Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Herhalde efsanevi sıfatını hak edecek kadar moda dünyasında etkisini gösteren eski Vogue editörü André Leon Talley yaşamının son yıllarında biraz şaka, biraz acınası duruma gelmişti. New York’un az dışında yaşadığı malikanesinin ev sahipleriyle davalıktı. Moda dünyasındaki etkisini kaybetmiş, başta Anna Wintour olmak üzere o dünyanın hakimleri onu dışlamaya başladı. Yves Saint Laurent, Karl Lagerfeld, Oscar de la Renta gibi isimler bu dünyadan ayrılıp modacı kuşağı değişince ona da ihtiyaç kalmadı.

        Birkaç sene önce Met Gala’da canlı söyleşi yaparken kameralara yakalanan bir an var: George ve Amal Clooney çifti onu görmezden gelerek içeri giriyor, Talley de arkalarından öfkeyle sesleniyor, “O Amal’a söyleyin, oraya gelirsem…” diye. Ama oraya giderek hali yok, çünkü yerinden kalkamıyordu. Pek çok yere tekerlekli iskemleyle taşınıyordu. Arkadaşları onu binlerce dolar verip zayıflama kamplarına yollamalarına rağmen daha fazla genişliyordu. Yalnızdı, belli ki yalnızlığı yiyecekle gidermeye çalışıyordu. Tom Ford gibi tanıdıkları ona özel kaftanlar ve djellaba’lar hazırlayıp yine de şık görünmesini sağlıyordu. 73 yaşında, çok da yaşlı denemeyecek bir yaşta dünyadan ayrıldığında tek başınaydı. Şimdi arkasından ağıt yakanlar, onun ne kadar efsanevi, ne kadar öncü, ne kadar önemli olduğunu anlatanlar onu son yıllarında yalnız bırakanlardı.

        TEK BAŞINA BİRİ

        Bazı insanlar doğuştan gürültülü olur, nitekim moda dünyasındaki herkes de onun görüntüsüyle – iki metrelik boyu, kiloları – var oluş biçiminin, konuşmasının birbirini tamamladığını anlatıyor. Bağırarak konuşan, yüksek sesli kahkahalar atan, abartılı ifadeler kullanan, teatral davranan biriydi. Vogue dergisinin en çok ilan alan sayısının anlatıldığı “The September Issue,” daha sonra kendisi hakkında çekilen “The Gospel According to Andrébelgesellerinde bu abartılı kişiliğini görmek mümkün.

        Kilo versin diye tenise başladığında spor dışında ne varsa daha ilgili görünüyordu. Baştan sona Louis Vuitton kıyafet ve aksesuarlarla korta değil podyuma çıkmış gibi bir hali vardı. Anneannesinin yanında okuduğu Vogue dergisinden öğrendiği moda dünyası, kumaş ve kesim tekniklerini ansiklopedik detaylara hakim olacak kadar ezberlemesi, yeni bir modacı bir ceket yaptığında ilham kaynaklarını, şeceresini kafadan söylemesi de abartılıydı. Moda dünyasının kraliçesi Anna Wintour belgeselde “Ben moda tarihi konusunda zayıfım, ondan çok şey öğrendim,” diye itiraf ediyor.

        Talley herkesten daha fazla bilmek, herkesten daha fazla çalışmak, herkesten daha fazla görünmek zorundaydı. Whoopi Goldberg onun için “Olmaması gereken her şey oldu,” diyor. New Yorker dergisi zamanında onu “The Only One” olarak tanımlamıştı, çünkü moda dünyasında uzun yıllar – hala değişim çok yavaş – var olabilen tek siyahtı. Andy Warhol’un Fabrika’sında resepsiyon görevlisi olarak sanat dünyasına girdi, Diana Vreeland’ın yanında Metropolitan Müzesi’nin kostüm enstitüsünde staj yaptı, Paris’te çalıştı, Vogue’da Anna Wintour’un en önemli çekimlerine (Naomi Campbell’la “Rüzgar Gibi Geçti”) imza attı, Karl Lagerfeld’in evinde kaldı. Ama bütün bu şaşalı dünyalarda hep dışarıdan biri, hep ötekiydi ve bu ona hep hissettirildi. Bir aksesuar gibiydi daha çok. O dünyanın parçası olabilmek içinse varını yoğunu ortaya attı, başkalarının kendi bilgisinden faydalanmasını sağladı.

        Sanırım bu açlığını Paris Moda Haftası’nda ön sırada yer alarak örttü, bir de abartılı kostümleri ve hal-tavırlarıyla durmaksızın “Ben buradayım,” diye kendini hatırlattı. Çünkü her an, her saniye, en ufak bir ayak kaymasında üzerinin çizileceğini biliyordu.

        SİYAH VE EŞCİNSEL

        Onun hikayesini siyah ırkından ve eşcinsellikten bağımsız düşünmek mümkün değil. Amerika’nın ırkçı güneyinde moda dergilerine bakarak, hayaller kurarak büyüyen, üniversitede Vogue almaya giderken başka öğrenciler tarafından taşlanan eşcinsel bir siyah gencin tek kurtuluşu zirveye çıkmaktı. Gösterişli, süslü püslü görüntüsü ve karakteriyle moda dışında ona olduğu gibi kapılarını açacak başka bir dünya yoktu. Ama orada bile ne kadar ince bir buzun üzerinde yürüdüğü belliydi.

        “The Chiffon Trenches” adlı otobiyografisi renkli anıların gölgesinde çok üzücü. Açık açık cinselliğinden bahsediyor ama Güney’de büyüdüğü için bu konularda konuşmaktan, hatta eyleme geçmekten bile çekindiğini anlatıyor. Her an kumaş ve dikiş düşündüğü için hayatında bir erkeğe yer olmamış. Ben satır aralarından işten feragat edip aşka zaman ayırırsa bugüne kadar kazandığı ne varsa kaybedebileceği korkusunu sezdim. Hemen arkasından “İ...” deyiverirler. Gerçi moda dünyasında kim değil, ama onun büyüdüğü yerlerde ve yıllarda bu konular hala tabuydu. Amerikan güneyinde ya da Türkiye’nin büyük şehrinde fark etmiyor, bu konuları konuşmayan, evlenme, evlat edinme, miras gibi hakların verilebileceğini tahayyül dahi etmeyen, görünürlüktense gizlenmeyi normal kabul ederek büyüyen kaç acılı kuşak var. Onlardan biriydi Talley de. Sadece eşcinsellik değil, onu oyundan attıracak iki sarı kartı vardı. Bir de “zenci”olarak var olmak zorunda ve moda dünyasında bile beyazlar canları sıkıldığında anda onu sırf bu yüzden oyundan atabilirler. Biraz böyle oldu zaten.

        Belli ki zor biriydi André Leon Talley. Arkadaşlık yapması da çalışması da yorucu tiplerden. Yaşlandıkça huysuzlaşan, eskidikçe ve kendisine değer verilmedikçe başka türlü dikkat çekmeye çalışan bir karakterdi. Kitabında her gün podcast kaydetmek için Condé Nast merkezine kendi cebinden ödeyerek tek yön 80 dolara Über’le gittiğini yazıyor. Zamanında her editöre Lincoln araba veren, Paris’e özel uçak kaldıran, dergicileri Ritz’de konaklatan, valizlerini kargoyla önceden yollayan bir medya kuruluşu en sembolik isimlerinin birinden taksi parasını dahi esirgemiş.

        Kendi hatası da vardı elbette: o altın yılların hep süreceğini, moda ve medya dünyasındaki dostlukların hep kalıcı olacağını, insanların onun konumunu değil de karakterini tercih ettiğini düşünmesi. İşte bu yüzden son yıllarında hep biraz komik hem biraz da acıklıydı, çünkü bu gerçekleri yeni yeni fark etmiş ama nasıl başa çıkacağını hiç anlamamıştı. Aslında hayat onun için daha da tatsızlaşmadan, daha fazla insan tarafından terk edilmeden, iyice parasız kalmadan, evini kaybetmeden bu dünyadan ayrıldı. Yalnız ayrıldı. En çok buna takıldım. Obit’inde geride hiç kimseyi bırakmadığını söylüyor. Zor zamanlarda çok çalışarak var olan ve engelleri aşarak var olmayı öğrenen yaşlı eşcinseller yalnız ölür.

        Diğer Yazılar