Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Derler ki Tanrı’nın laneti Haiti’nin üzerinde olduğu için ülkenin başı dertten kurtulmaz, Haitiler vodou yapmayı sürdürdükçe felaketle cezalandırılırlar. Orada devlet başkanı uykusunda öldürülür, deprem ülkeyi dümdüz eder, aynı adayı paylaştığı komşu ülkede ağaç yıkılmazken fırtına Haiti’nin tarlalarını işlenmez hale getirir. Politikacıların yıllardır süregelen hatalarını, çevreyi mahveden çarpık yapılaşmayı, inşaat konusunda herhangi bir denetim ve düzenlemenin olmamasını tartışmak zordur. Üstelik Batı’nın yıllarca bu ülkeyi sömürmesi de vardır bugünkü durumda. Ama vodou’dur deyip işin içinden sıyrılmak kolay. Tıpkı bizde de depremin asıl sorumlusunun HAARP olduğuna inanmak gibi.

        Az gelişmiş ülkeler çok katmanlı sorunlara ucu herkese dokunacak yanıtlar vermektense işin kolayına kaçmak alışkanlıktır. 1999 yılında Türkiye’de depremin faturası da herkesin hesap vermek zorunda bırakıldığı sistemli bir yüzleşme, ardından iyileştirme çabasına vesile olmadı. Müteahhitler, hatta sadece bir-iki tane yazlık site yapan bir müteahhit bedelini ödedi, hepimiz onun üzerine çullandık ve vicdanlarımızın Taksim Meydanı’ndan sallandırdıktan sonra rahatladık. Yas bittikten, şehirler temizlendikten ve yeniden gündelik rutinimize döndükten sonra son yaşanan depremlerin de faturası birilerine kesilecektir illaki. Ve tıpkı dün olduğu gibi bu cezayı ödemek zorunda kalan on binlerce insanın ölümünün gerçek sorumlusu olmayacaktır.

        BİRİNCİ DÜNYA FARKI

        “Türkiye’deki gibi bir deprem California’da yaşanırsa perişan oluruz.” Dünkü Los Angeles Times’daki bir haberin başlığı bu. Deprem bölgesi California’da yıkıcı bir sarsıntı bekleniyor, yüzyıllardır bekleniyor ama yeteri kadar hazırlıklı olmadıklarından şikayet ediyorlar. Google, Apple gibi teknoloji şirketlerinin de merkezlerinin olduğu eyaletin kuzeyindeki Bay Area bölgesindeki binaların yüzde 25’inin 7.0 şiddetinde bir depremde ciddi hasar göreceği hesaplanıyor. 10 işyerinden dokuzunun, 10 evden sekizinin deprem sigortası yok.

        Amerika depremde dayanıklılık konusunda tercihi bireylere bırakıyor: 200 senede bir deprem olacak diye ciddi bir yatırım yapmak, binaları temelden sağlamlaştırmak, milyarlarca dolar kaynağı buraya akıtmak ne kadar mantıklı?

        Los Angeles Times biraz da California’yı sarsıp uyandırmak için felaket senaryosu çiziyor. Zira 2019’daki 8.1 şiddetindeki depremde 100 ev ve işyeri zarar gördü. Ne olursa olsun birinci dünyanın felaketiyle üçüncü dünyanın yıkımı eşit olmuyor.

        1995’te 6 bin 500 kişinin hayatını kaybettiği Kobe depreminden sonra Japonya zaten epey zor olan inşaat koşullarını daha da zorlaştırdı. Ülke deprem meselesini temelden, evet, kelimenin tam anlamıyla temelden çözmeye karar verdi. 1995’te 5 bin kişi birkaç dakika içinde hayatını kaybetmişti, ancak bugün Japonya’daki inşaat teknolojileri ve depreme dayanıklılık sayesinde çok şiddetli depremleri bile yüksek binaların tepesindekiler hissetmiyor. (2011’de ciddi ölüm tsunami yüzünden yaşandı.) Depremi yaşayan biri New York Times’a bir keresinde evinde sarsıntıyı hissettiğini ama kitaplıktaki kitaplar yerinden oynamayınca düşük şiddetli olduğunu anlatıyor.

        1995’ten beri Japonya’da binaların temeline sismik enerjiyi yumuşatan hidrolik şok emiciler konuluyor. Binayla toprak arasına yerleştirilen dev kauçuk ve çelik tabanları andıran bu teknoloji sayesinde yer sarsılıyor, ama bina yerinde kalıyor. Amerika’da gökdelenler deprem sırasında salıncak gibi sağa sola gidiyor, ama Japonya’da çoğunlukla sabit kalıyorlar. İki ülkenin yaklaşım farkı ABD’de “depreme dayanıklı bina” dendiğinde hasarın, Japonya’da çöküşün önlenmesi olarak özetleniyor.

        Bir diğer fark da ABD’de binaların bu şekilde yapılması tercihe bağlı, Japonya’da ise kanuni zorunluluk. California’da Apple Park bu teknolojiye sahip nadir binalardan biri. Savuracak milyarlarca doları olan Apple’ın binasını böyle bir temele dayandırması şaşırtıcı değil. Daha doğrusu Apple Park’ın temeli bile yok; yine New York Times’ın aktardığına göre yeteri kadar güçlü bir helikopter bulunursa binayı havadan yukarı çekebilir.

        Yönetim kuruluna ve hissedarlarına maksimum karlılık getirme yükümlülüğü bulunan pek çok şirketin temele milyarlarca dolar yapma önceliği olmayacaktır. Sadece şirketler de değil, pek çoğumuz kendi sahibi olduğumuz binaların yenilenmesi, güncellenmesi, yıkıp kitabına uygun yeniden yapılması için Japonya’daki gibi kentsel dönüşümün faturasını karşılamak istemeyebiliriz. Ancak Japonya milyarlarca dolarlık masrafın altına girdi, çünkü yıkılan veya hasar gören binaları yeniden yapmak ya da onarmak baştan sağlamlaştırmaktan dört kat daha masraflı. Dahası bu fatura devlet tarafından da karşılanabilir.

        DEVLET PARAYI NEYE HARCAYACAK

        Devletler de şirketler gibi zaman zaman karlılığı ön planda tutacak adımlar atmak zorundadır. Devleti yöneten parti için maksimum kar seçim başarısıdır, Türkiye’deki hemen hemen bütün siyasi partilerde de atılan her adımın bir sonraki seçim için yatırım olduğunu görmemek olanaksız. Son 20 yılda hem iktidarın hem de seçmenin en çok övündüğü de inşaata dayalı projelerdi.

        Oysa inşaata dayalı büyümenin, yıkmanın değil yapmaya, agresif bir şekilde yapmaya önem verilmesinin kozmetik bir ilerleme olduğu farklı şehirlerden gelen görüntülerden belliydi. Dün televizyonda bir iktidar milletvekili şehre giren çıkan yolların yetmediğini söylediğine denk geldim. Bütün ülkeyi duble yollarla donatmak bu iktidarın en önemli gurur madalyalarından biriydi. Tıpkı her şehre havalimanı yapmak gibi. Dün o havalimanlarında da sivil uçaklar iniş-çıkış yapmıyordu.

        Uçmadığı havalimanına, kullanmadığı otobana bakarak zenginleştiğini düşünen halk ise Türkiye’nin büyüdüğünü, ilerlediğini, geliştiğini bu inşaatlarla ölçtü. Oysa her gelişme ilerleme demek değildir. Dün BOTAŞ tedbir gereği doğalgazı kesince şehirlerde ekmek üretimi de durdu. Oysa ekmek neden gazlı fırınlarda yapılmaya başlanmıştı, neden geleneksel odun ateşinde pişirilmez oldu? Bu sorunun yanıtı başka birçok cevabı da verecektir zaten.

        İzmir Belediye Başkanı Tunç Soyer’e yönelik eleştirilerden biri Körfez’deki kokuyu bir türlü gidememesi. Oysa Soyer kentte 200 km.’lik kazı yaptıklarını, önce altyapıyı değiştirmeleri gerektiğini söylüyor. Ancak bu sayede Körfez’deki kokunun giderileceğini anlatıyor. Uzun sürecek, meşakkatli bir çalışma bu. Dahası, altyapı çalışması mecburi olsa da seksi ve satılabilir değil. Belki de koltuğuna mal olacak bu kazılar. Politikacı ne yapmalı?

        Bir dönem AK Parti’de siyaset yapan Cüneyd Zapsu anlatıyor: “2004’te belediye başkanlığı seçimi vardı, araştırdım. İstanbul’un ana meselesi deprem, diğer her konu ikinci, üçüncü, dördüncü sırada. Kendimi verdim bu konuya. Üçte birini yıkmak gerekiyor. Düşünebiliyor musunuz bu şehrin üçte birini yıktığınızı? Herkes sizden nefret edecek. Oradan oraya gidemeyeceksiniz. Senelerce! Bir daha da seçilemeyeceksiniz ve bitiremeyeceksiniz o işi. (…) Popülist olmaya mecbursun, yoksa seçilemezsin. Popülist olduğunda yapman gereken şeyleri de yapamayacaksın. Beceremeyeceğim, dedim, vazgeçtim.”

        Depremler sonrasında yaşanan yıkımın sorumlusu olarak yaygın olarak politikacılar, mühendisler ve iş dünyası gösterilir. Ama bu üçgenin tam ortasında bir de siz duruyorsunuz, ben duruyorum. Hiçbirimiz daha masum değiliz. Vodou’dur vodou.

        Diğer Yazılar