Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Pek çoğumuz bir ağaç dalı gördüğümüzde ve illaki o ağaç dalıyla ilgili bir espri yapacaksak büyük ihtimalle “Bu dalın üzerine çıksam beni taşır mı?” deriz. Ama Anthony Bourdain bir ağaç dalı gördüğünde “Kendimi bu ağaca bağlayıp assam beni taşır mı?” diye espri yapıyor. Söylendiği sırada pek kimsenin üzerinde durmadığı bir espri belki, ama intiharının üzerinden üç sene geçtikten sonra o görüntüleri izlemek belki de bize bir mesaj verdiğini, ama hiçbirimizin anlamadığını düşündürtüyor. Bu basit espri Amerikalıların “red flag” dediği bir tehlike işareti şimdi.

        Bourdain bu espriyi yakın arkadaşı şef Eric Ripert’e program çekmek için gittikleri Fransa’da yapıyor. Programda yayınlanmayan bu andan bir süre sonra otel odasına çekilip kendisini asıyor ve bu dünyaya veda ediyor. Yapılan incelemelerde kanında alkol ve uyuşturucuya rastlanmaması hayatına bilinçli olarak son vermeye karar verdiğinin kanıtı. Dahası, yıllar içinde yaptığı tek intihar esprisi de değil. Laf aralarında, kamera arkasında sürekli ama sürekli ölmekten, sosisli sandviç yerken boğulmaktan, kendi hayatına son vermekten bahsediyor. Bu görüntüler ve daha fazlası geçen hafta ABD’de vizyona giren “Roadrunner: A Film About Anthony Bourdain” belgeselinde var. Bourdain’in kameranın karşısında olduğu her an izlenerek hazırlanan bir belgesel bu. Hem bizim televizyonda izlediklerimiz, hem de yayına verilmeyen saatlerce görüntü taranarak hazırlanmış. İki saatlik süresine rağmen 10 saat daha olsa izlenirdi kesin. Amacı Bourdain’in hayatını aktarmak ama tabii ölümünün gölgesi o iki saatin üzerinde dolaşıyor.

        *

        “Roadrunner” özellikle Bourdain’in neden kendisini öldürdüğünün yanıtını aramıyor ama çeşitli senaryolar üzerinde duruyor. Sevgilisi Asia Argento’nun bir başka erkekle el ele fotoğrafçılara yakalanması, Bourdain’in bu fotoğraflar üzerine otel odasına çekilmeden önce “Ulan insan biraz saklı yapar,” demesi, Argento’nun bir anda devreye girip Bourdain’i arkadaşlarından ve yıllarca birlikte çalıştığı ekibinden uzaklaştırması gibi ayrıntılar var.

        İzleyenlerden bazıları belgeselin Argento’yu intihardan sorumlu tuttuğuna dair tavır aldığını düşünüyor. Oysa Bourdain’in problemli hayatında Argento sadece küçük bir bölüm. Bourdain’le birlikte çalışan bir yönetmenin dediği gibi “Tony kendi kendine bu kararı verdi.”

        Yine de intiharının gizemi merak uyandırıyor, zira dışarıdan bakıldığında dünyanın en güzel hayatını yaşıyor gibi gözüküyordu Bourdain. 40 yaşından sonra yazar olarak şöhrete ulaşmış, ardından televizyon yıldızı olup dünyayı gezip en güzel yemekleri yiyen, en renkli insanlarla tanışan bir hayata adım atmıştı. Barack Obama’yla Uzakdoğu’da bir lokanta taburesinde karşılıklı bira içiyordu mesela.

        Gittiği ülkelerde sadece her önüne gelen yemeği denemekle kalmıyor, uzak diyarlara erişimi olmayanlara Haiti’deki depremin hasarlarını ya da Kongo’da sömürgeciliğin travmalarını da aktarıyordu. Barış Manço’nun dünyayı gezmesi gibi şeker kaplı bir gezelim-görelim programı değildi. Zaten derdi hiçbir zaman yemek değil, yemek sadece bahane, önemli olan farklı kültürleri, dünyaları tanımak ve tanıtmak gibi gözüküyordu.

        Ne olursa olsun, dışarıdan bakıldığında pek çokları için – kesinlikle benim için – özenilesi bir iş yapıyor gibi gözüküyordu. Üstelik sürekli neşeli, canlı, insanların kalbine dokunan bir tarafı vardı.

        Bir de işin kamera arkası var. Kamera arkası görüntülerde yılın 250 günü seyahat etmesinin de bir kaçış olabileceği anlaşılıyor. Çoğu zaman onu tek başına uzaklarda bir otel odasında canı sıkılırken görüyoruz. Sadece çekim için gittiği bir terapistin koltuğunda bir buçuk saat boyunca konuştuğunu, kendi iç dünyasını açtığına tanıklık ediyoruz. İçindeki boşluğu – artık her neyse – Instragram story’leriyle dolduruyor, ama otel pencerelerinden çektiği manzaralar bile kartpostal karelerindense içindeki karanlığı anlatıyor. Bugünden geriye bakıp bize bir mesaj verdiğini düşünmek mümkün. Uzun yıllar eroin bağımlısı olmasının da vücutta ve beyinde yarattığı hasar, onu ilk başlarda bağımlılığa çeken boşluğun vücudunu kimyasallardan tamamen temizledikten sonra bile dolmadığı ortada. Gözlerine baktığınızda görüyorsunuz zaten, bir kere junkie’yse hep junkie gibi bakıyor.

        Aynı dönemde yaşı birbirine yakın modacı Kate Spade ve Türkiye’de gece hayatının çok iyi tanıdığı, herkesin arkadaşı Aliye Turagay’ın intihar etmesi de tesadüf değil herhalde. Geçim sıkıntısı gibi başka sorunlar yüzünden hayatına son veren insan sayısının Türkiye’de giderek arttığı iddiaları halının altına süpürülüyor—ta ki halının altında çok fazla ölü insan birikene kadar.

        *

        Anthony Bourdain belgeseli şahsi bir bağ kurdum, belki bu yüzden çok etkilendim. Kendi hayatımda sık sık “Madem ki intihar etmeyeceğiz o halde içelim,” düsturundan yola çıkarak türlü espriler geliştirdiğim, etrafıma bunun farklı şekillerini söylediğim oluyor. Zaman zaman hayat sıradan bir karara zorladığında “İntihar mı yoksa bu mu?” diye konuşmayı alışkanlık haline getirdim. Ucunda intihar yoksa her şey kabul edilebilir gibi… Ama bazen “İntihar mı yoksa banka müşteri hizmetleriyle konuşmak mı, intihar mı yoksa taksiyle gitmek mi,” gibi absürt noktalara taşıdığım da oluyor.

        Geçenlerde birlikte yaşadığım kişiye “Sırf sen arkamdan uğraşma diye intihar etmiyorum,” dedim. Çok da üzerinde düşünmedim, çünkü bugüne kadar intihar benim için lise yıllarımdaki romantik bir duruşu çoktan geçip şaka yapılası bir noktaya ulaşmıştı.

        Yaptığım iş kamuoyunun gözünde olduğu için tıpkı “Şov devam etmeli,” diyen sahne sanatçıları gibi her seferinde bir performans sergilemek zorunda olduğumu biliyorum. Gazete köşeleri bize şahsi dertlerimizi anlatmak için tahsis edilmedi sonuçta. Ama, elbette, benim için de hayatın çok ağır geldiği, zaman zaman yataktan çıkmak istemediğim, tek bir tuşa dahi bakmak istemediğim anlar oluyor. “OK Computer” dinleyip en klişe liseli depresif pozuna bürüyorum.

        *

        İki hafta önce yazılarıma ara verdiğimde ilk kez çalışarak ruh halimi iyileştiremeyeceğimi fark ettim. Halbuki annem öldükten beş gün sonra bile bilgisayarın başına geçerek, yazıya, o performansa veya işime sığınmak kaybı o dönem için nispeten daha hafif geçirmeme vesile olmuştu. Ama işte geçen haftalarda ilk kez yazının iyileştirici etkisinin bile yetmediğini fark ettim. Onun yerine uzun uzun bisiklete bindim, spor salonunda saatler geçirdim, ağırlık kaldırdım, yağmur altında ve aşırı sıcakta yürüdüm. Çünkü bazen tutunamadığımı hissediyorum.

        Geçen hafta Anthony Bourdain belgeselini izlediğimde hayatta durmadan çalışmanın, çalışmaya sığınmanın bir kaçış olduğunu düşündüm. Elbette Bourdain ve benim depresyonum eşit değil, her şey bir yana hayatımın hiçbir zamanında beni bağımlılığa sürükleyecek kadar derin bir varoluşsal sorun yaşamadım. Kimseyi ürkütmek de istemiyorum, yakın ya da uzun vadede intihar edeceğimi zannetmiyorum. O kadar cesur ya da korkak değilim—bakış açınıza göre seçebilirsiniz. Tabii annem artık hayatta olmadığı için bunları çok daha rahat yazabiliyorum.

        Bundan birkaç sene önce içinden çıkamadığım bir durum yüzünden bir “şifacı” (healer) yardımıma koşmuştu. Hayatımın en etkileyici ve dönüştürücü tecrübelerinden biriydi onunla yaptığım seanslar, verdiği ilk ders nefes alıp vermesini öğretmekti. Ama hepsinden öte ondan bana tek bir cümle kaldı geriye. Bir gün neredeyse laf arasında, çok da vurgulamadan “Sonuçta sonunda kendimizi öldürmeyeceğiz,” demişti ve ben intiharın bazılarımız için gerçekten bir seçenek olmadığını, sonunda hakikaten hayatta da kalınabildiğini öyle fark etmiştim. Basit ama doğru zamanda gelen bir cümleydi. Tutunmayı öğretti bana.

        Geçen gün o belgeseli izledikten sonra bugüne kadar o kadar intihar şakası yapmamdan ürktüm. İntihar edecek kişi bundan bahsetmez, diye yaygın bir inanış var. Ama şakasını yapıp kendisini öldürene ne demeli? Başıma bir şey gelse da tıpkı Bourdain’in bu-ağaç-dalı-kendimi-assam-taşır-mı esprisi gibi sadece ileride dönüp bakıldığında anlam kazanacak pek çok iz bıraktığımı düşündüm, kendimden korktum. Hayatı sürekli işle doldurmam da tehlike çanı mı? Lafı nereye getirmek istediğimi bilmiyorum açıkçası. İki haftalık aranın ardından epey de zorlanarak yazdım bu yazıyı; paslanmışım gibi. Ama şimdi bu yazı bittiği için mutluyum, bitirebildiğim için ruh halim daha iyi, hala yazı yazabildiğim için minnettarım. Belki de bu benim mücadele yöntemim. Mücadele edemeyenleri de çok çok iyi anlıyorum.

        Diğer Yazılar