Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Epeydir ortalarda görünmeyen Nuray Mert de YouTube gazetecileri arasına katıldı. Ağır bir sağlık mücadelesi geçirmişti, şimdi gayet iyi görünüyor; görünce sevindim. İlk video’sunda kendisinin sık sık gündeme geldiği gibi “yetmez ama evet’çi” olmadığını söylüyor. Doğru, 2010 referandumunda “hayır”cıydı ama sonradan bunun bedelinin ağır olduğunu anlayınca “yetmez ama evet’çi” liberal bir çizgiye kaydı. Bütün bunlar sorun değil, zaten kendisi de fiki değişikliğini mesele etmiyor. Yaklaşık yarım saat boyunca tek derdi kendisine neden köşe yazdırılmaması. Eskinin liberallerine, yetmez ama evet’çilerine kucak açıldığından, hatta Halk TV gibi muhalif mecralarda bile ağırlandığından ama kendisinin bir başına dışarıda kaldığından yakınıyor.

        Meğer ne kadar önemliymiş köşe yazmak.

        Belki ben içeride olduğum için köşe yazarları kulübünün periferiden nasıl göründüğünü fark edemiyor olabilirim. Ama bana kalırsa epey bir zamandır sancılı bir süreçten geçen köşe yazarlığı bugünlerde tamamen iflas etmiş durumda. Dediğim sadece Türk gazeteleri için değil, New York Times ve Washington Post gibi kurumlar için de geçerli. İnternet’in çıkmasından sonra sık sık “Gazetecilik öldü mü?” tartışmaları yapılırdı, görünen o ki bilindik formatta köşe yazarlığı tamamen ömrünü tamamladı. Bu mesleği yapanlar olarak tehlikenin ne kadar farkındayız, emin değilim. Bu konuda pek kimsenin kafa yorduğunu görmüyorum.

        MEYDAN KİMLERE KALDI

        Türk köşe yazarlığında en çok tutan format Bekir Coşkun’la özdeşleşen Babıali geleneğindeki kısa, mizahi, vurucu yazılardı. Okuru yormayan, ama içinde belli bir zeka da barındıran bir formül bu. Kısa yazmak zaten başlı başına zor, o kısa yazının içinde ritim tutturmak, vurucu bir cümle yakalamak daha da zor. Özel bir yetenek gerektiriyor, herkes beceremiyor. Bu tarzın temsilcisi olduğu düşünülen Yılmaz Özdil çok uzun yazıyor. Bekir Coşkun’un ölümüyle de bu tarz yazının tarihe karıştığı kolaylıkla söylenebilir; zaten epeydir işlevini de yitirmişti. Bugün “okur” dediğimiz o bilinmez kitle aynı tatminin tweet’lerden, Instagram paylaşımlarından falan alıyor.

        Bir diğer tutan formül Emin Çölaşan gibi yazarlarla özdeşleşen ifşa edici tarzdı. Çölaşan haklı şöhretini yıllardır Hürriyet’teki köşesinde birbiri ardına patlattığı dosyalarla edindi. Ona akan bilgileri titizlikle takip edip siyasetçilerden gazetecilere yüz kızartıcı suç işleyenlerin peşine düştü, maskelerini düşürdü. Bugün benzer ifşaatlar YouTube üzerinden yapılıyor; yalan mı doğru mu belli değil, insan da inanmak istediğine inanıyor zaten.

        Köşe yazarlarının asıl can çekişen kısmı kendilerini kulis yazarı ilan edenler. Benim YHA (Yalan Haber Ajansı) dediğim bu tarzın dört-beş öncüsü var. Bir kere yazarından bağımsız olarak “Cumhurbaşkanı’nın çok yakınından birinin bana söylediğine göre…” diye başlayan herhangi bir cümleye inanmam mümkün değil, çünkü Saray’dan bilgi sızmadığı, gazetecilere bir aktarım yapılmadığı ortada. Beş dakikalığına Abdullah Gül’ün danışmanı olan biri hala özel kulis bilgilerine sahip olduğunu söylüyor mesela, bir kısım da onu ciddiye alıp inanıyor. Yazdığı her kulis bilgisi yanlış çıkan Abdülkadir Selvi hala ısrarla “kulağı delik” gazeteci rolünü oynuyor. En son iyice şaşırıp hapisteki Selahattin Demirtaş’tan kulis bilgileri aldığını düşünmeye başladığında iyice komik duruma düşmüştü. Neyse ki Türkiye de Abdüldakir Selvi bile olunuyor ama rezil olunmuyor.

        90’larda olduğu gibi patronun işini takip eden, Genelkurmay’la ilişkileri sağlayan her devrin adamı köşe yazarları da artık işlevini yitirdi. Erdoğan yönetiminde bu gibi eski alışkanlıkların tutmadığı çoktan anlaşıldı.

        Eskiden Hıncal Uluç bir seyahate gittiğinde, bir restoranda yediğinde imrenerek okunurdu çünkü Türkiye bu kadar dışarıya açık değildi. İstanbul’da bile çok fazla seçenek yoktu. Filmler bir iki sene sonra Türkiye’ye geliyordu. Şimdi okur gezip görme konusunda da köşe yazarlarının ilerisinde.

        Geride kala kala tribün yazarlığı kaldı. Okur artık sadece kendi duymak istediğini söyleyen yazarları istiyor. Bu formül çok belli: “Yeter Tayyip Erdoğan + Büyük Atatürk +128 milyar nerede” malzemeleri kullanılarak yazılacak yazıların alıcısı hazır. Gerçi tribüne oynayan yazar mutlaka kaybetmeye mahkumdur, ama gittiği yere kadar herhalde. Bir süre sonra okur da sıkılır, kendi işine bakmaya devam eder.

        İDEAL KÖŞE YAZARI

        Köşe yazarlığının demokrasi kültürünün gelişmesi için önemli bir işlevi var. Gündemi yorumlamak, başka bir pencere açmak, gündelik haberin veremediği bakış açısını okurun önüne koymak, düşüncesine, karar vermesine, nihayetinde de oyunu belirlemesine katkıda bulunmak için hayati önem taşıyor. Bütün bunların sonucu da bilinçli bir seçmen sınıfı oluşmasına yarıyor.

        Bugün Fatih Altaylı dışında bu işlevi yerine getiren bir köşe yazarı daha olduğunu sanmıyorum. Gündeme dair birkaç ana konuyu ele alıyor, ancak ahkam kesmek yerine mutlaka ve mutlaka yeni bilgilerle doldurup karşı çıksa da, destek olsa da ortaya bir tez atıyor. Okuyorum, çünkü öğreniyorum. Bir ölçüde Mehmet Y. Yılmaz da T24’te aynısını yapmaya çalışıyor. İnsanların ondan aşk tavsiyeleri almaya ihtiyaçları olmadığını öğrense daha iyi olacak. Ama gazeteci kimliğini kullandığında gündemin altında ezilen hayati konuları didik didik edip çarpıklığı vurguluyor. Ne yazık ki bir üçüncü isim sayamıyorum. Çünkü bu işi yapmak da o kadar kolay değil. Bir kere haber junkie’si olmak gerekiyor, Danıştay protokollerinden holdinglerin iç işleyişine kadar ev partilerinde sizi cazip bir sohbet konuğu yapmayacak bir dolu lüzumsuz ayrıntıya hakim olmak, bu bilgilerle yatıp kalkmak gerekiyor.

        Ben o kadar bunaldım ki, çoktandır Türk medyasını düzenli olarak takip etmiyorum. Düzenli olarak okuduğum Ertuğrul Özkök, Serdar Turgut gibi kalemlerin aslında farklı yazı denemeleri ve konu arayışlarına girerek bir çözüm aradığını düşünüyorum.

        Kendi adıma son yıllarda en çok bunaldığım dönemden geçiyorum. Basın üzerinde özel olarak daha fazla baskı yok, ama belki iki senedir Ege tuzu yiyememenin de eksikliğiyle üzerimde feci bir yorgunluk, isteksizlik ve bıkkınlık var. Kendi varlığımı sürdürebilmek için anılarıma falan dalmaya başladım. Açıkçası, bu işin – sadece kendi adıma değil – ne kadar böyle gidebileceğini düşünüyorum. Belki biraz fişi çektikten sonra kendime gelirim.

        Lafın nereye geleceği belliydi aslında.

        Yazarımız yıllık izinin bir bölümünü…

        “Bir bölümü” kısmına özellikle vurgu yaparım, bu yaz diğer bölümlerini de kullanmak istiyorum fırsat buldukça.

        Diğer Yazılar