Yerel Haber Hattı 0536 266 79 69
KONUŞMAYI BAŞLAT
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

FATİH ALTAYLI / HABERTÜRK

YAZI DİZİSİ 1

Maçı kafasında kaybetti ve Federer’i yenemedi

31 ülkede yapılan 64 turnuva sonucunda dünya tenisinin en iyi 8 erkek oyuncusu ortaya çıkıyor ve bu en iyi 8 oyuncu Londra’da dünya finalini oynuyor. Tenisin “dünya finali” diyebileceğimiz bu organizasyonda 8 süper raket vardı ve ben de yarı finalleri ve finali izlemek için oradaydım.

AYLAKLIK güzel şeymiş.

Gez dolaş...

Gör öğren...

Yeni şeyler keşfet.

Sıkıntılardan kurtulamasan da en azından kafanın arkasına at.

Son yazımda dediğim gibi “geziyorum”, daha doğrusu “gezmeye başladım”.

“Bu hafta sonu Londra’ya ATP World Tour’a gidiyorum, Federer’i izlemeye” diye yazdığımda Federer’in yarı finale çıkıp çıkmayacağı belli değildi, ama fakirin duası kabul olmuş olmalı ki, Londra’ya gittiğim gün muazzam bir yarı final maçında izledim Federer’i.

Ama maçı anlatmadan önce bilmeyenler olabilir diye ATP World Tour Finals ne, onu anlatayım.

ATP dediğim, Association of Tennis Professionals.

Yani Profesyonel Tenisçiler Birliği. Yani dünyadaki bütün profesyonel tenisçilerin içinde olduğu ve bütün büyük turnuvaları düzenleyen birlik.

World Tour Finals ise ATP’nin en önemli tenis olayı.

Elbette bir Grand Slam Turnuvası değil, ama tenisin en iyilerinin bir araya geldiği organizasyon.

31 ülkede yapılan 64 turnuva sonucunda dünya tenisinin en iyi 8 erkek oyuncusu ortaya çıkıyor ve bu en iyi 8 oyuncu Londra’da dünya finalini oynuyor.

Bu yıl Londra’daki finallere gelen 8 oyuncu 1 numara Sırp Novak Djokovic, 2 numara İsviçreli Roger Federer, 4 numara Federer’in vatandaşı Stanislas Wawrinka, 5 numara Japon Kei Nishikori, 6 numara Büyük Britanyalı Andy Murray, 7 numara Çek Tomas Berdych, 8 numara Kanadalı Milos Raonic, 9 numara Bosna doğumlu Hırvat Marin Cilic’di.

Sıralamada 3. sırada bulunan İspanyol Rafael Nadal ise sakat olduğu için gelememişti.

Tenisin “dünya finali” diyebileceğimiz bu organizasyonda işte bu oyuncular vardı ve ben de yarı finalleri ve finali izlemek için oradaydım.

Benim önceden umut ettiğim gibi Federer yarı finaldeydi ve karşısında vatandaşı Stanislas Wawrinka vardı.

Wawrinka ile Federer arasında aslında tam bir “kardeşlik hukuku” var. Wawrinka’dan birkaç yaş büyük olan Federer, Wawrinka’nın idolü. Yıllardır dünya tenisini domine eden Federer gerçi herkesin idolü ama Wawrinka ile çok yakınlar. Kardeş gibiler.

Ve bu iki tenisçi, süper bir yarı finalde karşı karşıya geldiler.

Tabii mesele finale çıkmak olunca kardeşlik hukuku falan da kalmadı.

Seyircilere muazzam bir maç izlettiler.

3 saate yakın süren 3 setlik maç sonunda Federer kazandı. Üstelik de maçı başından sonuna kadar Wawrinka önde götürdüğü ve 5 kez “maç sayısı” atma şansı elde ettiği halde, sonunda “tie break”le maçı Federer aldı.

Aslında Wawrinka çok rahat alırdı maçı, ama “eziklikten” kaybetti.

“Ben asla Federer’i yenemem” fikrini kafasına yazdığı için, aldığı her sayıdan sonra Federer’den neredeyse özür diler bir tavır takındığı için, maçı kafasında kaybettiği için yenemedi Federer’i.

Bir gün önce kraldı öbür gün yuhalandı

TABİİ Wawrinka’yı da suçlamamak lazım.

Federer kortta bir olay.

Sahaya çıkacağı anons edildiği anda tribünler karışıyor. Çılgınca bir tezahürat başlıyor. Millet birbirini yiyor Federer diye.

Her hareketi alkışlanıyor, her kaybında, her basit hatasında tribünlerden kendisine destek geliyor.

En salakça hataları, en basit top kayıpları bile alkışlanıyor.

Wawrinka sadece Federer’le oynamıyor, tribündeki 18 bin kişiye karşı da tek başına oynuyor.

18.001 kişiye karşı 1 kişi anlayacağınız.

Buna rağmen yenebilirdi Wawrinka, ama inanmadı. Federer daha iyi olduğu için, daha çok hak ettiği için kazanmadı.

Federer olduğu için kazandı.

Ve ertesi gün final.

Dünya 1 numarası Djokovic ile dünya 2 numarası Federer karşı karşıya gelecek diye tribünler full.

O2 Arena saatler öncesinden dolmuş.

Herkes yiyip içip alışveriş yaparak finali bekliyor.

Ve finale dakikalar kala Federer kortta.

Yanında televizyon röportajlarını yapan spiker.

Federer mikrofona, “Çok özür diliyorum. Bunu bizzat gelerek söylemek istedim. Sırtımda ciddi bir sakatlık var ve oynamama izin vermiyor. Üzülerek ifade etmeliyim ki, maça çıkamayacağım. Çok özür dilerim” diyor.

O da ne?

Bir gün, ne bir günü birkaç dakika önce “Federer” diye çığlıklar atan kalabalık, 18 bin Federer hayranı, “yuhalamaya” başlıyor.

Birkaç dakika öncesine kadar herkesin sevgilisi olan Federer ıslıklanıyor.

Sky Sports, izleyicilerle röportaj yapıyor.

Herkes Federer’e nefret kusuyor.

Yaşlıca bir kadın, “Çok ayıp etti. Nadal olsa kolu kopsa bile sahaya çıkar, en azından oynamaya çalışırdı” diyor.

Herkesin yorumları benzer.

Bir gün önce “kral” olan Federer, bir gün sonra “nefret objesi” haline geliyor.

Ve herkesin fikri aynı: “Madem maça çıkmayacaktın, madem sakattın, niye bir gün önce kardeşin gibi olan Wawrinka’yı yendin. Bıraksaydın biz de Wawrinka-Djokovic finali izleseydik. Bize bunu yaptın da kardeşin gibi olan adama niye yaptın!”

Federer belki de tenis hayatının en büyük darbesini, kardeş bildiği adamı yendikten sonra finale çıkmayarak yiyor.

Büyük ihtimalle, bir daha asla aynı sevgiyi göremeyecek tenisseverlerden.

Bir anda çok şey yitiriyor.

Tabii organizasyonu yapan ATP ve partnerleri Wimbledon ile İngiliz Tenis Federasyonu, hemen bir çare buluyor.

Önce Djokovic ile Murray tek setlik bir gösteri maçı yapıyor, ardından da sahaya iki tenis efsanesi John McEnroe ve Pat Cash çıkıyor.

Herkes gülüyor, eğleniyor ama kırgınlık, kızgınlık geçmiyor.

Bu ikilinin soytarılıkları, hayal kırıklığını ortadan kaldırmıyor.

LONDRA’YI DAHA BİR SEVER OLDUM

HERKESİN sevdiği bir şehir vardır.

Kimi huzuru sever, kimi kargaşayı, kimi eğlenceyi, kimi sanatı.

Beklentiyi karşılayan şehir sevilir.

Yurtdışına sık sık gidip gelen, gezmeyi seven dostlarımın kimi New York’çudur, kimi Londra’cı, kimi Paris’çi, kimi Roma’cı.

Benimse Avrupa’da sevdiğim 2 şehir var aslında. Biri Paris, diğeri Berlin.

Paris zaten bildiğimiz Paris.

Berlin ise son 20 yılda muazzam bir yol kat etti. Çok kültürlü, sanat dolu, eğlenceli, şahane bir kent oldu Berlin.

Londra’yı ise şahsen pek sevmem.

Çok kişinin favorisi olan bu şehir, benim ruhuma hitap etmez pek. İngilizlerin dünya medeniyetine yaptığı katkıya büyük saygım olmasına rağmen, Isaac Newton’u çıkaran bir ülkeye saygı duymamanın mümkün olmadığını hissetmeme rağmen bana uzaktır Londra ve İngiltere. Renginden mi, havasından mı, yağmurundan mı, sisinden mi bilmem, içimi kaynatmaz Londra.

Belki favorilerim değişmedi ama son yıllarda Londra’yı daha bir sever oldum.

Bunda en büyük pay, giderek sayıları fazlalaşan iyi lokantalar olduğu kadar, Londra’da sanatın giderek daha görünür hale gelmesi herhalde.

Tate Modern’de değişen sergileri gezmek, bitmez tükenmez British Museum’da hep farklı bir şeyler keşfetmek, Saatchi Galerisi’nde modern sanatın en önemli isimleriyle karşılaşmak, Londra’yı her gün biraz daha sevmeme neden oldu.

Olimpiyat Oyunları ile popülaritesi tavan yapan ve fiyatların uçuşa geçtiği Londra için herkes “Olimpiyatlardan sonra geriler” diye düşünüyordu. Ancak öyle olmadı.

Londra’da “patlama” yaşanıyor.

Her yer şantiye, her yer inşaat.

Üstelik de bunu olabildiğince zevkli bir biçimde yapıyorlar. Londra yenileniyor ama eskiyle yeniyi kaynaştırarak yenileniyor.

Mimarlık sanatının en usta isimleri, çok özel binalarla donatıyorlar Londra’yı.

Tutucu İngilizler karşı çıksa da 21. yüzyılın Londra’sı şekilleniyor.

Benim en beğendiğim projelerden biri ise Pink Floyd’un “Animals” albümüne kapak olan elektrik santralının aynen korunarak dönüştürülmesiyle yapılmakta olan dev proje oldu. Hem ticaret hem de konut alanı olacak şekilde yeniden planlanan bu yüz küsur yıllık santral, porselen bacalarıyla çok estetik bir “yeni-eski Londra”ya işaret ediyor.

Kentin kenar mahalleleri yenileniyor, düzeliyor, zenginleşiyor. Ve fiyatlar uçuyor.

Kentin merkezinde emlak fiyatları zaten korkunçtu ama birkaç yıl öncesine kadar 200 bin sterlinle ev alabileceğiniz yerlerde şimdi 70 metrekarelik küçük stüdyolara 1 milyon sterlin değer biçiliyor ve hepsi de satılıyor.

Tabii bunda en önemli etken, kentteki özgür ortam. Yabancılık diye bir şey yok.

Tam bir emperyal başkent.

Her ülkenin en iyi mutfağı Londra’da.

Fransa’dan iyi Fransız lokantaları, Çin’den iyi Çin lokantaları, Japonya’dan iyi Japon lokantaları Londra’yı mesken tutuyor.

Güvenlik bahanesiyle halk bunaltılmıyor.

Her yerde tiyatrolar, yılın 365 günü konserler. Operalar, klasik müzik mabetleri.

Eğlence, sanat ve özgürlük.

“Kentler böyle büyür” mesajını veriyor Londra. Neşeyle büyür, keyifle büyür, sanatla, özgürlükle büyür.

 

YAZI DİZİSİ 2

GELİRLERİNE BAK TENİSE BAŞLA!

Tenisçi zor yetişiyor. Ama kazandıkları rakamlara bir bakarsanız, belki siz de hemen tenise başlayabilirsiniz. Yaşınız geçtiyse çocukları ya da torunlarınızı başlatın

TENİSÇİLERİN dünyanın en çok kazanan sporcuları arasında üst sıralarda yer aldığı bilinen bir gerçektir.

Pek çok sporcu gibi tenisçilerin de gelirleri iki ayrı kanaldan gelir.

Birincisi, katıldıkları turnuvalardan aldıkları “para ödülleri”, diğeri ise sponsorluklar ve reklam anlaşmaları.

WTA World Finals’e katılan en iyi 8 erkek tenisçinin kariyerleri boyunca turnuva ödüllerinden kaç para kazandıklarını merak ediyor musunuz?

O zaman buyurun aşağıdaki listeyi okuyun.

Belki hemen tenise başlarsınız.

Yaşınız geçtiyse çocukları veya torunları tenise başlatırsınız:

- Dünya 1 numarası Novak Djokovic (27): 67 milyon 678 bin 908 USD.
- Dünya 2 numarası Roger Federer (33): 86 milyon 166 bin 538 USD.
- Dünya 4 numarası Stanislas Wawrinka (29): 13 milyon 264 bin 798 USD.
- Dünya 5 numarası Kei Nishikori (25): 7 milyon 561 bin 263 USD.
- Dünya 6 numarası Andy Murray (27): 33 milyon 450 bin 85 USD.
- Dünya 7 numarası Tomas Berdych (29): 19 milyon 369 bin 468 USD.
- Dünya 8 numarası Milos Raonic (24): 6 milyon 817 bin 669 USD.
- Dünya 9 numarası Marin Cilic (26): 10 milyon 949 bin 754 USD.

Tabii bunlar sadece turnuva kazançları. Diğer gelirler bunun birkaç misli. Özellikle de tenisçilerin ülkelerinin ekonomik büyüklüklerine göre daha da artabiliyor bu gelirler.

‘İSTANBUL ATP 500’Ü HAK EDİYOR’

BU yıl Türkiye’de de ilk kez bir ATP 250 turnuvası düzenlenecek.

Garanti Koza İnşaat’ın girişimleri ve sponsorluğuyla Türkiye, geçen yıl bu turnuvayı düzenleme hakkını aldı.

Ödenen para yaklaşık 2 milyon dolar.

Esenyurt’ta inşası süren muazzam tenis tesislerinde nisan sonunda yapılacak turnuvaya dünya sıralamasında üstlerde bulunan 32 tenisçi katılacak.

Ve kazanan 250 puan alacak.

Garanti-Koza, turnuvaya Roger Federer’in de katılımını sağlamak için hemen hemen anlaşma sağlamış durumda.

Federer, İstanbul ATP 250’ye katılmak için turnuva ödülü dışında yaklaşık 2 milyon dolar alacak.

Bu turnuva, WTA’nın en iyi 8 kadın tenisçisinin katıldığı turnuvayı artık düzenlemeyecek olan İstanbul için büyük prestij.

Üstelik bunun altından başarıyla kalkarsak, önümüzdeki yıllarda ATP 500 ve ATP 1000 turnuvaları da İstanbul’a gelebilir.

Nisan ayında yapılacak İstanbul ATP 250, tenisçiler için aynı zamanda Fransa Açık’a hazırlık niteliğinde.

Bu yüzden de turnuva, Roland Garros gibi toprak kortta oynanacak.

Şu anda bu kortun yapımı için, Roland Garros’un kortlarını yapan ekip İstanbul’un projelerini hazırlıyor.

Sakın ola ki, 250 puanlık turnuvayı küçük görmeyin.

ATP sıralamasında 250 puan çok önemli.

Mesela, 100. sırada bulunan tenisçimiz Marsel İlhan’ın puanı 553.

Marsel’i de küçük görmeyin, ATP sıralamasında 37. sıradaki tenisçi 999 puana sahip.

Yani İstanbul’u kazanmak, alt sıralardaki tenisçiyi bir anda 10’larca sıra yukarı tırmandıracak.

ATP Avrupa Başkan Yardımcısı David Massey, İstanbul için çok heyecanlı.

WTA’da İstanbul’un izleyici rekoru kırmış olmasından çok etkilenmiş ve İstanbul’un bir ATP 500’ü hak ettiğini düşünüyor.

250, 500, 1000 puanlık turnuvalar

TENİSTE, her yıl ATP’ye ve WTA’ya (Kadın Tenisçiler Birliği) bağlı olarak yüzlerce irili ufaklı turnuva yapılıyor.

Bunların en önemlileri, pek çoğunuzun bildiği gibi 4 Grand Slam turnuvası.

Yani sırasıyla Avustralya, Fransa, İngiltere ve Amerika Açık Turnuvaları.

Bunların dışında daha alt düzeyde 3 tip turnuva var.

Bu turnuvaların bazıları sadece erkeklerin katılımına, bazıları ise sadece kadın tenisçilerin katılımına açık. Büyük bölümü ise hem kadın hem erkek tenisçilerin yer aldığı turnuvalar.

Bu turnuvaların en alt kategorisi ATP 250.

Yani şampiyon olanın 250 puan aldığı turnuvalar. Büyük tenisçiler bu turnuvalara pek rağbet etmiyor. Hem para hem de puan ödülü düşük olduğu için. Ancak bu turnuvalar büyük tenisçilere açıktan para ödeyerek katılımlarını sağlayabiliyorlar.

Bunun bir üzeri ATP 500 turnuvaları.

En üstte ise ATP 1000 turnuvaları var.

Turnuvaların puanları arttıkça turnuva sayısı da azalıyor.

ATP World Final ise erkek tenisçilerin katıldığı en önemli turnuva.

Bu turnuvalar ATP tarafından belirlenen takvime göre oynanıyor.

Her turnuvanın bir sahibi var ve bazı ülkeler bu turnuvaları para ödeyerek satın alıyorlar.

World Final’i her yıl düzenleyen Londra, bu turnuva için ATP’ye yıllık yaklaşık 50 milyon dolar ödüyor.

Tabii sponsorlar, bilet satışları, organizasyon gelirleri, merchandising, turizm gelirleri gibi kalemlerle bu parayı fazlasıyla geri alıyor.

Bazı ülkeler, özellikle Arap ülkeleri de özel tenis turnuvaları düzenliyor.

Ancak bunlar ATP takviminde yer almıyor ve katılan tenisçilere puan kazandırmıyor.

Ancak Arap Emirlikleri, çok büyük ödüller koyarak bu turnuvalara en üst düzey tenisçilerin katılımını sağlıyor.

 

YAZI DİZİSİ 3

O2 Arena Türkiye’deki tesisler için örnek olur


LONDRA’da ATP World Finals’in yapıldığı O2 Arena, bize Türkiye’de spor tesisi yaparken neyi yanlış yaptığımızı gösteren çok açık bir örnek aslında.

Londra’nın gelişmekte olan Canary Wharf bölgesine yakın, kentin dış mahallelerinde kurulmuş dev bir tesis O2.

Kapalı bir salondan ibaret olmayan bir yaşam alanı.

Aslında bir mahalle. Tam ortasında 18 bin izleyici kapasiteli bir spor salonu ve çevresinde bir mahalle.

Tüm mahallenin ve salonun üzerinde bir çadır.

Onlarca lokanta. En şıkından en basitine kadar. Dükkânlar, oyun alanları...

Yılın büyük bölümünde farklı spor etkinliklerine ev sahipliği yapan bir yer.

Maçlardan saatler önce gelip çoluk çocuk ailece vakit geçirebileceğiniz, maçı izledikten sonra da hemen çıkmak istemeyeceğiniz dev bir kompleks.

Metro, otobüs, teleferik ve otomobille ulaşılan bir spor alanı.

Boş günü yok.

Tenis, basketbol, voleybol dışında, NBA takımlarının gösteri maçlarına, kapalı alanda yapılan her türlü spor müsabakasına ve tabii konserlere ev sahipliği yapan bir tesis.

Tenisçi, eşek gibi çalışmak zorunda!

ATP’de üst sıralarda bulunan tenisçiler aslında birer “şirket” gibi.

Büyük bir ekiple çalışıyorlar.

Ama tabii önemli olan tenisçinin kendisi.

Tabir yerindeyse “eşek” gibi çalışmak zorunda.

Büyük bölümü 6-7 yaşında başlıyor tenise. Bir şey olup olmayacağı ise 12-14 yaş arasında belli olmaya başlıyor. Sporun zirvesindeki Roger Federer’in sıradan bir gününün yaklaşık 6-7 saati antrenmanla geçiyor.

Hem tenis, hem de kondisyon idmanlarıyla.

Antrenmanlar günde 2 seans halinde.

Sabah ve öğleden sonra.

Her antrenmanda yaklaşık 1500 kadar servis atıyor.

5000 civarında top vuruyor.

Bu sayı bazen 10 bine kadar ulaşıyor. Turnuva dönemlerinde antrenman dozu düşüyor ve günde tek idmana iniyor.

Turnuvalarda ise büyük bir yorgunluk var.

Tenisçiler zorlu bir maç sonrası ertesi gün yine çıkacakları korta şöyle hazırlanıyorlar:

Maç biter bitmez, tenisçiye protein takviyesi yapılıyor. Hemen ardından oyuncu soğuk su dolu bir havuza veya küvete giriyor. Yarım saat kadar soğuk suda dinleniyor. Ardından hafif bir masaj yapılıyor ve yemek yiyor.

Maç sonrası yemeği, kaybolan enerjiyi yerine koyabilmek için karbonhidrat ağırlıklı.

Turnuva süresince her gün bu tempoyla yaşanıyor.

BAKMADAN GEÇME