Diyarbekirli bir aşık-ı kitabın muazzam keşfinin hikayesi
Bütün hayatını arşivlik malzeme toplamakla geçirmiş Taha Toros, bir gün Ahmet Rasim’e, “çelişkilerle dolu bir hayatı olan” Hoca Hayret Efendi’nin bir fotoğrafını nerde bulabileceğini sorunca üstat gülümseyerek, edebiyat ve kültür hayatımızda ün yapmış iki kişinin hayatları boyunca fotoğraf çektirmediklerini; birincisin “taassubundan”, ikincisinin de “çehresinin züğürtlüğünden” bunu yaptığını; birincisinin Darülfünun hocası Hayret Efendi, ikincisinin de imparatorluğun üç kıtasında çok uzun seneler görev yapmış, Fatih’teki Millet Kütüphanesi’ni kurmuş Diyarbekirli Ali Emiri Efendi olduğunu söyledikten sonra şunları ilave etmiş:
“Hazretin hiç fotoğrafı yoktur. Ama dünya çapında, eşsiz eserlerle dolu bir kütüphaneyi milletimize kazandırmıştır. Devlet eliyle böyle bir kütüphane kurulamamıştır. Gel gelelim ki Ali Emiri Efendi, mutaassıp yaradılışlıdır. Resmin günah olduğuna inananlardandır. Vazifesi dolayısıyla, bir fotoğrafı ısrarla istendiği halde, bu emre aldırış etmemiştir. Bu arada, gizlice fotoğrafını aldırdığı, çirkin çıktığından, yırtıp attığı söylenir.” (T. Toros, Mazi Cenneti, İletişim Yayınları, s.190)
*
Mithat Cemal Kuntay’ın, Türk edebiyatın en iyi romanlarından birisi olarak kabul edilen, kahramanı Adnan’ın bir “idealist-fakir”, bir “mühim şahsiyet-zengin”, bir “hasta-bedbaht” olmak üzere üç dönemini anlattığı “Üç İstanbul” romanının bir yerinde Hacı Kâhya, Adnan’ın soyunda paşa olup olmadığını Süheyla için öğrenecek, bunu bilse bilse Ali Emiri Efendi bilir diye düşünür ve Maliye Nezareti’nde dolaşırken “kocaman dişleriyle” onu bir anda karşısında bulur. Gerisi şöyle:
“Bu Emiri Efendi meşhur şark alimi Emiri Efendi idi. O bütün mezarları bilir; insana ‘senin üçüncü deden Yanya’da falan servinin altında yatıyor!’ derdi. Mazide oturur, mazide yatar kalkar, mazide biraz nefes alırdı; fakat çok eski mazide! Yeni’den mustaripti. Abbasilerin çakşırlarını bilir, kendi fesinin nerede yapıldığını öğrenmek istemezdi. Her şeyin eskisini severdi: Kitabın eskisini, ölünün eskisini, hatta felaketin eskisini!.. Mesela 93 mağlubiyetini ağzına almaz, fakat Bayezid'in Timur'a yenildiğine yanardı.Hususi bir kılığı vardı. Parmağında bir makalelik mürekkep ve paçasında bir mahallelik çamurla dolaşırdı. Hangi yemeği sevdiği yeleğinin önünden belli olurdu. Fakat temiz bir ruhu vardı. Abdülhamit devrinde defterdar olduğu halde hırsız değildi; namuslu parasıyla eski kitap topluyordu, memlekete bir kütüphane bırakacaktı. Ve bu yazma kitapları görünmeyen köşelerden çekerken mazinin tozları üstüne döküldükçe eski elbisesi eski bir din kadar güzelleşirdi.” (M. C. Kuntay, “Üç İstanbul”, Sander Yayınları, s. 172)
*
“İstanbul Ansiklopedisi”nde Muzaffer Esen'in “Evlenmeyen, ömründe bir defa bile fotoğraf çıkartmayan, yüzüne bir defa bile ustura değdirmeyen, bütün hayatı boyunca siyah papyon kravat takan, gözlük yerine pertavsız kullanmakta ısrar eden, ince sesli, gevrek gülüşlü, bir an içinde itidalden öfkeye, öfkeden neşeye geçebilen bir insan” olarak portresini çizdiği; Yahya Kemal’in;
“Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin
Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin
Âmid o şehr-i nûr öğünsün ilelebed
Fazl u fazîletiyle bu necl-i bülendinin”
gazelini yazdığı; öyle herkesten hoşlanmayan ama hoşlandı mı, onu “Gül yaprağıdır nüsha-i Kur'ân arasında” diyerek dünyanın en güzel iltifatıyla ödüllendiren; Türk dilinin en eski ve en önemli kaynağı olan, sekiz yüz elli sene boyunca kayıp kalmış, Kaşgarlı Mahmut’un yazdığı, Türk fikir hayatının şaheseri, başka bir deyimle “opus magnum”u “Divânu Lugâti’t-Türk”ünün tek yazma nüshasını bulup kurtaran bu zat-ı muhterem kimdi ve o kitabı nasıl bulmuştu?
*
1857 yılında Diyarbekir’de dünyaya gelmiş, çok mühim bir şark alimidir Ali Emiri. Osmanlı’nın son dönem münevverlerindendir. Şair, yazar, araştırmacı, tezkireci ve kütüphaneci olarak bilinir. “Emirzadeler” olarak bilinen çok köklü bir ailenin çocuğudur. Diyarbekir Sülûkiyye Medresesi’nde tahsil görmüş. İlk Farsça derslerini amcası Fethullah Fevzi Efendi’den, ilk entelektüel gıdasını da doğduğu bu şehirden almış. Çok gençken kitaplar girmiş kanına, müptelası olmuş. “Osmanlı Vilâyât-ı Şarkiyyesi” adlı kitabında şunları söyler:
“Ben dünyaya geldiğim zaman Diyârbekir âdeta bir kütüphâne-i ulûm şeklinde idi. Diyârbekir eşrafından Müftü Derviş Efendi merhûmun evlatları hânesine gider, üç dört bin cild kitap görürdüm. Diyârbekirli Said Paşa merhûmun kâşânesine gider, yine bir hayl-i kütüb-i nefîse bulurdum. Sâir eşrâf-ı İslâm hâneleri de böyle idi. Bizim hânelere gelince, dayılarımda, büyük amcam Şa‘bân Kâmî Efendi hazretlerinde bilâ-mübâlâğa on bin cild kütüb-i âliye mevcûd idi.” (Ali Emîrî, Osmanlı Vilâyât-ı Şarkiyyesi, 1918, s. 88)
Genç yaşında kitap okumaktan sürmenaj olup hasta düşünce, hava değişimi için Siirt Şirvan’da bulunan dayısının yanına gönderir babası. Şirvan’a gidiş ona bildiği Arapça, Farsçanın yanında yeni bir dil daha kazandırır, kendi demesiyle “Kürtçe tekellümü Şirvan’da” öğrenir. (Ali Emiri’nin “seyyid” soyundan geldiği yazılıdır her yerde ama Kürtlüğüne dair bir kayda rastlamadım. Kürt değilse de belki de son dönem Osmanlı münevverleri arasında (buna Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar olanları da ekleyebiliriz) Kürtçe öğrenen neredeyse tek münevveridir. Kürtçeyi okuyup yazacak, hatta Kürtçenin en önemli edip ve şairleri; divanıyla meşhur Ahmed-i Kürdî (Melayê Cizîrî), “Mem û Zîn”in yazarı Ehmedê Xanî ve Kürtçe “Mevlid-i Nebevî”nin şairi Mela Hüseyinê Bateyî’nin de aralarında bulunduğu, Diyarbekir havzasında yaşamış Osmanlı dönemi Kürt şairleri üzerine “Mir’âtü’l-Fevâ’id” adında bir kitap yazacak kadar bu dile vakıftır. Zira kitabında andığım üç şairi tanıtırken onların metinlerini derinlemesine inceler ve o metinler o sırada Kürtçeden başka bir dile çevrilmemişlerdi.)
Dönemin Diyarbekir valisi Said Paşa’nın yanında katip olarak başladığı memuriyet hayatını, Harput, Sivas, Selanik ve Adana’da başkâtiplik; Kozan, İçel, Kırşehir, Leskovik ve Yenişehir’de muhasebecilik; Harput, Erzurum ve Halep’te defterdarlık; Yanya, Yemen ve İşkodra’da maliye müfettişliği yaparak ikinci meşrutiyetin ilanından sonra emekliye ayrılmış. İmparatorluk mülkünde oradan oraya gitmeye gönüllü olmuş, gittiği her yerde bütün maaşını vererek kitap toplamış, herhangi bir kitaba, kıymetli bir evrakı sahip olmak, nadir yazmalara ulaşmak için her türlü fedakarlığa katlanmış, zamanla kitap müptelalığı onda öyle bir boyuta varmış ki mesela Yanya’da memurken satın aldığı Arapça bir kitabın ikinci cildinin Sana’da olduğunu duyunca tayinini Yemen’e aldırmış.
*
Hayatı boyunca hiç evlenmemiş, evinde annesi, birkaç kedisi ve binlerce kitapla birlikte yaşayan Emiri Efendi’nin, tekaüt olduktan sonra tek adresi Beyazıt Sahaflar Çarşısı olur. Vefat eden bir kitap dostunun terekesinin nereye düşeceğini çok iyi bilir, aniden terekenin başında bitivermesiyle herkesi şaşırtır, bu halini bilen dostları “Ali Emiri, Beyazıt’taki bir nadir eserin kokusunu, taaa Diyarbekir’den alır” diye takılırlar.
Beşir Ayvazoğlu’nun aktardığına göre, onun bu halini Mithat Cemal Kuntay bir yazısında ruh halini çok güzel anlatır. Kuntay, Sahaflardaki bir kitapçı dükkanında “sükût ederek oturan”bir adam olarak hayal eder onu. Sanki birisini bekliyor. Halbuki o dışarıdan gelecek birisini değil, dükkânın içinden bir kitap bekliyor. Eğer Emiri Efendi bir kitapçı dükkanında saatlerce oturuyorsa, o kitapçı bir gün evvel mutlaka “terekeden” bir yazma elinde bulunduruyor demekti. Emir Efendi o yazmayı ucuz almayı düşünür, kitapçı da ona pahalı satmayı hayal eder. “İkisi de hırsları belli olmasın” diye susarlardı. Çoğunlukla da beklemekten usanan kitapçı olur, dayanamaz Emiri Efendi’ye elinde bir “define” olduğunu söyler ve tezâahın altından kitabı çıkarır, ona uzatırdı. “Fakat Emiri Efendi, ‘define’yi elinin tersiyle iterdi:”
“İstemem, bir eşi benim kütüphanede var,” derdi. Bu cevap kitapçının hiç hoşuna gitmez, daha doğrusu ona yakıştırmaz, meslek namına kızardı.
(…)
Münakaşa gergin bir havada başlasa da kavgayla neticelenmez, sonunda Emiri Efendi kitabı alıp çıkardı. Hikayenin devamını Kuntay daha tatlı anlatır:
“Sonra ikisi birbirlerinin arkalarından mahremâne eğlenirlerdi. Kitabı ucuz aldığı için Emiri Efendi kitapçının cehaletine, kitapçı pahalı sattığı için Emiri Efendi’nin saflığına gülerdi. Bu işin tatlı tarafıdır; bir de korkunç kısmı var.
Eğer bu yazma kitabı Emiri Efendi almamış da Halis Efendi almışsa, ertesi gün Emiri Efendi’den, bu Halis Efendi’nin mahrem rezaletlerini öğrenirdim:
‘Resmi kütüphanelerden kitap çalar’dı. Hazine-i Hassa’da müteahhitlere alacaklarını vermemek için abdestsiz namaza durur, öğle namazını ikindiye kadar bitirmezdi.’
Ben, zavallı Halis Efendi’nin bu cinayetlerine Emiri Efendi’nin nûrâni sakalından başka bir delil bulamayınca ‘yazma kitap’ denen şeyden korktum. Fakat Emiri o kadar temiz adamdı ki karar verdim:
Ahlaksız değildi, hastaydı. Hani Milad’ın ikinci asrından beri kitapların adediyle beraber miktarı çoğalan hastalardan biri. Yalnız başka kitap hastalarının yanında Emiri Efendi ehvendi. Çünkü ona gelinceye kadar Avrupa’da neler vardı. Okuması, yazması olmadığı halde 52 bin 500 kitap toplayan Kont Astreler... bir kitabı mezadda alamadığı için arkadaşını vuran Don Vensanlar…”
*
Ali Emiri Efendi, Türk kültürünün başyapıtı “Divân'ı Lügât-it Türk”ü, Mithat Cemal Kuntay’ın hikaye ettiği günlerden bir güne benzeyen bir gün tesadüfen buldu Sahaflar Çarşısı’nda. Hadisenin otuz iki kısım tekmili birden hikayesi, Kilisli Rifat Bilge’nin Eylül-Ekim 1945’te “Yeni Sabah” gazetesinde tefrika edilen yazı dizisiyle ortaya çıktı.
Kitabın bulunuş hikayesi, toprağı bol olsun Umberto Eco veya Borges duysalardı havalara uçar, hele Borges için üzerine birkaç hikaye yazacak kadar ilginç bir hikayedir, hiçbir “kitap dervişinin” kayıtsız kalamayacağı bir hikaye…
Asırlar boyunca, böyle bir kitabın varlığından işin erbabı haberdar olmuş ama kitabı gören, dokunan, okuyan çok az kişi olmuş. Antepli Avni diye bilinen Bedreddin Mahmut bir kitabında ondan bahsetmiş, hatta yararlandığını yazmış, bir de Kâtip Çelebi, hepsi o kadar. Meğer, 1072-74 yılları arasında Kaşgarlı Mahmut’un Bağdat’ta yazdığı o kayıp kitap, çok uzaklarda değil, bu şehirdeymiş. Meğer, Abdülhamit devri Maliye Nazırlarından Ahmet Nazif Paşa’nın Vaniköy’deki yalısındaymış. Hem de yüz yıllardan beri… Belli ki Nazırın büyük dedesi Vanî Mehmet Efendi, Van Hoşap’tan bir sürü yer dolaştıktan sonra en son Erzurum, oradan da yüklenip 1661’de İstanbul’a geldiğinde kitabı beraberinde getirmiş. Kitap o zatın kütüphanesinde yüzyıllarca kuşaktan kuşağa geçerek durmuş. Nazır Nazif Paşa, 1905’te ölünce kitap, onun ailesinden yaşlı bir kadına miras kalmış. Nazır ölmeden önce kitabın kıymetli bir kitap olduğunu, günün birinde satmak zorunda kalırsan eğer 30 liradan az bir paraya satmamasını kadına tembihlemiş. Paraya ihtiyacı olan kadın bir süre sonra kitabı satsın diye sahaflar çarşısında kitapçı Burhan Bey’e götürmüş, 30 liradan aşağı satmamasını istemiş. Bu fiyata kitabı alsa alsa Maarif Nezareti alır diyerek Burhan Bey onu Nazır Emrullah Efendi’ye götürmüş, Nazır da kitabı İlmiye Encümeni’ne havale etmiş, memurlar kitabı incelemiş ve 10 lira değer biçmişler. Sahaf Burhan, sahibinin 30 lira istediğini söyleyince, “Biz bu parayla kütüphane satın alırız mirim, al kitabını götür” demişler, o da kitabı alarak kös kös dükkânına geri getirmiş.
*
1915 yılının kışı… Her yerde harp var. Her yer harabe… Ekmek yok, giyecek libas yok, insanlar sapır sapır toprağa düşüyor. Herkes savaş yorgunu, kütüphaneler darmadağın, sahaflarda kitaplar yığınla ne arayan var ne soran. Ali Emiri emekli bir ihtiyar ne savaş ne de açlık umurunda, tek derdi o kitap yığınları arasında işe yarar bir şeyler bulmak…
İşte o günlerde Ali Emiri Bey, Sahaf Burhan’ın dükkanına girer. Biraz eşelenir, daha sonra da “yeni bir şeyler var mı?” diye sorar kayıtsızlıkla. Burhan Bey “bir kitap var ama sahibi 30 lira istiyor,” deyip hikâyeyi anlatır. Sözünün sonunda da “Yarın süre doluyor, satılmazsa kadın gelip kitabı alacak” der. Ali Emir’i, “Kitaba bakabilir miyim?” deyince Burhan Bey tezgâhın altına eğilir, bir bohça çıkarır, iplerini çözer, eski, yıpranmış bir cilt çıkar ortaya. Ali Emir’i kitabın sayfalarını çevirir çevirmez, bayılacak gibi olur. “Hayır, gördüğüm o değil” der içinden. Sayfalarını çevirdiği kitap, kendini bildi bileli eline geçsin diye dua ettiği, hayalini kurduğu, kimselerin şu ana kadar rastlamadığı, bin yıla yakın bir süreden beri kayıp olan, çok kişinin sahip olmak için servetini vereceği dünyada biricik, Türk dilinin en kıymetli eseri “Divan-ı Lugati’t Türk”tür. Bu kitaba değil 30 lira, 30 bin lira bile azdır. Ama renk vermemeye çalışır, kitapçı uyanmamalı… Kitabın şirazesi çözülmüş, formaları dağılmış, yaprakları karışmış, başı sonu birbirine girmiş, sayfa numaraları kaybolmuş… Sahaf Burhan’a der ki:
“Kitap dağınık. Yazarı da Kaşgarlı adında bilinmeyen bir adam, kim ola ki? Yine de eski bir kitap. Madem Encümen 10 lira değer biçti, haydi ben 15 vereyim.”
Sahaf Burhan, sahibinin 30 liradan aşağı satmamasını söylediğini, almayacaksa kitabı kadına geri vereceğini söyler. Tamam, madem “muhtaç” bir kadın var, yardımcı olmak gerek, alacak ama yanında sadece on beş lira var, kitabı alayım paranın üstünü getireyim dese kitapçı kabul etmeyecek, kitabı bırakıp gitse, olmaz, bu karmaşık düşünceler arasında şöyle bir çözüm bulur. Bir rivayete göre kitapçıyı içerde bırakır, üstüne kapıyı kilitler, anahtarı alır, bir tanıdık bulmak üzere çarşıya fırlar, birkaç dakika sonra karşısına eski Darülfünun edebiyat hocası Faik Reşat Bey çıkar, ondan 20 lira borç ister, hocanın üzerinde 10 lira vardır, onu alır, hoca paranın geri kalanını getirmek için eve giderken Ali Emiri dükkana geri döner, kısa bir süre sonra Faik Reşat Bey 10 lirayla gelir, Ali Emiri kitabı alır, Burhan Beye de üç lira bahşiş bırakır; Sahaf Burhan ne kadar önemli bir kitap sattığına işte ancak o sırada farkına varır. Ali Emir’i sahafın satıştan vazgeçmesinden korktuğundan dükkândan çıktıktan sonra birkaç kez dönüp arkasına baktığını söyler Kilisli.
Elinde bir hazineyle eve gelir, kitabı inceledikten sonra kıymetini dostlarına, “Bu bir kitap değil, Türkistan ülkesidir… Türkistan değil bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka bir parlaklık kazanacak. Bu kitabı Burhan bana otuz üç liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere vermem,” diye anlatır.
*
Ali Emir’inin “Divân'ı Lügât-it Türk”ü bulduğuna dair haber kısa süre içinde önce Dersaadet’te duyulur, sonra Anadolu’ya, ardından da imparatorluğun en ücra köşesine, oradan da bu mevzuyla ilgilenen dünyanın her tarafındaki Türkiyat alemine yayılır. Haberi ilk duyanlardan birisi, Emiri’nin hemşerisi Ziya Gökalp olur, kulaklarına inanmaz üstat, çok heyecanlanır, heyecanla Emiri’nin evine koşar. Emiri, Ziya Gökalp’ten pek haz etmiyor, onu kıskandırmanın tam sırası diyerek, “şimdi kitabı gösteremem, belki bir iki ay sonra” diyerek onu gücendirir, Ziya Gökalp yine de kitabı görmekten vazgeçmez, araya Diyarbekir mebuslarını koyar, nafile, yine de emeline ulaşamaz.
Ali Emiri eve kapanır, durmadan kitabı okur, akşamları da gittiği kıraathanede dostlarına kitaptan edindiği bilgileri anlatır. Gazetelerde hemen hemen her gün kitapla ilgili bir haber çıkar, herkes kitabı merak etmeye başlar. O yıllar, Fransız ve Arapça hayranlığının tavan yaptığı yıllardır, çoğu kişi Türkçeye burun kıvırıyor, bu dille şiir yazılamayacağı gibi bilim de yapılamaz diyenler çıkmış ortaya. İşte tam bu sırada Kaşgarlı Mahmut’un Türkçenin ne kadar köklü bir dil olduğunu ispatlayan eserinin ortaya çıkmış olması, bu dile yeniden bir saygınlık kazandıracak!
Kitaba gözü gibi bakan Ali Emiri, bir süre sonra Kilisli Rifat Bey’i evine davet eder, kitabı ona gösterir. Kilisli kitabı inceledikten sonra, kitabı yayına hazırlama görevini üstlenir. Bir hayli yıpranmış olan kitabı yeniden düzenleme işi kolay değildir, uzun bir çalışma sonucu Kilisli bu meşakkatli işin üstesinden gelir; kitabın eksiksiz olduğunu Emiri’ye müjdeler. Bu haber karşısında sevinç gözyaşlarına boğulan Emiri “evimin yarısı senindir” deyince Kilisli kendisine verilecek en büyük ödülün kitabın yayınlanmış halini görmek olduğunu arkadaşına söyler.
Kilisli, kitabı yayınlamaya Ali Emiri’yi ikna edebilecek tek kişinin, üstadın pek sevdiği Talat Paşa olduğunu düşünür. Ziya Gökalp tekrar devreye girer ancak Talat Paşa, Ali Emiri’nin ayağına gidecek değil ya, Emiri’yi makama çağırıp emrivaki yapmak da ters tepebilir, sonunda Ziya Gökalp’le Kilisli şu planı devreye sokarlar: Ali Emiri’yi, Adliye Nazır’ı İbrahim Bey’in evine iftara çağıracaklar, iftardan sonra Talat Paşa da kahve içmek üzere misafirliğe gelecek, işi orada nihayete erdirecekler, tam da istedikleri olur. Ali Emiri’nin anlattığına göre, o karşılaşma sırasında Talat Paşa varıp üstadın elini öpmek ister, Emiri Bey o gece otuz üç kez “estağfurullah” çeker. Tanışma faslından sonra Talat Paşa kitap hakkında Emiri’den malumat ister, malumattan sonra orada bulunan herkes ayağa kalkar, onu tebrik ederler. Talat Paşa, üstattan kitabı basmalarına, çokça onu överek, kapağında adını yazmak suretiyle izin vermesini rica eder. Emiri Bey, Talat Paşa’yı kırmaz ancak iki şartı vardır, Rıfat Kilisli kitabın basılmasına nezaret edecek, ikincisi de baskı süresince kitap ondan başkasının eline geçmeyecek. Ayrıca kapağında isminin yazılmasını da istemez. Talat Paşa şartlarını kabul eder.
Kitabın basılması faaliyeti sırasında Talat Paşa Ali Emiri’ye “küçük bir mükafat” olarak üç yüz lira gönderir ancak Emiri Bey bu parayı kabul etmez. Kitabın basılması harp yıllarına rastlıyor. Kâğıt ve mürekkebe kıran girmiş, her şey gibi basımevleri de harfler de yıpranmış, baskı makineleri aksırıp tıksırıyor, tekliyor, hepsi paslanmış. Kilisli Rıfat böyle bir ortamda işe girişir. Başına bir iş gelmesin diye özel bir çantanın içinde bir buçuk yıl boyunca kitabı taşıyan Kilisli, nihayet üç cilt halinde kitabı yayınlamayı başarır. Basılan kitap matbu olarak tıpkıbasımdır ancak yayınlanırken dağınık sayfalar düzenlenmiş, eser bir düzene sokulmuş, madde başları belirgin hale getirilmiş, hareketsiz olan Arapça bölümler hareketlendirilmiş, Kaşgarlı Mahmut’un yazdığı “Divân'ı Lügât-it Türk”, yazılışından sekiz yüz elli sene sonra baskı makinesini görerek çoğaltılmış, böylece yok olmaktan kurtulmuştur.
*
Kitabın orijinal tek nüshası ise Ali Emiri’nin şahsi gayretiyle kurulan, çoğunu maaşıyla satın aldığı, 4 bin beş yüzü yazma, toplam 16 bin 500 kıymetli kitabın bulunduğu Beyazıt’taki “Millet Kütüphanesi”nde duruyor bugün.
Ali Emiri 23 Ocak 1924 günü vefat ettiğinde Fatih Camii haziresine gömmek için naaşı götürülerken, cenaze alayı kütüphanenin önüne gelir, tabutu beş dakika yükseğe kaldırılır. Merhumun canından çok sevdiği kitaplarıyla son vedası da böyle olur.
Güzel hareket değil mi?
- Şamlı İzzet'in "şekeri", Arap Tahsin'in "yüzü"14 saat önce
- İki baba iki oğul veya esaretin bedeli!6 gün önce
- Leyla Erbil'in "Vapur"uyla Boğaz'da bir cevelan1 hafta önce
- "Lan gardaş bu nasıl yara?"2 hafta önce
- Üç farklı çağda, üç elma!2 hafta önce
- "Şeytan İncili"ni ziyaret!3 hafta önce
- "İngiliz Kemal" palavraymış meğer!3 hafta önce
- İki şair ve karanfil4 hafta önce
- Alevin hafızası4 hafta önce
- "Saçmanın Alimi" veya "Kaleci ile Boksör"ün düellosu1 ay önce