNally’nin tabiriyle “fancy fucker” (‘süslü pezevenk’ diye çevirmek doğru) Carter’a yasak kondu: Bundan sonra benim lokantalarıma gelemez.

        Olay ertesi gün kentin hala en iyi dedikodularını yazan New York Post gazetesinde de haber oldu. Graydon Carter’a göre “Evet böyle bir iptal oldu, asistanım da 13:30 gibi arayıp iptal etti.” Ama sonra McNally’e iki salvo gönderdi: “Onun lokantalarına pek gitmem, bu tepkisi de geçtiğimiz günlerde Airmail’de yayımlanan bir yazının intikamı.” Lokantandaki personelin kaybı için de garsonlara yüklü bir bahşiş bağışlayacağını açıkladı. (Hesabın aşağı yukarı yüzde 20’si olması gereken bahşiş şehrin lokanta çalışanlarının en önemli gelir kaynağı.)

        Pandemi sırasında Instagram’a düşen ve bağımlısı olan Keith McNally’nin son birkaç ayda epey tartışmalı paylaşımları oldu. Biri Woody Allen ve eşi Soon-Yi’nin Balthazar’a yemeğe gelmelerini duyurmasıydı. Daha da tepki çeken Jeffrey Epstein’in yanındaki en kilit isimlerden Ghislaine Maxwell’in fotoğrafını koyup altına “Ghislaine şu anda suçsuz, bunu unutmayalım, hukuki sürece saygı gösterelim,” yazmasıydı. Maxwell’in savunulacak pek tarafı olmadığı gibi McNally’nin bu paylaşımının nedenini de anlamak zor. İşte Airmail dergisi de “Alt tarafı 15 bin takipçisi olan ve zaman zaman aksi Instagram hesabında…” diye başlayarak McNally’le dalga geçildi.

        REKLAM

        SONUÇTA KİM HAKLI

        Bu kavganın en güzel tarafı birbirlerini yemelerini izlemek. Bir yanda kendini beğenmiş, yıllarca medya iktidarının en tepesinde oturan, Hollywood’dan New York’a bütün güç odaklarına hükmetmeye alışmış bir gazeteci var. Bütün dünyanın kaprislerini çekmesini kendisine hak görüyor; şımarık ve egomanyak. New York gibi popüler lokantalarda bir masa bulmak için insanların birbiriyle yarıştığı bir şehirde 12 kişilik rezervasyonu iptal etmemek ayıp. Carter’ın kendisini asgari nezaket kurallarından bile muaf gördüğünün kanıtı.

        Öte yandan, Keith McNally de sosyal medyanın büyüsüne kendisini fazla kaptırmış. Her lokantada bir patron masası kontenjanı vardır zaten, son anda hatırlı biri gelirse masa verilsin diye. 12 kişilik kaybı da kolaylıkla telafi edebilir. Dahası Morandi onun en çok talep olan lokantası da değil. Hatta çoğu zaman “Başka yerde masa bulamadık, Morandi’ye gidelim,” diye kendi aramızda konuşuruz. Instagram paylaşımlarında dikkat çekmekten çok hoşlanıyor, yıllar sonra yeniden şehrin en konuşulan lokantacısı olmak hoşuna gidiyor belli ki.

        E ilgi çekmeyi de başarıyor işte, memleketin onca konusu varken bana bile malzeme oluyor. İktidar sahibi beyaz heteroseksüel adamların birbiriyle didiştiğini uzaktan izlemek her zaman keyiflidir. İstanbul’da, New York’ta, hatta Dubai’de.

        Programdan notlarım

        Programdan notlarım
        0:00 / 0:00

        Dün tabii ki ben de Habertürk başında Süleyman Soylu’nun gazetecilerin karşısına çıkmasını izledim… İzlerken de ekrandaki gazetecilere sabır diledim. Siyasilerle söyleşi yapmak hep zordur, ama İçişleri Bakanı kadar zor konuk görmedim. İlk bir saat monologla geçti, araya girmek bile mümkün olmadı. Mehmet Akif Ersoy haklı olarak “Soru soramıyoruz,” diye isyan etti, ikinci bölümde gazeteciler daha fazla inisiyatif kullandı.

        Bu gibi programlarda, hele tartışmalı konularda tıpkı siyasi münazaralar gibi süre sistemi mi uygulansa… Hem soru soranlar hem de yanıt verenler için… İki dakikalık yanıt hakkı, sonra bir dakikalık cevap hakkı mesela… Kimileri böyle programlarda süre kısıtlaması olur mu, diye itiraz ediyor. “Siyaset Meydanı” gibi ucu açık bir program bekleyenler var. Bence bir saatte bile tamamlanabilirdi, ama siyasetçilerin de yanıt vermeye razı olmaları şeklinde.

        Bir sunucu bir konuk mu… Çok sunucu tek konuk mu… Bilemiyorum. Bunun tam dengesi nasıl oluyor, izleyici neyi tercih ediyor çok uzağım. Benim şahsi tercihim bu gibi durumlarda bir sunucunun karşısındakini olabildiğince sorgulaması. Tabii Türkiye’nin bugünkü ortamında hiç kimse böyle bir yükün altına da tek başına girmek istemez. Birinin sorduğunu öbürü beğenmez, öbürünün beğendiğini ise karşı taraf linç eder. Zor iş. İyi ki benim işim değil.

        Gazeteciler gayet hazırlıklıydı, konuşabildikleri ölçüde. Süleyman Soylu sorulan soruya istediği yanıtı vermenin ustası: Geçmişten girdi, anılardan bahsetti, DYP’de kimin genel başkan olduğundan sigortacılık yaptığı yıllardaki ofisindeki yazıcının markasına kadar öğrendik. Bu sayede de önemli konular arada kaynadı. Yine de ekrandaki meslektaşlarımın olabildiğince canlı yayında fikri takip yapmalarını o şartlarda takdir etmemiz gerekiyor.

        En iyi soru en basit sorudur. Mehmet Ali Birand’ın Richard Holbrooke’la yaptığı söyleşinin kaydını çözerken aldığım ilk meslek dersiydi bu. “Year of Cyprus, why­?” diye sormuştu Birand. Bu kadar. Mesela Veyis Ateş de hepimizin yanıtını beklediği soruyu çok basit bir şekilde sordu: “Kendinizi yalnız hissediyor musunuz?”

        Süleyman Soylu neden bu programa katıldı? Amacını anlıyorum tabii ki; “Yıkılmadım ayaktayım,” mesajı verdi ve yerinde durduğunu gösterdi. Ama “ipe sapa gelmez birinin iddiaları” diyerek soruları geçiştirmesi günlerdir kayıtları izleyip her denilene sorgusuzca inananları ne kadar ikna etti, emin değilim. Sadece kendi inanmak istediğine inanan bir halkımız var ne de olsa. Uzun vadede olacak: Bir kısım birine diğer kısım da diğerine inanır.

        Bu programın ötesinde başka bir endişem var ama. Türk basını yakın zamanda küçük marjinal bir gazetenin peşine takıldı sorgusuzca; sonradan bunun nasıl bir operasyonun parçası olduğu anlaşıldı. Ders alınmadı, ardından anonim bir twitter hesabını ciddiye almaya başladılar. Üstelik Cumhuriyet gibi en saygın gazetelerde de manşete çıktı. Bu da bir dezenformasyon kampanyasıydı, alet olundu. Şimdi bir kez daha benzer bir tehlike söz konusu. Video’ları izleyen herkes doğru söylediğine ikna olmuş durumda. Doğru söyledikleri var, o kesin. Ama bazılarını da atıyor olamaz mı? Önceki gün Enis Berberoğlu çizgiyi çok doğru çekti: Siyasetçiler birinin ağzından çıkan sözlere takılıp hareket edemez; gazetecilerse iddiaları araştırmalı, takip etmeli, önce doğrulatmalı.

        Diğer Yazılar