Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Sıkı bir “Friends” izleyicisi olamadım. Yayınlanmaya başladığı yıllarda televizyon izlemek bir başka kuşağın alışkanlığı gibi gelirdi, hatta evde televizyon olmaması cool’luktu. Oysa birkaç sene sonra bu önerme tamamen çökecek, 2000’lerin başında “The Sopranos” ve “The West Wing” gibi dizilerin topladığı ilgi yüzünden Amerikan dergilerinde “Yetişkinler televizyon izler, çocuklar sinemaya gider,” konulu yazılar yayımlanmaya başlayacaktı.

        Bir de o yıllarda öyle evde oturup televizyon seyredecek bir hayatım yoktu. Dışarı çıkmaya başlamıştım, deli gibi barlara, gece kulüplerine gidiyor, sokaktan eve zor dönüyordum. Evde olduğum o sınırlı vakitte de televizyonu açtığımda “Seinfeld” her zaman “Friends”den daha cazip geliyordu. Arada illaki denk geldim, belki sandığımdan daha fazla izledim. Belki izlediğimi itiraf etmek istemiyorum, ama “Friends” hakkında “Ya hiç izlemedim,” diyen birisi için çok fazla şey biliyorum. Zaten ben de kendimce bir “Friends” karakteriydim.

        İSTANBUL’U NEW YORK YAPMA PROJESİ

        CNBC-e’nin altyazılı diziler gösterdiği, hafta sonu eklerine en akla gelmeyecek özenti konuları yazabildiğimiz, yaşam tarzı dergilerinin birbiri ardına yayımlandığı, İstanbul’da arka arkaya yeni lokanta ve café’lerin oluşmaya başladığı, partinin yeni başladığı ve hiç bitmeyecekmiş gibi hissettiğimiz yıllardı. Gay barlar ve sushi lokantaları birbirleriyle eş zamanlı açılıp çoğalıyordu.

        REKLAM

        Bir ara İstanbul’un ne kadar New York’laşmaya uygun olduğunu, farklı mahalleleri New York’taki karşılıklarıyla kıyasladığım bir yazı bile yazdım. O yıllarda “Upper Cihangir” hala “Cihangir Cumhuriyeti”ydi, ama bana göre Village’dı. Beyoğlu civarında açılan mekanların adları bile New York mahallelerinden ithaldi: Soho, Bronx.

        O dönem çalıştığım yerde New York’ta gazete çıkarıyormuşuz gibi Amerika’daki albümlerden, filmlerden, dizilerden, hatta yeni yeni moda olmaya başlayan lokanta ve semtlerden bahsediyorduk. Hepimizde “You’ve Got M@il” filminde görüp gittiğimiz Cafe Lalo’nun hatıra kibriti vardı. Bir başka gazetede “Radikal gazetesinde kendilerine İstanbul’un New Yorkluları diyen küçük bir grup…” diye haber bile olmuştuk. İstanbul’dan “The City” diye bahsetmenin öncüsü de bendim, övünmek gibi olmasın; “Kent Fısıltıları”nda “Kentte en çok konuşulan konu, kentin en güzel kadını, kentte herkesin merak ettiği gibi…” diye bol bol kendimizle dalga geçip durur, araya bir yerlerde gördüğüm ünlülerin adına kendi ismimi de sıkıştırırdım.

        Bir akşam Bebek sırtlarındaki evinde dönemin sosyetik simalarından birinin Yves Saint Mayruk ve Barbaros Bergé onuruna verdiği pastırmalı kuru fasuleyli davette hemen herkes bir masanın başına toplanmış New York’tan bahsediyordu; New York’a iki aydır gidememiş olmaktan, New York’ta yeni açılan lokantalardan, New York’ta alacakları evlerden… THY’nin New York uçuşlarının her seferinde garanti bir şöhret vardı: Aliye Simavi’den Hasan Bülent Kahraman’a, Siren Ertan’dan Derin Mermerci’ye uzanan geniş bir yelpazeden sadece benim gördüklerim…

        Rivayet o ki Helin Avşar ilk kez New York’a gittiğinde Central Perk’i görmek istemiş, ama gerçek olmadığını anlayınca da pek çoğumuz gibi hayal kırıklığına uğramış. Oysa Cihangir’de Sibel yeni açtığı Smyrna’yı çoktan “kentin” Central Perk’i yapmış, antikacıları ve eskicileri durmadan gezmesine rağmen tam benzer koltuğu bir türlü bulamamıştı. Yine de arkadaki deri kanepe bizimdi.

        REKLAM

        İstanbul’da bir “café society” (café sosyetesi olarak çevirmekte hiç sakınca yok) böyle böyle oluşuyordu. Milenyumun eşiğindeki kentin o birkaç senesi için “années folles” desem abartmış olmam—o kadar ki üç sene boyunca New York’a bile gitmedim… Quelle surprise.

        Salı geceleri Mojo, Cuma-Cumartesi akşamları Reasürans’taki Touchdown ve İsmet Berkan’ın hep aynı şarkıları çaldığı “guest” DJ’liği, tek müdavimlerinin Ercan Arıklı ve Banker Kastelli’nin oğlunun olduğu Armani Caffè’de Salı akşam içkileri, Pazar sabahı “brunch” derken onca gezme tozmanın arasında havalimanına gidecek vakit yoktu. Kararlıydık, İstanbul’u New York yapacaktık.

        BİZ KİMİZ KENDİMİZİ NE SANIYORUZ

        Birinci çoğul şahıs kullanmak adetim değildir, ama o çılgın yıllar için “biz” en uygun kelime. İstanbul’un New Yorkluları kendi ayrıcalıklarının altını iyice çizmek için “Biz” adlı “quarterly” bir dergi bile çıkarmış, mönüsünde her şeyin İngilizce olduğu ve Türk Nordik’i şef Mehmet Gürs’ün kendisini İngilizce daha iyi ifade ettiği Nu Teras’ta tanıtım kokteyliyle “launch” edilmişti. Hep aynı şarkıları çalan Menderes Utku’nun DJ’liği herkesten iyiydi ama. Partinin konuklarından, kentin diğer gözde erkeği Hakan Karahan sadece DKNY giyerdi o zamanlar. Derginin başında tabii ki İstanbul sosyetesinin Diana Vreeland muamelesi yapıp tapındığı, gerçi hakkında subay kızı dedikodularının da çıktığı Fatoş Yalın vardı. O da sonradan “Yılın altı ayını New York’ta, altı ayını İstanbul’da geçiriyorum,” diyen bir erkek terzisiyle evlenecek ve buz kraliçeliğinden hiçbir şey kaybetmeyecekti.

        REKLAM

        Bu hayatın ortasında “Friends” izlemeye vakit mi vardı, ancak “Friends” gibi yaşanırdı. Aylık gelirimizle ölçüsüz bir kredi kartı ekstresi, sürekli dışarılarda yenen yemekler, otel barları, Perşembe-Pazar Bodrum’lar, arkadaşın teknesi… “Friends” karakterleri sınırlı gelirleriyle West Village’daki penthouse’un kirasını nasıl ödüyorlar ve hayat tarzlarını nasıl sürdürüyorlarsa aynısı “biz” için de geçerliydi.

        “Roomie” olayı daha tam başlamamıştı İstanbul’da, ama herkes “Lower Nişantaşı”ndaki kötü apartmanlara taşınmıştı. Erkan Özerman’ın apartmanın alt katındaki café’nin adı neydi; karşıda oturanlara “Yavrucuğum Anadolu Yakası’nda oturmanı aklım almıyor,” diyen Ercan Bey’in dergisinin lifestyle yazarı Nurçin Tay’ı orada görmüş, karşıda oturduğunu sonra öğrenmiştim.

        Tarık ve Savaş’ın Changa’sında Cameron Diaz’ın bütün mönüyü sipariş verdiği, Frank Gehry’nin öğrencileriyle yediği akşamları kaçırdım. Neyse ki, bir kere New York’taki Pastis’te David Schwimmer’la Paul Giamatti’nin yan masasına düşmüş, önce kim olduklarını bile fark etmeyip aniden Ross’u sesinden tanıyıp bakmıştım. Masamızdaki diğer arkadaşımız o sıralar gay’ler Appletini içmeye mecbur oldukları için kendisine bir tane ısmarlamıştı. Geçenlerde diğer arkadaşım hatırlattı, hesap geldiğinde Schwimmer ve Giamatti ne yediklerini son kuruluşuna kadar ellerinde hesap makinesiyle teker teker hesaplayarak ödemişlerdi.

        Üzerinden 17 sene geçtikten sonra “Friends” hakkında söyleyecek pek sözümün olmadığını, ama 17 sene önceki “friends’lerim” hakkında bir konuşmaya başlarsam susamayacağımı görüyorum. Yakın tarih nostaljisi çok sıradan ve sıkıcı, tıpkı “Friends: The Reunion” gibi. Ama işte o da hayatımızın bir dönemi; dün vasat ve sıradan olan bugün kıymete binebiliyor. “Friends” oyuncuları yüzlerce milyon dolar gelirlerinden sonra elbette hallerinden memnun. “Biz” ise tıpkı o dergi gibi kısa ömürlü olduk sanırım. Rachel ve Ross’un çocukları olmuş diyorlar, bizim de üzerimizden Türkiye geçti.

        Diğer Yazılar