Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Neden başımıza bir felaket geldiğinde, tarihin sayfalarını telaşla karıştırarak, geçmişte yaşadığımız acıları ve kahramanlıkları ortaya dökme ihtiyacı duyarız? Neden hevesle atacağımız her yeni adımda, geçmiş korkularımız akılcı ve olumlu düşünmenin önüne geçiverir? Ya da neden yenilgiye uğrama endişesi karşısında geçmişin zaferlerine sığınma gereği duyarız?

        Toplumlar, sorunlarla yüzleştiklerinde, dün ve bugün arasında mekik dokuyarak çoğu zaman geçmişin izlerini bugüne taşıma eğilimi gösterir. Geçmişin gölgesinden kurtulamayan toplumlar, bugünün meselelerini, dünün penceresinden bakarak anlamaya ve çözmeye çalışır. Türklerde “Sevr Sendromu” şeklinde kendini gösteren ve iç ve dış politikada bir sorunla karşılaşıldığında eskinin kusurlu yanlarını hafızalarda canlı tutmaya yarayan tepki mekanizması, sürekli bir geriye dönme ve milli kurtuluş mücadelesini tekrarlama şeklinde nükseder. Vamık Volkan’ın “zaman çöküşü” olarak tanımladığı bu durum nedeniyle, toplumlar, büyük bir sarsıntının bugün de artçı sarsıntılar şeklinde devam ettiği düşüncesiyle o dönemin tepkilerine sarılır.

        Toplumsal acılar nasıl hafızalarda yer ediyorsa, travmalardan sonra yaşanan yeniden diriliş öyküleri de büyük bir coşkuyla ağızdan ağza dolaşarak toplumları derinden etkiler. Geçmişte zenginlik ve refah sahibi ülkeler, zenginliklerini miras bırakamasalar bile büyük devlet olma psikolojisini topluma miras bırakır. Örneğin, her Türk’ün hafızasının bir yerinde üç kıtaya hükmeden Osmanlı’nın heybetli görüntüsü canlılığını korur. Böyle güçlü bir devletin torunları olma gerçeği de Türk toplumunun, özellikle dış politika meseleleri karşısında verdiği tepkiyi şekillendiren bir unsur haline gelir.

        “Parçalanıyoruz!”

        Bir yandan Osmanlı’nın parlak dönemleri Türkler arasında gururlanma nedeni olurken, diğer yandan imparatorluğun dağılma dönemi sancıları toplumu derinden yaralamıştır. Öyle ki dağılma dönemi, topluma “bölünüyor olmak”la ilgili çok ciddi bir korkuyu miras bırakmıştır. Bu nedenden dolayı, Türkiye’de PKK eylemleri tırmandığında ya da Kürt meselesine çözüm arayışında bir ilerleme kaydedildiğinde, biraz korkuyla biraz da alışılmış sözlerle ifade edilen hep aynıdır: “Parçalanıyoruz!”

        Tarihsel derinliğe sahip korkular, bugünü okumanın önündeki en büyük engeldir. Geçmişten gelen korkular ve sendromlar, hassas meseleler gündeme geldiğinde, öfkeli ve tepkili cevaplara neden olur. Nitekim, Kürtlerin sosyo-ekonomik durumlarını iyileştirmek ve hak ve özgürlüklerini güvence altına almak adına yapılan her açılım hamlesinin, içinde bulunduğumuz dönemde benzer bir tepkisel yaklaşıma maruz kaldığını görüyoruz.

        Burada cevaplanması gereken bazı sorular var: Açılıma karşı duran bu tepkisel yaklaşımın özünde hangi düşünce yatıyor? Diğer etnik, dini vs. grupların da hak talebinde bulunarak, benzer açılımları kendi toplulukları için isteyecek olmalarından mı korkuluyor, yoksa “zamanın çöküşü”nden duyulan kaygı neticesinde bilinçaltı müktesebatı mı su yüzüne çıkmaya başlıyor? Eğer bilinçaltı müktesebatı, her yeni adımın korkarak atılmasına neden oluyorsa, bu geçmişte yaşadığımız travmaların özgüvenimizi perdelediği anlamına mı geliyor? Türkiye’nin Kürt meselesi ve irtica sorunu karşısında bugüne kadar çizdiği resim, geçmişin acı tecrübeleri ve sorunların çözümünde duyulan özgüven arasında ters bir orantı olduğunu gözler önüne seriyor.

        Toplumun değişim gösteren dinamik bir yapıya sahip olduğunu göz önüne alarak, Kürt halkının ve toplumun diğer kesimlerinin her türlü problemini, verimsiz bir tartışmaya kurban etmek yerine, yakından anlamaya çalışmak daha doğru bir yaklaşımdır. Bunu yapabilmek için geçmişten gelen önyargı ve korkuları bir kenara bırakarak, zaman hapishanesinin bizi dar bir bakış açısına hapseden hücresinden bir an evvel kurtulmak gerekiyor.

        Değişen Türkiye

        Bugünün Türkiyesi, toplumu, kurumları ve ekonomik yapısıyla geçmişten farklılık arz ediyor. Örneğin Türkiye, dünyaya artık sadece malzeme satmıyor, düşünce de ihraç ediyor. Her ne kadar Türkiye’nin ekonomik ve siyasi açıdan etkinliğinin artmasıyla orantısız bir şekilde dünya sorunlarının içine çekildiğine dair bir tartışma sürse de, burada üzerinde durulması gereken asıl nokta şudur: Türkiye’de artık geçmişin refleksleriyle hareket etmek anlamsız hale gelmiştir. Zira Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan bu yana, kentleşmeden sivil topluma, eğitimden ekonomiye birçok alanda önemli gelişmeler gösterdi ve tüm bu gelişmelerin, hem iç siyasete hem de uluslararası ilişkilere yansıması kaçınılmaz oldu. Dolayısıyla ülkenin dış politikada attığı adımlar ve iç politikada yaptığı açılımlar bu bağlamda değerlendirilmelidir.

        Elbette toplumlar tarihten ders almalı ve geçmişin birikimleriyle yola devam etmelidir. Zamanın toplumsal dönüşümlere yol açan deneyimlerinden bir şeyler öğrenebilmek, toplumların gelişimi için oldukça önemlidir. Ancak bunu yaparken hâlihazırdaki sorunlara günün koşullarını göz önüne alarak cevap üretebilmek ve eskinin tozlanmış sorunlarını, günün durum ve şartlarından soyutlayarak bugüne taşımamak gerekir. Türk halkı, akılcılığı ön plana çıkararak, kendi sorunlarını çözme yetisine sahiptir. Yeter ki tek bir noktaya odaklanarak, asıl gerçeğin gözden yitip gitmesine izin verilmesin.

        Diğer Yazılar