Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Fiyatların artması, geçmişle kıyaslanması tipik bir yaşlılık belirtisidir. Ama bu yaz Türkiye kıyılarındaki fiyat artışından yakınmanın nostaljiyle değil mantığın tamamen yok olmasıyla alakası var. Fethiye koyundaki Yazz Collective’in 75 TL’ye sattığı ekşi maya ekmeği epey haber olmuştu, buradan yola çıkarak ben de bir ekmek ekonomisi araştırması yapmaya başladım.

        Türkiye’nin pandemiden sonra hızla ekmek yapmaya alışması yeni bir ekşi maya ekonomisi doğurmuş. İyi lokantalar artık kendi ekmelerini, pidelerini yapıp önümüze getiriyor. Aşırı zenginler de malikanelerindeki aşçılardan kendi ekmeklerini yapmalarını istiyor, misafirlerine gururla sunuyorlar. Türk ekmeği uzun yıllar tek çeşitti, alternatifi kepekli ya da İstanbul’da halk ekmekti sadece. Şimdi her yerde ekşi maya var. Bir pasta aşçısı kullandığı ekşi mayanın 118 yıllık olduğunu söylüyor, inanayım mı bilemedim.

        Çeşme’de Ilıca’da küçücük bir dükkan var, sadece ekşi maya ekmeği satıyor. Sattığı ürünün ekmek olmadığını söyleyen ve alışveriş sırasında önce ayaküstü bilgilendirme vaazı veren biri var. Ekmeğin tanesi 60 TL ve nakit çalışıyor. Demek ki 75’ten 60’a kadar değişebiliyor ekşi maya.

        Sadece o kadar değil, Çeşme’nin en havalı pastanesi Arpége’de benzer bir ekmek 30 TL’ye satılıyor. Bu pastane Paris fiyatlarıyla satış yapıyor zaten, bir bardak çay 12, bir ‘eclair’ 45 TL’ye alıcı buluyor.

        Alaçatı’da bir lokantanın ekmeğini çok beğendik, satıp satmadıklarını sorduk. “Bize özel” satabileceklerini söylediler, dilimleyip getirdiler. Hesap geldiğinde 35 TL yazıyordu ekmeğin fiyatı olarak. Epey de iyiydi ama 60 TL’lik ekmekle kıyaslayınca piyango vurmuş gibi hissettik. Bu sabah o ekmekleri birbirileriyle yarıştırdım: Eskiden köşe yazarlarının ıstakoz yarıştırdıkları, en geride kalanı yedikleri efsanesi vardı; çağımızda ekmek kızartma yarışmasına kadar geriledik işte. 60 TL’lik ekmek muazzam, 35’lik epey iyi, 30’luğa kötü diyebilirim.

        Serbest piyasada her ürünün bir alıcısı varsa satıcılar da istedikleri fiyatı koymakta özgür değil mi? Bakkalda ekmeğin fiyatı iki-iki buçuk TL arasında değişiyor. Ilıca’da fırında gevrek-simit-poğaça-börek fiyatları 2 TL ve 3 TL arasında oynuyor. Bahsettiğim pahalı ekmekleri yapmaksa günlerce sürüyor, hepsiyle teker teker ilgilenmek gerekiyor. Ama iki nere 60 nere değil mi? Aradaki fark 30 kat lezzetli mi? Belki. Yine de bu fiyat farkının mantığını açıklamıyor.

        Paris, New York, Londra gibi çok pahalı şehirlerde, kapitalizmin kaleleri olan başka yerlerde de anormal sıçramalara rastlamak mümkün. Ama New York’ta en ucuz ekmek bir dolarsa en pahalısı 10 dolar ya da biraz daha fazla oluyor. En ucuzla en pahalı arasında en fazla 10 kat fark var, 30 kat değil. Dahası, Türkiye’deki asgari ücret, gelir dağılımı da 10 dolara ekmek satılan şehirlerden kat be kat aşağıda.

        Kısacası, fiyatlar kafayı yemiş durumda. Üstelik bu sadece Beyaz Türk sokağındaki “niche” enflasyon.

        *

        Yaz başı Çeşme’ye gelen bir arkadaşım “İlk başta şok yaşadım, sonra ben de alıştım,” diyor. Genel ruh hali böyle olsa gerek, çünkü hemen herkes akşam yemeğinde kişi başı ortalama bin TL hesap ödemeye razı gibi duruyor. Sezonun kapandığı geçen hafta sonuna kadar bütün mekanlar tıklım tıklımdı. Beceriksiz belediye başkanları yüzünden tamamı barlar sokağına dönüştürülen Alaçatı’da boş masa bulmak hala imkansız. Birileri bu paraları veriyor ve nedenini merak ediyorum.

        Masalarda konuşulanlara göre bir kesim “Pandemi sırasında herkes o kadar bunaldı ki parayı önemsemiyor, gerekirse kredi çekerek eğlenmeye bakıyor,” diyor. Bir yaz tatili için insanlar kredi almaya razı oluyorsa bunun uzun vadede yaratacağı borç krizini ekonomistler öngörür herhalde.

        Bir başka teori zayıflayan ekonomiye, insanların fakirleşmesine rağmen çok küçük bir kesimin bu durumdan hiç ama hiç etkilenmemesi. Bazı Türklerin paraları var, hatta çok paraları var. Demek ki ekonomik adaletsizlik iyice abartılı bir noktaya gelmiş. Zenginler daha az zenginleşirken orta ve az gelirliler giderek fakirleşiyor ve uçurum büyüyor. Bu da iyiye işaret olmasa gerek.

        Çeşme’de sezon hep kısa bilinir, pandemi de gelince esnaf bunun acısını çıkartmak için fiyatları iyice artırdı. Bu anlaşılabilir. Ama “Önümüzdeki sezon bu fiyatların en az üç katı olacak,” diye de konuşuluyor. Üç-beş milyon TL’lik evlerin fiyatını daha ne kadar katlayabileceğini merak ediyorum. Bu sene bu hesapları ödeyenler önümüzdeki sezon üç katını da ödeyebilir mi, aklım almıyor.

        *

        Kıyılardaki fiyatlar sadece dolara vurulduğunda anlamlı oluyor, bazen orada bile tuhaf oranlar çıkıyor. Sahillerin en popüler rozelerinden bir tanesinin mönü fiyatı 1200 TL. Ama bu şarabı Batı’da hiçbir lokantada 120 Euro’ya bulmak mümkün değil. Market fiyatı 20-25 Euro, en fazla üç katına satılır. Türkiye’de tıpkı otomobil gibi içkinin üzerindeki vergilerle fiyatlar katlanıyor. İçki içmeseniz bile lokantalardaki fiyatlar New York’a eşit, ya da New York’tan daha ucuz. Bir: Burası New York değil. İki: Ortalama New Yorklunun geliriyle ortalama Türk’ün geliri eşit değil.

        Yine de Bodrum için bu pahalılığın bir açıklaması olabilir, en azından oraya uluslararası turistler ve ultra zenginler geliyor. 1200 Euro’ya en kötü odasını satan Edition’da Rus zengininin hizmetçisi kalıyordur. Çeşme’nin durumuysa vahim, çünkü burada uluslararası turist yok. Yine de nasıl kapatıldığı belli olmayan arazilere yapılan devasa binalarda “Sezon sonu avantajı, yüzde 40 indirimle geceliği 900 Euro’ya kalabilirsiniz,” diyen otel müdürleri var. Alaçatı’da yüzlerce odalı otel nasıl yapılabilmiş, kim buna izin vermiş, hakikaten anlamak mümkün değil.

        Bu paraları verecek uluslararası turist gelecek mi? Hayır, çünkü Çeşme hala bir kasaba ve tıpkı nasıl İzmir büyümeye, gelişmeye, büyük şehir olmaya, ikinci bir İstanbul olmaya niyetli değilse Çeşme de hiçbir zaman bir Bodrum olmayacak. Bu konuyu çok fazla deşmek istemiyorum çünkü işin içine İzmirlinin vizyonu, dışarıdan gelenlerden hoşlanmamaları – hala İstanbullu turist sevilmiyor burada – girecek ve şimdilik yeni bir cephe açmak istemiyorum.

        Övgüye değer birkaç mekan

        Övgüye değer birkaç mekan
        0:00 / 0:00

        Çeşme bugüne kadar sadece deniziyle bilinir, yemek için de en fazla balıkçıya gidilirdi. İstanbulluların gelmesi kasabadaki yeme-içme kalitesini gözle görünür şekilde artırmış. Tatil boyunca gözüme üç mekan çarptı, üçü de uluslararası kalitede yiyecek sunuyor. Yaz boyunca “hanut değil alınteri” ilkesiyle ziyaret ettiğim yerlerden etkilendiklerim bunlar.

        Bunlardan biri Momo. Alaçatı’daki bardan plaja terfi edeli epey oldu, plaj katında da yıllardır gençlerin eğlendiği partiler yapılıyor. Lokanta ise ayrı bir dünya. Yukarıdan oturup plajdaki partiyi izlerken Çeşme’deki en iyi yemeklerden birini yiyorsunuz. Aşçı daha önce Ulus 29’da çalışmıştı, hemen kendisini belli ediyor. Pizza’lardan deniz ürünlerine geniş bir plaj mönüsü var, ama ne yerseniz yiyin lezzetli. Önümüzdeki sene akşamları da hizmet verecek restoranı.

        Bir diğer mekan Sea Salt. Bana kalırsa Alaçatı’nın en güzel plajı Isolee’nin içinde bir balık lokantası. İstanbul şubesi de var, Ortaköy’de. Ama balıkçıdan bol mekanın olmadığı Çeşme-Alaçatı’da standardı yükseltmeye kararlı. Yediğim en iyi yemek, diyebilirim. Sea Salt’ı geliştirip dünya markası yapmak istiyorlar, birkaç seneye kadar farklı şehirlerde de açıldığını görürseniz şaşırmayın.

        Alaçatı-Ovacık arasında muazzam bir bahçenin içindeki Tarla geceleri Nada oluyor ve şaşırtıcı derece sürprizli bir yemek sunuyor. Çıta çok yukarıda. Ama Çeşme’nin diğer mekanlarından farklı olarak daha deneysel, daha cesur bir mutfak bu. Şaşıracaksınız ama en çok etkilendiğim karpuz-peynir tabağı oldu: Kişniş tohumlu, kırmızı şaraplı, bademli, kavunlu, otlu çok zengin bir tat bu.

        Bir de İstanbul’dan yeme-içme mekanı olmayan bir yerden bahsetmem gerekiyor, çünkü kime anlattıysam hiç kimse adını duymamıştı. Amerika’dan gelen misafirime tam bir Türkiye tecrübesi tattırmak için hamama götürmem kaçınılmazdı, soruşturduğumda da bu işi bilenler tek bir yere yönlendirdi beni: Ayasofya’nın karşısındaki Hürrem Sultan hamamı. Mimar Sinan’ın yaptığı bu muazzam bina dört-beş sene önce yenilenmiş, ama İstanbul’un bilinen diğer lüks hamamlarının aksine adı neredeyse hiç duyulmamış. Duyulması, bilinmesi gereken, övülmeyi hak eden bir yer.

        Tam İstanbul’un ortasında Uzakdoğu’nun en lüks spa’larını andıran şıklıkta, Osmanlı köklerini kaybetmemiş, çok etkileyici bir yer çıkmış. İnsanın içine girdiğinde kendini mutlu hissedebileceği bir hazine burası.

        İnsanın yolu ne kadar hamama düşer gerçi? Benim için turistten turisteydi. Ama İstanbul’a artık ben de turist olarak geldiğim için her geldiğimde uğrayacağım sanırım.

        Diğer Yazılar