Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Belgeselin ne olmaması gerektiğini Netflix’in “Terim” yapımına bakarak anlamak mümkün. Ancak nasıl olması gerektiğine dair de medyada genel kabul görmüş bir kanı yok. Dünyada belgesel gazetecilikle sanat arasında yer alan muğlak bir alanda kabul ediliyor. Tam da bu muğlaklık yüzünden belgesel ne gazetecilikte olması gerektiği gibi keskin kural ve ilkelerle kendini sınırlıyor, ne de bir sanat eserinde olduğu gibi tamamen yaratıcılığa teslim oluyor. Gazeteciler de zaman zaman belgesel yapıyor, ama her belgesel yapan gazeteci olmuyor.

        Son yıllarda yapılan belgesel sayısı, bu belgesellere gösterilen ilgi epey fazla. Platformların içerik açlığı belgesellere yönelik ilgiyi artırdı. Eskiden bir-iki saatle sınırlı olabilen belgesel formu tıpkı “Terim”de olduğu gibi dört ya da daha fazla bölüme kolaylıkla uzuyor. Zaman zaman özellikle sakız gibi uzatılıyor ki izleyici ekran başından kalkamasın, tıpkı dizi izler gibi bir başka bölüme geçsin.. Ama nicelik ister istemez tarihe bir not düşme girişimi olarak basitçe tanımlanacak belgeselin niteliğini tartışmaya açıyor.

        DÖNÜM NOKTASI

        Belgesele dair bütün ezberler 1988’de bozuldu ve yeniden tanımlandı. O yıl Errol Morris’in Texas’ta bir polis cinayetini işleyen “The Thin Blue Line” belgeseli gösterime girdi. Morris davanın detayları titizlikle inceledi; tutarsızlıklar, karartılmış deliller, araştırılmamış iddialar buldu. Belgeselin bulguları sayesinde yanlış kişinin mahkum olduğu ortaya çıktı. Dahası gerçek katilin itirafı belgeselde yer aldı.

        Morris düpedüz gazetecilik yaptı. Ancak filmi bir haber programı ya da yazı dizisinden ayıran kullandığı teknikti. “The Thin Blue Line” sık sık canlandırmalara başvurdu, zaman zaman fona tansiyonu artıran dramatik müzik döşedi. Bu yöntemler şimdi alışıldık görünebilir, ama o zamanlar epey tartışma yaratmıştı. Hatta film bu yüzden Oscar’a aday dahi yapılmadı.

        Yıllar içinde Morris’in filmi birçok başka belgeselciye ilham oldu. Sadece biçim ve anlatım olarak değil, içerik bakımından da çıta yükseldi. Zamanla her belgeselin amacı “İşte bu!” denilecek bir şok arayışına dönüştü. Bir itiraf, tarihin akışını değiştirecek yeni bir bulgu, özel bir haber şarttı. Katil zanlısı iş adamı cinayeti kameralara itiraf etti, Michael Jackson’ın taciz ettiği çocuklar başından geçenleri anlattı, bir mağaraya ilk kez girildi, bu kaplan türü ilk kez görüntülendi, bu görüntüler ilk kez yayınlandı… Şok, flaş, son dakika gibi bizim televizyonların kullana kullana etkisini azalttıkları ifadeler çaktırmadan, üstü kapalı ve kibarca belgesele hakim oldu.

        Belgeselde ilgi çekici, şoke edici unsur adına olmayacak detaylara yoğunlaşılması, abartılması da kabul görüyor. Ya da görmezden geliniyor. Zaman zaman “Terim”de olduğu gibi tarih yeniden bile yazılabiliyor, bazıları unutulurken bazıları da içinden olaylar cımbızla seçilip hatırlatılıyor.

        Klasik kabul göre belgesel bir konuyu derinlemesine işleyen, bunu da görsel mecrada yapan, haberle akraba bir format. Bir konu enine boyuna ele alınır, hangi tarafı varsa konuşturulur ya da konuşturulmaya çalışılır, sonunda da ya yargıya varılır ya da karar izleyiciye bırakılır. Mümkün olduğu kadar objektif olunması, ele alınan konuya gazetecilik mesafesiyle yaklaşılması, belgeselin hayranlık destanına dönmemesi hayati önem taşır.

        “Terim” konusuna tapınan bir “hagiography,” ama benzer şekilde “anısına” yapılmış kategorisine girebilecek “David Crosby: Remember My Name” tam tersi. Bütün kusurları, hataları, arkadaşlarına attığı kazıklar akla hayale gelmeyecek bir dürüstlükle masaya seriliyor. Bir daha yüzüne bakmayacağını söyleyen arkadaşları bile konuşturuluyor. Belgeselle tapınmayı ayıran bu yaklaşım farkı. Türkler kendilerini eleştirmez, başarısızlıklarını anlatmaz, anlatılmasını sevmez, övülmek isterler. O yüzden bizde pek belgesel yapılmaz.

        SEÇENEK ÇOK

        Belgeselin illaki yeni bir bilgi aktarması gerekmiyor; bazen sadece unutulan ama unutulmaması gereken bir meseleyi hatırlatmak, insanın gözünün içine sokmak, yeniden tartıştırmak için yapılan belgeseller var. Central Park’ta bir koşucunun öldürülmesi, Münih Olimpiyatları, İkiz Kuleler arasında yürüyen ip cambazı gibi konuların bu amaçla belgeseli yapıldı.

        Maç boyunca Zidane’ı birçok farklı açıdan çeken film bir video-art mı belgesel mi? Bu sene Oscar’a aday olan “Flee” animasyon mu belgesel mi? Ya tam da bugünlerde kıymeti yeniden anlaşılan “Persepolis” filmi?

        Bugün belgeselin nasıl olması gerektiğinin net yanıtı yok. Her belgeselcinin yaklaşımı da kendine özgü. Ama “Televizyonlarda daha fazla belgesel izlemek istiyorum,” diyen izleyicinin yalan söylemediği bir çağa girdik adeta.

        Belgeselin tanrıları

        Belgeselin tanrıları
        0:00 / 0:00

        Amerikan belgeselciliğinin tanrılarından Ken Burns ele aldığı her konuyu en ince detayına kadar araştırıp tarihe kalacak, insanlığın faydalanacağı bir belge bırakıyor. Caz, Brooklyn Köprüsü, beyzbol, II. Dünya Savaşı…

        Bir başka belgesel tanrısı Frederick Wiseman ise bir etnograf gibi ele aldığı kurumları yakından incelerken kendisini dışarıda tutuyor, sadece gördüğünü yansıtıyor. Dört, bazen yedi saati bulan tek parçalı Wiseman belgeselleri Berkeley Üniversitesi, New York Halk Kütüphanesi ya da Boston belediyesinde adeta görünmez adam olarak dolaşmaya olanak tanıyor. Ne kadar sıkıcı olduğunu tarif edemem bu belgesellerin, ama bir yandan da konuyla ilgiliyseniz gözünüzü ayıramıyorsunuz. Wiseman’ın “Jackson Heights” belgeseli New York Times’ın “21. Yüzyılın Şimdilik En İyi 25 Filmi” arasında.

        İzlediğim en iyi spor belgeseli

        İzlediğim en iyi spor belgeseli
        0:00 / 0:00

        Ne belgesel, ne sinema filmi… Hiçbiri birkaç sene önce bir oturuşta izlediğim “O.J.: Made in America” gibi yer etmedi bende. Belgesel formatının belki de nasıl olması gerektiğinin en çarpıcı örneklerinden biri bu yedi saatlik yapım. Ya da benim kendi tercihim diyeyim: Sadece bir olayı ya da bir kişiyi anlatmıyor, bir olay veya kişiyi yaşandığı zamanın ruhu, dinamikleri, siyasi ve sosyal ikliminin içine oturtarak aktarıyor, resmin tamamlanmasını, neyin neden yaşandığının daha net anlaşılmasını sağlıyor.

        Bütün dünyanın cinayetle tanıdığı O.J. Simpson başlı başına ilginç bir olay zaten. 24 saatlik haber maratonunun, Kardashian’ların, şöhret kültürünün başlangıcı. Konunun hemen hemen her tarafı kitap yazıp kendi hikayesini anlattı, hakkında diziler çekildi, televizyon programları yapıldı, binlerce sayfa yazı yazıldı.

        Belgesel buna rağmen bu çok çiğnenmiş sakızdan yedi saatlik bir malzeme çıkartıyor ve meşhur cinayete ortalarına kadar değinmiyor bile. İlk bir saati sadece Los Angeles hakkında hatta. Ama bu sayede de O.J. olayı bir bağlama oturtuyor; konuyu sıradan bir cinayet, magazin ya da spor sayfası haberinin ötesine taşıyor. İçinde sınıf atlama hırsı da var, Amerika’nın ırk dinamikleri de.

        Daha da önemlisi eski eşini öldürdüğüne dair hemen hemen hiç şüphe olmayan bir futbolcunun nasıl elini kolunu sallayarak serbest kaldığının yanıtını veriyor. Amerikan futbolu da olsa, burada da futbol asla sadece futbol değil işte.

        Böyle bir belgesel varken “Terim” nasıl beğenilir?

        Diğer Yazılar