Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Kendi kişisel tarihimde “Orada olmalıydınız,” diyeceğim birkaç andan biri Ankara’da adının Manhattan olduğunu hatırladığım bir rock bar’da yaşandı. Teoman, Şebnem Ferah ve Mor ve Ötesi’nin ortak turnesini takip etmek için şehir şehir geziyordum; Diyarbakır’dan Erzurum’a, Trabzon’dan Ankara’ya, Eskişehir’e gitmediğim yer kalmadı o sene. 2000’lerin başıydı, Türkiye’de bir rock dirilişi yaşanıyordu, Anadolu’nun dört bir yanında gençler bazen “Nasıl inanırım sana / Bu yürek ağır bana,” diye çığlık atmak için ya da “Bildiğim tüm hayatlar paramparça,” diye görmek için konserlere akın ediyordu. Rock müziğinin hiç girmediğini düşündüğüm şehirlerdeki o aydınlık yüzleri hiç unutamayacağım. Müziğin birleştirici ve özgürleştirici yönünü birebir görmek için idealdi.

        Ama asıl tarihi şov sahnede değil, konserler bittikten sonra yaşandı. Artık kendimi de aralarından biri saydığım için “ekip olarak” diyebilirim, “ekip olarak” vardığımız Ankara’da Anadolu yorgunu olarak kendimizi konser sonrası eğlenmek için sokağa atışımız var ya… Harun Tekin o gece 17 ‘shot’ yapmıştı sanırım, Şebnem Ferah yüksek tabanlı botlarını göstererek “Ayakkabılarıma binip geliyorum,” diyordu. Ama o gecenin yıldızı Nev’di. Turnenin bir parçası bile değildi, ama dünyanın en iyi kalpli müzisyeni olmaya aday bu özel insan herkesin arkadaşıydı, konser sonrasında bizi Manhattan’da bulmuştu. Orada birkaç yüz kişi birazdan Türk rock tarihinde eşine az rastlanır bir olayın tanığı olacaklarını bilmiyordu. Eğer tanık oldularsa üzerinden yıllar geçtikten sonra itiraf edebilirim, bir parça benim de payım var.

        REKLAM

        TÜRK ROCK’ININ JAM SESSION’I

        Sahnede canlı müzik yapan gençler bu kadar star’ı aynı yerde görünce şaşırmışlardı. Sahneye çağırsalar bir türlü, çağırmasalar başka türlü. Üstelik bu star’lar bir de konser yorgunu. Ama ben ısrar ettim, Nev’in “Zor” şarkısını söylemesi için baskı yapmalarını istedim. Nev çıktı, ardından Teoman çıktı, belki hayatında ilk kez nağme yaptı şarkı söylerken o gece. Bir süre sonra sahneye çıkmayan kalmadı ve bulanıklaşan hafızamda sadece kare kare kalan bir Türk rock’ı jam session’ı yaşandı. Bitmedi, oradan çıkıp başka bir gece kulübüne gittik… Orada da ben yine sahnedeki müzisyenlerin kulağına eğilerek Nev’i çağırmalarını söyledim.

        Bu hamlemi uzaktan gören Nev’in surat ifadesini çok net hatırlıyorum ama. Yapma, etme, yine mi gibi… Ama bir mahcubiyet, hayır diyememe kibarlığı. Aldı gitarı eline, başladı yine “Ben seni tüm yalanlardan daha çok sevmiştim,” diye Türkçedeki yazılmış en iyi imkansız aşk şarkılarından birini söylerken. Yine Teoman, yine Mor ve Ötesi

        Bir minibüsün içinde Ankara’da kaldığımız otele giderken gün aydınlanıyordu, ben devrile devrile Şebnem Ferah’ın yüzüne Şebnem Ferah’ın şarkısından sadece “Geçmiş oldun, geçmiş oldun…” kısmını durmadan tekrarlıyordum. Yolun, yol arkadaşlığının kendine özgü bir dinamiği, enerjisi var. Gecenin de.

        Gazeteci olmaya, gazeteci ayrıcalığını kullanarak tanık olunan çok özel bir Ankara gecesiydi. Birkaç gün sonra İstanbul’da gazeteye gittiğimde Elçin Yahşi haklı olarak “Almost Famous” diye benimle dalga geçmiş, yazdığım yazıyı baştan sona değiştirtmişti. Masa başında bile o gecenin eğlencesinden kopmamışım demek ki.

        REKLAM

        AKILDA KALAN GECELER

        Üzerinden yıllar geçtikten sonra aklımda hala kalan müziğin sesinin sonuna kadar açıldığı böyle akşamlar oldu. Düzeltiyorum, akşam değil, sabaha karşılar. Bir doktor muayenehanesinde birden Özkan Uğur bas gitarını çıkarıp tıngırdatmaya başlıyor, hemen orada fizik tedavi gören başka müzisyenler de katılarak sadece beş-on kişinin tanıklık olduğu mini bir konser filizleniyor. Birden Kenan Doğulu beliriyor mesela.

        Her Salı gecesi Mojo’da şimdi adını hatırlamadığım ama repertuvarında “Ele Güne Karşı”dan “Losing My Religion”a ezbere bildiğim bütün şarkıları çalan canlı grubu dinlemeye gidiyoruz. O sırada büyük ihtimalle yine Teoman geliyor, ya da ben televizyon programından tanıdıklarımı davet etmişim, birden Işın Karaca’nın sesinden “Sending out an S.O.S.”cümlesi yankılanıyor şişedeki mektup misali. Bizi tanımayanlar da bizim nasıl bu kadar eğlendiğimize bakıyor dışarıdan, onlar da bizimle birlikte eğleniyor. Tuvalet sırasında hayatımın aşkını buluyorum beş dakikalığına, sonra nişanlısına kaybediyorum onu. Her hafta bir başka sürpriz olacak, müzik çalarken hayatım değişecek mi diye beni içeri alsın diye kapıdaki abilere yalvarıyorum.

        Hürriyet yöneticiliğine vedasında Ertuğrul Özkök ve Sedat Ergin’in sahnede birlikte “Wish You Were Here” söylemelerini kim hatırlıyor, bilmiyorum, ama bende kaydı var. Babylon’da “Fabrika Kızı” dışında şarkısını bilmediğim Alpay için düzenlenen gecede ne işim vardı, hala emin değilim, ama iyi ki oradaymışım ve üstelik Serdar-Rana Turgut da vardı diye aklımda kalmış. Birtakım futbolcularla Serdar Ortaç’ı dinlemeye gitmeyi, Safran’da masanın üstüne çıkıp gece yarısı zili gibi “Batsın Bu Dünya” haykırmayı, İzzet Çapa’nın ekibine ısrarla “Fırtınalar” şarkısını çalmaları için yalvarmamın falan üzerinden şöyle bir geçeyim.

        Müziğin sesi bangır bangırdı, bütün hatırlar da hep sabaha karşı yaşandı.

        Hayatının bir döneminde bile müziğin sesini biraz daha açmayan birine bunun da hava-su gibi temel bir ihtiyaç olduğunu anlatamazsınız. Oysa bugün dönüştüğümüz şeyi biraz da müziğin sesinin açıldığı geceler belirler, hayatının en kritik dönemeçlerine birkaç rock gecesinin fonu olmayanlar bu hissi anlamaz. Anlamadıkları için müzik sesi şimdi kısıldı, yeniden açılmasın diye inat ve ısrar ediliyor. Unutulur elbet, ama müziğin sesinin açıldığı o geceler hep akılda kalır.

        Diğer Yazılar