Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Ben ayrıcalıklı sayılırım çünkü bir doların neredeyse bir TL’ye eşit olduğu o yılların tadını bol bol çıkardım. Bir ara İstanbul’da sadece üç-beş gün kaldığım bir yaz bile geçirdim. Gazeteden aradıklarında Amsterdam’da oluyordum, telefon çok yazıyordu, ne zaman döneceğimi soranlara bir yanıt veremiyordum çünkü ertesi gün Kopenhag’a da gidebilirdim ama Kopenhag’da sıkılırsak belki oradan Faroe Adaları’na geçebilirdik. Neden Faroe Adaları? Neden olmasın. Tek bir tablo görmek için Madrid’e uçmak fena fikir değildi. Londra’da National Portrait Gallery’de yılın basın fotoğrafları sergisini “işim gereği” elbette görmek zorundaydım. Berlinale’yi kaç sene arka arkaya “izleyici” olarak takip ettim.

        İmkan vardı, paramız değerliydi. Ucuz havayollarıyla seyahat etmenin, ucuz otellerde oda paylaşmanın, sırt çantalı bohem turistlerden bir üst seviyede ama lükse de bulaşmadan dünyayı gezmenin formülünü çözmüştüm. Benim için yurtdışına gitmek bir üstünlük göstergesi ya da bir yarış olmadı hiç. Hep kendimi biraz daha geliştirmenin aracıydı. İyi ki yapmışım. Bugün bunların hiçbirini yapamazdım. Guernica’yı sadece telefon ekranından inceleyebilirdim.Yurtdışına çıkınca insan besleniyor, sonra Türkiye’ye döndüğünde bütün biriktirdiklerinin kendisinden yavaş yavaş tükendiğini hissediyor. Sonra telefonu şarja koymak gibi tekrar insanın kendini yenilemesi için “dışarıya” atması şart oluyor. Bu güzel bir lükstü. Bugün artık hemen hemen hiç kimsenin sahip olmadığı bir lüks. Anlattıkça yakın zaman nostaljisi gibi geliyor.

        YURTDIŞI HAYALDEN DE ÖTE

        Bu anlattıklarım artık pek çoğumuz için hayalden de öte. Bundan birkaç sene öncesinde, döviz kuru yükselmeye başlamışken bile yine de çalışan gençlerin yılda bir kere falan yurtdışına gitmeleri mümkündü. Son yıllarda daha fazla Türk seyahat eder oldu; yurtdışına çıkmak sadece belli bir gelir grubunun imtiyazı olmaktan çıktı. Ama şimdi, hiç o büyük açılım yaşanmamış gibi, bu imkan insanların elinden alındı. Dahası, yurtdışına gitmek veya yurtdışında okumak durup dururken kötülenmeye başladı.

        Akıllı telefon kullananlardan sonra şimdi de Paris’te veya Londra’da okuyanlara sanki suç işliyormuş muamelesi yapılıyor. Buna verilecek basit yanıt “Urfa’da Oxford olsaydı,” ama gerek yok. Bir zamanlar devlet kendi çocuklarının yurtdışında okuması, kendilerini geliştirmesi için burslarla teşvik ederdi. “Harika çocuklar” böyle yetişti, “Dünyada adları bilinen Türkler” böyle ortaya çıktı. Uluslararası başarılar, ödüller böyle elde edildi. Türkiye’ye hizmet veren pek çok kişinin yolu yurtdışından gitti. Hatta ekonominin altın devri 2000’lerin ilk yıllarındaki reçeteyi yazanlar ve uygulayanlar da ABD’den geldi.

        Günümüzde bir senelik vakit kaybı bile gelecek kuşakların şekillenmesi için büyük bir engel; pandemi sırasında kapalı okulların çocukların eğitim hayatına onarılmaz hatalar verdiği defalarca tartışıldı. Şimdi bir kuşak, en azından vazgeçilene ya da iktidar değişene kadar, “Çin Modeli” denilerek yurtdışı fırsatından menediliyor. Hem yurtdışını gidip gezme lüksü yok, hem yurtdışında okuyup kendisini geliştirme imkanı.

        ABD’DEKİ ÇİNLİLER NE YAPIYOR

        “Ben iktisatçı geçinip de bu modeli ciddiye alanları eğlenerek izliyorum,” diye yazıyor Osman Ulagay bugün Dünya gazetesinde. “Çin ekonomisinin son 20 yılda 77 kat büyüyerek ABD ekonomisine rakip hale gelmesinde, Çin’in Batı’nın bilgi ve deneyim birikiminden azami ölçüde yararlanmasının, bilim ve teknolojiye öncelik vermesinin de büyük payı var.” Bugün Amerikan üniversitelerinin sadece mühendislik gibi sayısal bölümlerinde değil, sosyal bölümlerinde, iletişim fakültelerinde dahi Çin’den gelen pek çok nitelikli öğrenci var. Bu insanların bir kısmı iş bulursa ABD’de kalacak, ama büyük bölümü ülkelerine dönecek. Son yıllarda Rus öğrenciler de göze çarpmaya başladı. Bu isimler dönerken beraberinde öğrendiklerini de götürecek, büyük ihtimalle kendi ülkelerinde dışarıda gördüklerinin daha iyisini yapacaklar. Otoriter ve içe kapalı rejimler bile uluslararası rekabet için “yurtdışının” reddedilmeyeceğini biliyorlar.

        Tabii bir başka ülkeyi takip ya da taklit etmek bir seçenek. “Türkiye modeli” gibi kendi kendimize yeteceğimiz bir formül geliştirmek de. Özgür üniversitelerin, özgür sokakların olduğu, insanların ucuz işgücü yerine uluslararası refah standardında gelir kazandığı, vatandaşlarının gitmek değil dışarıdaki insanların gelmek istediği bir ülke kurmak da mümkün. Sadece sokakta dolaşarak insanın kendini geliştirdiği bir Türkiye de hayal değil, çünkü bir ara neredeyse böyle bir yere doğru gidiyorduk.

        90’ların sonu 2000’lerin başındaki o çok kısa aralık. İstanbul Film Festivali’nde keşfedilen yönetmenler, Caz Festivali’nde Patti Smith, arka arkaya yayınlanan kitaplar, yeni açılan cafe’ler ve o cafe’lerde yapılan tartışmalar, televizyonda “Siyaset Meydanı” gibi doktora seminerlerini andıran tartışma programları, gazetelerde her türlü tabunun tartışıldığı köşeler, Beyoğlu’nda yeni gece kulüpleri, yeni sanatçılar, sergiler, her-gece-bir-şey-var-evde-oturmaya-vakit-yok bir hayat. Vardı ve hiç de fena değildi. İki-üç sene hiç yurtdışına dahi çıkmadığımı hatırlıyorum, çünkü İstanbul’u bırakmaya vakit yoktu. O günlerde sokaklarda dolaşan hepimizin hayali bir gün yeniden olabileceği.

        Diğer Yazılar