Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Derbederliğin, koşullar öyle gerektirdiğinde hemen her konuda insana çıkardığı bir fatura vardır. Devletler açısından da derbederliğin uzun süre taşınabilecek bir özellik olmadığını hep akılda tutmak gerekir. Dünyanın en güçlü devleti ABD’nin Donald Trump döneminde gücünden, prestijinden, inandırıcılığından ne ölçüde kayıp verdiğine bakmak durumu anlamak için yeter.

        Türkiye’nin dünyayla ilişkilerindeki gelişmelere baktığınızda, yönetimin avukatlığını yapmak ve konumlarını muhafaza etmek için akla gelebilecek gelmeyecek her türlü lafı edebilenler dışında, hemen herkes gidişattaki arızaların farkında. Muhataplarınızın kendinizi içinde bulduğunuz durumda bir paylarının olması, meselenin vahametini ortadan kaldırmıyor.

        Şu sıralarda bu ülkede günü kurtarmak dışında pek bir derdin olmadığı, geleceği kurmak, ülkenin gençlerini ürkütücü bir 21. yüzyıla hazırlamak gibi bir kaygının taşınmadığı ortada. Eğitim işinin kimlere emanet edildiğini ve müfredatın içerdiklerini hatırlamak bu konuda karalar bağlamak için yeterli. Yeni Türkiye’yi kurma projesi sadece fakiri fakir, cahili cahil, bağımlıyı bağımlı bırakmayı sürdürecek bir ideolojik girdap sunuyor. Ülkenin insan malzemesindeki kendine saygı eksikliği ve eyyamcılık da, geleceği ağır ipotek altına alan bu gelişmenin engellenmesini imkânsız kılıyor.

        Bugüne dek bu derbederliğin yüksek bir hasara yol açmaması dünyanın da düzeninin bozulması, kuralların allak bullak olması, büyük güçlerin aralarında uyum sağlayamamaları nedeniyleydi. AB yönsüzlük ve lidersizlikten mustarip, ABD radikal bir yeniden yapılanma arayışında, Çin ekimdeki parti kongresine odaklanmış ve hâlâ küresel sorumluluk almama niyetindeydi. Rusya ise yapıcı siyaset üretmekte zorlandığından, hasımlarının altını oymaya odaklanmış haldeydi.

        Bu ortam bölgesel güçlere başka zamanlara göre daha rahat at koşturacakları bir alan sunuyordu. Sanırım bu dönemin de bir şekilde sonuna yaklaşıyoruz. Küresel güçlerin zaaflarından, alan açmalarından epeyce yararlanan, hele bir dönemki reformcu enerjisiyle kendisine hemen tüm önemli merkezlerde müthiş bir kredi açılan Türkiye’nin dış politikadaki manevra alanı da bu nedenle daralacaktır. Zaten daralıyor da.

        Türkiye’nin yıldızının parladığı döneme göre şartlar hızla ve ülkenin avantajına olmayacak şekilde değişirken, Ankara’nın diş politika tercihlerinin gecikmiş faturaları da yavaş yavaş önümüze geliyor. Böylesi bir durumda Ankara’nın mümkün olduğunca içinde bulunduğu yalnızlığı aşmaya çalışması gerekirdi. Bunu yapmanın ilk şartı da içeride ülkeyi giderek daha fazla felç eden kutuplaşmadan, yetişmiş insanlarını zindanlarda çürütmekten, yargının saygınlığını tümüyle yok etmekten vazgeçerek, diplomasi diline ve diplomasi yöntemlerine dönmek olurdu.

        Buna ek olarak müttefiklerle kaybolan diyaloğu diriltmek mutlaka gerekirdi. ABD ile Suriye bağlamında askerler arasında sağlanan ve henüz ne ölçüde kalıcı ya da geçici olduğu kestirilemeyen işbirliği siyaset sahnesine uzanamıyor. Washington’da elçilik önünde Amerikan vatandaşlarına dayak atmanın faturası, Kongre tarafından dışlanmak olmuştu. Şimdilerde işin yargı boyutu da öne çıkmaya başlıyor.

        Yargı deyince de Ankara’nın en öncelikli konusu olduğu söylenen Fethullah Gülen’in iadesi konusunda bir gelişme yaşanmazken, Reza Zarrab davasında sanık sayısı, eski bir bakanı ve Halk Bankası’nın eski genel müdürünü içerecek şekilde genişliyor.

        Böyle bir davadan sanıklar hakkında suçlu kararı çıkması ve savcının iddia ettiği gibi Halk Bankası’nın yasal olmayan işlere karıştırıldığının sabitleşmesi halinde, Türkiye ağır bir itibar kaybına uğrayacaktır. Üstelik, kendisini giderek kuşatıcı ve tüketici bir yalnızlığın içinde bulurken.

        Diğer Yazılar