Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com

13 TEMMUZ FİLMLERİ

Amerikan sinemasının, zamanında Türkiye’yi de kızdıran, tartışmalı figürü Oliver Stone, bu sefer uyuşturucu ticaretinin etrafında dönen modern bir suç filmi için kolları sıvamış. “Vahşiler”, ABD ile Meksika’daki uyuşturucu şebekelerinin çevresinden siyasi anlamda duyarlı bir portre çıkarırken, bunların hangisinin dünyasının daha ‘vahşi’ olduğunu incelemeye koyuluyor. Bu noktada Stone’un yüksek biçimci becerisinden güç alan eser, ‘anlık değişen dengeler’in hassasiyetini anlatma hedefiyle her sahneyi detaycı bir estetikle doldurmasıyla keyifle izlenen bir filmin tanımını yapıyor. Ancak yönetmenin, her zaman olduğu gibi burada da ABD’deki uyuşturucu ticaretini onaylayan, Meksika’daki kartellere karşı ise adeta ‘savaş çağrısı’ yapan ‘ırkçı’ yaklaşımıyla tartışmalar açacağı söylenebilir.

“Müfreze” (“Platoon”, 1986), “JFK” (1991) ve “Katil Doğanlar” (“Natural Born Killers”, 1994) gibi sinema tarihine adını yazdırmış önemli filmleriyle her zaman anılan bir yönetmendir Oliver Stone. Ancak nedense bir türlü ‘güvenilirlik’ çıtasını yükseklere koyamamıştır. Daha ziyade ‘işçiliği ve estetik kaygısı ile garanti verir’ düşüncesini açığa çıkarır. Zira bir türlü ‘demokrat’ kimliğini oturtamayıp ideolojik açıdan ‘zigzaglı’ duran bir filmografi inşa etmiştir. Önemli siyasi olaylara duyarlılığını son derece ‘duygusal’ ve ‘taraflı’ bir şekilde gösterip, ırkçı, şovenist, muhafazakar ve milliyetçi sıfatlarıyla anılan yapıtlarıyla da bu durumu açığa çıkarmıştır.

Obama sonrası politik duyarlılığından büyük oranda sıyrıldı

Projelendirdiği eserler de genelde ABD’yi etkisi altına alan politik meselelerin zirve yaptığı dönemlere rastlar. Vietnam Savaşı üçlemesi bir tarafa 11 Eylül ve Irak Savaşı sonrasını da bu doğrultuda geçiren Stone’un, kontrolün kendi görüşünü karşılayan Obama’nın eline geçmesiyle birlikte artık dertlerini ‘sinema sanatı’nın çevresine yerleştiği söylenebilir. Bu durum da onun değişik pelikül çeşitleriyle, hızlı kurguyla ve fark yaratan mercek-açı tercihleriyle oluşturduğu biçimci estetik denemelerini bir anlamda buraya da taşımasını sağlıyor.

Yönetmen, “Borsa: Para Asla Uyumaz”daki (“Wall Street: Money Never Sleeps”, 2010) borsa estetiğinin ardından “Vahşiler”de (“Savages”, 2012) ‘uyuşturucu piyasasında anlık değişen dengeler’i farklı pelikülleri, renkleri, kurgu tekniklerini ve açıları kullanarak anlamlı hale getirmiş. Adeta önceki modern zamanlı filmlerinde TV, ün dünyası ve şiddetin insan hayatını kontrolden çıkarmasının oklarını burada ‘uyuşturucu’ya çevirmiş. ‘Parçalı’ bir modern suç filmi ya da güncel bir uyuşturucu piyasası gözlemi adı altında özümsenebilecek eserin, oyunculukları, temposu ve her sekansı ayrı özen kokan dokusuyla özümsenebilmesi mümkün...

Kendine özel konum isteyen modern bir suç filmi

Stone, belli ki “Trainspotting” (1996), “Trafik” (“Traffic”, 2000), “Bana Onun Kellesini Getirin” (“Bring me the Head of Alfredo Garcia”, 1974), “Hüküm” (“Extreme Prejudice”, 1987) gibi filmlerin konumundan bir tane de kendine isteyen bir film. “Sonsuz Ölüm”ün (“Butch Cassidy and the Sundance Kid”, 1969) ismini de bilinçli olarak telaffuz ediyor. Zira unutulmaz bir ‘suçlu ikilisi’ni sinemaya kazandırmanın hesaplarını yapıyor temelde. Bu doğrultuda da üçlü ilişki, rehine değiştirme, tecavüz gibi fazlasıyla iddialı kavramlar ışığında ilerliyor.

Özellikle Lively’e adını veren ‘O’ harfinin, bir dünyayı etrafında toplayan isimsiz imge halinin devamında anlatıcı sesiyle karşımıza çıkarıldığı bölümler de Stone’un bu düşüncesini karşılıyor. Modern ‘Meksika westerni’ bozması düşüncenin de gerçek bir yenilemeye açıldığı görülüyor.

Blake Lively’nin yükselişini perçinlerken, Irak tabanını da doğru kullanıyor

İlk bölümün o karakterin ‘ilerisi’ni gösteren siyah-beyaz grenli kısım başta olmak üzere, geriye sarılmasıyla da dengelenen bir numarayla ihtişamı yükseklere taşıdığı kesin. Stone, adeta iki Irak gazisi karakterin, Chon ile Ben’in ‘cephe’de buldukları otları yetiştirerek oluşturdukları ‘uyuşturucu karteli’nden önce ‘özel hayat’ına uzanmayı tercih ediyor.

O’nun her iki erkeği de elinde oynatan bir ‘femme fatale’dan (kara filmlerde erkekleri elinde oynatan vamp kadın karakter) ziyade “The Trip” (1967), “Psych-Out” (1968) gibi ‘özgürlükçü’ Beat kuşağının duygusuna büründürülmesi ilk uygulamalardan biri. Ardından biri ‘üçlü’ olmak üzere çekilen üç seks sahnesinin de bu ‘aşk’, ‘savaş’, ‘tutku’ ve ‘uçmuşluk’ arasında gidip gelen bölüme verdiği katkılar olağanüstü.

Lively’nin özellikle yeni sarışın kadın star olma yolunda bu zor kısımlarda ‘ucuz’ gözükmeden ziyade kendi yeteneğini kanıtladığı söylenebilir. “Hick”teki (2011) güney aksanlı karakter portresi ile “Hırsızlar Şehri”nde (“The Town”, 2010) Ben Affleck’i sahneden silen tutku dolu sevgili tiplemesinin ardından ‘karakter oyuncusu’ kimliğine ulaşma yolunda adımlar attığı da bir gerçek.

Meksikalı kartelin devreye girmesi tehlikeli bir ideolojik bakışı beraberinde getiriyor

Stone’un ise buradan girdiği yolda bir bakıma, hızlı kesmeler, çok yakın planlar, farklı pelikül çeşitleri, geriye sarma, teleobjektif, hafif gözlemci kamera, lineer olmayan hikaye kurgusu ve yavaş çekim ile harmanladığı yönetmenliği, bir anlamda uyuşturucu karteli çatışmasının bir ‘önbölüm’ü niteliğinde. Ancak buraya kadar Irak’ın ‘afyon etkisi yapan savaş’ düşüncesini filizlendiren ve savaş karşıtlığı aşılayan hali, zamanla Meksikalı kartelle yüzleşme devreye girince ‘tehlikeli’ bir hale sokulmuş.

Yönetmenin, özündeki ‘zaman zaman’ ortaya çıkan başka ülkelere şovenist yaklaşımı devreye girmiş. Böylece filmlerinin tehlikeli taraflarını Benicio Del Toro’nun Yeşilçam boyutlu karton kötü tiplemesine yüklemiş. Onun ötesinde de Chon ile Ben’in iki ‘kurtarma’ temalı sekansını ‘cephe savaşı’ sekansı gibi çekmesi, bir anlamda her türlü farklı ırka ya da ülkeye saldıran görüşünü alevlendirmiş. Bu ‘kahraman-kötü adam’ uçurumunu daha da açan durum, anti-militarist havayı fazlaca dağıtırken, bunun üzerine ABD’deki uyuşturucu ticaretine okey verilip Meksika’dakinin ‘ayıplanması’ da eklenmiş.

Uyuşturucu ticareti ABD’de yasal, Meksika’da yasak mı olmalı?

Bu yaklaşımın son kısımdaki ‘alternatifli iki sahne’ye uzanan zeki yönetmen numarasıyla “9,90 YTL”ye (“99 Francs”, 2007) benzer bir ‘dilsel’ yön kazandığı görülebiliyor. Bu sayede de aslında o zamana kadar kaybolan O’nun anlatıcı sesinin bir anda geri gelmesi, arada ‘politik’ amaçlar peşinde koşan ‘biçimci Stone’un aslında ne kadar lazım olduğunu anlatmaya yarıyor. Aynı zamanda da ‘cephe savaşı’ düşüncesiyle Meksika’nın ‘savaşın öte tarafı’ konumu yıkılırken, bir anlamda daha ‘liberal’ bir bakış devreye giriyor.

Salma Hayek ile Blake Lively arasındaki kuşak çatışması ayrıca keyif verirken, işkence ve tecavüz sahnelerinin ‘ırkçı vahşeti’ gösterip, sondaki noktanın da ‘vahşinin daha adaplısını, rasyonelini aramak lazım’ görüşünde konması da ayrı bir soru işaretine dönüşüyor.

Anlayacağınız Stone, filmini zeki sekanslar, iyi oyuncular, yüksek tempo ve kartellerin anlık değişimlerinin üzerine giden çok renkli bir görsel estetikle sarıp sarmalasa da politik mesaj adına yine bizleri kaygılandıran, tartışılacak sonuçlar vermiş. ABD’deki uyuşturucu ticaretini onaylayıp ‘Meksikalı’yı vurun’ demek ve ‘savaş çağrısı’ yapmak çok da akıl karı değil. Ancak elbette Meksika westerni temsili gibi duran Meksika sahneleri ile ABD’deki sahil sekanslarında dikkat çeken yaz derinliğini de unutmamak gerek...

Baştan sona keyifle izlenebilir

Yönetmen, Meksika karteli bölümlerini alt açı, çarpık açı gibi ‘kara film kötülüğü’nü anlatmak için farklı bir estetikle temsil ederken, Lively’nin araya girdiği sekansları çok yakın planlar, baskın renk duyarlılığı, geriye sarma ve yavaş çekim gibi tekniklerle sarmış. Bu durum dokusal bir detaycılık getiriyor aslında. ABD kısmını daha bir yapma heyecana hapsederken, Meksika’nınkinin ‘gerçek’ olduğunu anlatıyor.

Bu durum bir anlamda ‘anlık değişim’lerin hakim olduğu uyuşturucu piyasasında ölümün an meselesi olabileceğini, mutlu sonun da bu bağlamda şekillenebileceğini ortaya koyuyor. ‘Kim daha vahşi?’nin sorusunun cevabında da bu bakış açısından biraz daha ‘liberal’ sonuçlar alınabilir. Ama pek tabi, Meksika kartellerinin ‘gerçeklik’, ABD’deki uyuşturucu oluşumlarının ‘uçmuş’luğa tekabül ettiğini düşünerek ‘yorum’da bulunmak da imkanlar dahilinde. Her şeye rağmen “Vahşiler”, baştan sona keyifle tüketilen bir film. Sonuçta karşımızda “JFK” ve “Katil Doğanlar”ın farklı renklerden oluşan detaycı estetiklerinin bir türevi duruyor.

FİLMİN NOTU: 5.5

Künye:

Vahşiler (Savages)

Yönetmen: Oliver Stone

Oyuncular: Blake Lively, Taylor Kitsch, Aaron Johnson, Benicio Del Toro, Salma Hayek, John Travolta, Emile Hirsch

Süre: 131 dk.

Yapım yılı: 2012

BİR ZAMANLAR YOLDA

Paolo Sorrentino, son dönem İtalyan sinemasının yıldızlarından... Burada ise The Cure’un solisti Robert Smith’le benzeştirilen, yitip gitmiş bir müzisyenin yol üzerindeki yabancılaşmasını kendi üslubuyla sarıyor. Onun “Il Divo”da oturttuğu spagetti biyografi kalıbının bir türevi kıvamındaki “Olmak İstediğim Yer”, ABD’deki rock kültürüne dair dikkat çekici bir gözlem sunuyor. Seyircisine de bir müzisyenin hayattan izole edilmesinden, insani değerlerini açığa çıkarmasından ve savaş kıyımlarıyla bağ kurmasından güç alan bir ‘kendini arayış valsi’ armağan ediyor.

Ana dili İngilizce olan bir müzisyenin hayatından bir ‘kesit’ sunmak, herhalde ‘yabancı’ bir yönetmen denince en iyi Paolo Sorrentino’ya yakışırdı. Kuşaksal değişimden mustarip eski rock starı Cheyenne de burada bu tiplemeyi hakkıyla karşılamış. Paolo Sorrentino, ‘spagetti western’in ikonlaşmış figürü Sergio Leone’den transfer ettiği opera estetiği dokusunu “Olmak İstediğim Yer”de (“This Must Be the Place”, 2011) yalnız bir karakter üzerinden 70’lerin müzikleriyle ‘retro’ hale getirmiş. “The Doors” (1991) ve “Control” (2007) gibi zamansal defolar taşıyan benzeri müzisyen biyografilerinin bu eksikliklerinden uzak durarak da doğru adımlar atmış.

Stilize biyografi formülü, yol hikayesinin serbestliğiyle dolduruluyor

Yönetmenin “Il Divo”da (“Il divo: La Spettacolare Vita di Giulio Andreotti”, 2008) İtalyan başbakanı Giulio Andreotti’yi hicvetmek için kurduğu şablon burada Cheyenne adlı Sean Penn’in canlandırdığı uzun saçlı bir tiplemenin içinde yer buluyor kendisine. Yine balık gözü objektiflere, detay planlara ve çok yakın planlara uzanan görsel yapının, yavaş çekimle ve baskın müzik kulanımıyla bir omurga kurduğu şüphesiz. Bu da onu opera estetiğini gayet iyi uygular hale getiriyor.

Ancak karakterin yalnızlığını ve yükselme çabasını iyi yansıtan yönetmenin, bu kez uzun süreye, yol hikayesine ve İngilizce diyalog yazma iddiasına kapılıp ‘spagetti biyografi’ tabanını birazcık yaraladığı söylenebilir. Fakat ‘auteur’ kimlikli bir yönetmenin stili ve sinemaya yaklaşımı denince akla gelecek eserlerden biri karşımızdaki. Hatta onun büyük oranda 70’ler Amerikan sinemasının ‘yol filmleri’ne uyarlanmış, ‘özgürlükçü’ inceleme denemesi diyebiliriz.

Leone’nin en belirgin mirasçısı diyebiliriz

Sorrentino, görüntü yönetmeni, senaristi ve kurgucusunu İngilizce filme ve hikayeye karşın değiştirmeyince özündeki duyguyu kaybetmemiş. Görüntülerin dansını doğru müzikleri seçerek gerçekleştirmeyi becermiş. Yalnızlığı ve yitip gitmişliği yansıtmak için vals kıvamında bir görsel dokuyla etrafımızı sarmış. Rock dünyasındaki yükseliş sonrasında zamanı geldiğinde karşınıza çıkabilecek ‘düşüş ivmesi’ üzerine birçok şey söylerken 118 dakikayı ve Sean Penn’i iyi kullanmış.

Müzik dünyası üzerine ‘yalnızlık’ merkezinden bir inceleme olarak okunabilecek eser, Leone’nin yeni milenyumda Sorrentino, Luca Guadagnino ile Marco Bellochio’da bıraktığı etkiye çok şey borçlu. Birazcık yönetmenin ilk iki filmi “Aşkın Getirdikleri” (“Le Consequenze del Amore”, 2004) ile “Aile Dostu”nda (“L’Amico di Famiglia”, 2006) karşımıza çıkan, harala gürele yüksek tempolu Gabriele Muccino filmleriyle akraba bir koreografi yok burada. Aksine “Il Divo” sonrası gerçek hayatlardan kurmaca zemin çıkarıp ‘sosyopolitik’ yol açmaya yarayan anlamlı bir süreç işliyor.

Dramatik açıdan ilgi çekici tarafları var

“Batıda Kan Var”ın (“C'era Una Volta il West”, 1968) kötü adamı Jason Robards imzalı Cheyenne’in hakim olmayan isminin ‘ana karakter’ için kullanılması da tesadüf değil. Zira yönetmen, Leone’nin orada westerne yaptığını son iki filminde biyografiye uygulama peşinde. Böylelikle genelde sinema filmi bütününü ‘zaman’ olarak kaldıramayan türü daha iyi idrak etme olanağı yakalayabiliyor.

Cheyenne'in 2. Dünya Savaşı'nda Nazi mahkumu olmuş babası, Robert Smith’e benzeyen mizacı ve ağzından dökülen Mick Jagger göndermeleri de ayrı birer alt metinsel egzersiz olarak karşımıza ‘yol’ boyunca çıkıyor. Bu da dramatik açıdan filmi ilgi çekici hale getiriyor. Sorrentino’nun burada ‘müzik’le bulduğu sistem ise fazlasıyla işliyor. Yalnızlığın ve hayatın dışına itilmenin, adeta devre dışı bırakılmanın tanımını yapma konusunda herhangi bir sıkıntı çekmiyor. Cheyenne’in ‘kariyersel çöküş’ sonrası kendini arayış ya da düzlüğe çıkarma yolculuğu da seyirciyi sinemanın lütuflarıyla etkisi altına alıyor.

FİLMİN NOTU: 6.5

Künye:

Olmak İstediğim Yer (This Must Be the Place)

Yönetmen: Paolo Sorrentino

Oyuncular: Sean Penn, Frances McDormand, Harry Dean Stanton, Judd Hirsch, Eve Hewson, Kerry Condon

Süre: 118 dk.

Yapım Yılı: 2011

DİKKAT: İZLENİYORSUNUZ

En kısa tanımıyla kendilerini bir ATM kulübesinde kıstırılmış bulan üç iş arkadaşının gerilim dolu öyküsü diyebiliriz. “Uyarısız Şiddet: ATM”, Alfred Hitchcock, Roman Polanski gibi ustaların süzgecinden de geçen bir formülü modern bir düşünceye ve fazlasıyla dar bir alana transfer ediyor. Bunu yaparken yönetmeni ve senaristinin belirgin acemiliklerine takılsa da bürokrasi eleştirisi depolaması ve katilin tekinsizliğinden yılmamasıyla belli ölçülerde ‘albeni’ taşımayı beceriyor. Sonuyla da ‘her hareketin izlendiği bir dönemde yaşıyorsak, bu makineleşmeden korkmalıyız’ mesajını veriyor.

‘Kapalı alanda daralma’ tümcesi bir bakıma Avrupa sinemasında aktif olan ve sanatsal eğilim taşıyan bir bakışı akla getirir. Ancak bu durum, karakterlerin psikolojik tabanının çatlamasıyla popüler alana da kaymıştır. Dramatik yapılardaki çatışmaların zirve yaptığı anlar ise bu ‘gerilim’in atardamarına dönüşür.

Hitchcock, Polanski gibi ustalar görmüş bir formül

“Tahlisiye Sandalı” (“Lifeboat”, 1944), “Sudaki Bıçak” (“Nóz w Wodzie”, 1962) gibi örnekleriyle bildiğimiz bu formül, insanoğlunun özünde saklanan sırları açığa çıkarmaya yarar aslında. ‘Kapalı alan gerilimi’ deyişiyle sivrilen ve her yükselişiyle çeşnili bir alt türü peşine takan alanın amacı fazlasıyla nettir: ‘Ruh hali’nin zirve yaptığı bir ‘itiraf’lar çizelgesi oluştururken, bunun izinde temaları sıralamak...

Sinemada asansörden sandala, bodrum katından zindana kadar çeşitli ‘mekanlar’ı kendisine mesken tutan bu formül, belki Chris Sparling’in varlığıyla bu düşünceyi daha da daralttı. Onun senaryosundan perdeye taşınan ve bir tabutun içinde geçen “Toprak Altında”da (“Buried”, 2010) günümüz ABD’sinin siyasi çerçevesinin ele alınmasının ardından, burada da iş hayatının yozlaşmasına uzanan bir ‘inşa süreci’ görebiliyoruz.

Senaryosal anlamda sıkıntılar dikkatlerden kaçmıyor

“Uyarısız Şiddet: ATM” (“ATM”, 2012), yatağa atmayı düşündükleri kız ile kendilerini önce aynı arabada ardından ATM kulübesinde bulan, geceyi de orada geçiren iki adamın serüvenine odaklanıyor. Ancak “Arıza”da (“The Wackness”, 2008) parlayan Josh Peck ile “Bu Kız Beni Aşar”da (“She’s Out of My League”, 2010) ‘star’ ışıltısı veren Alice Eve’i de bulunduran bu ekip, gerçek bir psikolojik çatışmanın malzemesine dönüşmüyor. Aksine burada ‘kabanlı katil’ figürünün gerçekliği, ürkütücülüğü ve gizemli planları tartışmaya açılıyor. Filmin amacı bir anlamda iş hayatının, bürokrasinin parmaklıklarında yozlaşmaya yüz tutmuş bir jenerasyonu eleştirmek.

Bu durumu da ‘günümüzün mahremiyeti yok eden teknolojik yapısı’na bağlayan alt metinleriyle dikkat çekebiliyor zaman zaman. Ancak filmin yönetmeni David Brooks’un, ilk karedeki ‘sanki laf beklerken poz veren kadın’ veya ‘koşarken zaman mevhumunu kaybeden gizemli katil’ imgesi gibi detaylardan ‘bir senaryosal açmaz’a hapsolduğu kesin. ATM kulübesindeki ‘daralma’nın mekanın kapısının açık kalmasıyla klostrofobik etki yaratmaması bir tarafa, arkadaki otomobilin kaybolmasına kadar uzanan ‘mantık boşluk’ları ya da boş vermişlikler de dikkatlerden kaçmıyor.

İş hayatı konulu metinleriyle ve katil motifini işleyişiyle bir albeni aşılıyor

‘Var mı yok mu?’ şaşkınlığını yaratmak, bazen ‘zeki’, bazen ise ‘acemi’ haller alabilir. Bunun dengesini oturtmak önemlidir. Belli ki Brooks, kendi üstlendiği kurguyu yönetmenlik koltuğundayken unutmuş ve birkaç kareyi bağlamamış. Bu durum ‘gerilim’i zedelerken neredeyse kutuplardaymışçasına buz tutan kulübenin bu hali de inandırıcılığını yitiriyor bir süre sonra...

Her şeye rağmen şablonu motiflerin klasik uygulanışından uzak tutma ve iş hayatı üzerinden metinler açma düşüncesi tutuyor. 90 dakikayı geçmeyen süre de bu duruma ayak uyduruyor. Elbette son döneme bakınca alanında “Şeytan” (“Devil”, 2010) veya “Frozen” (2010) gibi bir başarı yok karşımızda. Ama “Uyarısız Şiddet: ATM”, diyalog ve çatışma gibi konularda yetkin durmasa da temasal ve motifsel dünyasındaki fikirlerle bir albeni aşılamayı beceriyor.

FİLMİN NOTU: 4

Künye:

Uyarısız Şiddet: ATM (ATM)

Yönetmen: David Brooks

Oyuncular: Brian Geraghty, Alice Eve, Josh Peck, Aaron Hughes, Omar Khan

Süre: 90 Dk.

Yapım Yılı: 2012

HUZURLARINIZDA ‘LYON ÇETESİ’

Hollywood geleneklerine göre çekilen “Bir Mafya Hikayesi”, Fransa’da 1970’lerde filizlenen ‘Lyon çetesi’nin iki elebaşının öyküsünü belgeleme niyetiyle yola çıkıyor. Bu konuda en az “Ölümcül İçgüdü” kadar ‘sıradanlık’, ‘uzun süreç sıkıntısı’ ve ‘geleneksellik’ten zarar görse de temiz bir izlence sunmayı da beceriyor. Özellikle Lanvin-Karyo ikilisinden güç alan ‘gangster bireyleri’yle öne çıkan filmin, ‘tarihi gerçekleri belgeleme’nin ötesine geçemediği kesin.

Fransız sinemasının 40’lı-50’li yıllardaki ‘kara film / suç filmi’ geleneğine ‘saygı duruşu’nda bulunma ya da ‘hakim olunan kaynaklar’ hesabı tutunma arzusu son dönemde iyiden iyiye arttı. Bunun en önemli sebebi büyük oranda o dönemin filmlerinin yeniden çevrimlerini modern bir elekten geçiren “36 Adaletin Merkezi” (“36 Quai des Orfèvres”, 2004) ve “İkinci Nefes” (“Le Deuxième Soufle”, 2006) idi. Marchal ile Corneau’nun, bir anlamda ‘kara film’ estetiğini ‘renkli’ dünyada yeniden karşımıza çıkarmaları sonuç verdi ve bu bir furyaya dönüştü.

Geleneksel bir gangster filmi

Zira bunu takiben Henri-George Clouzot, Jules Dassin ve Jacques Becker’in izini süren yönetmenler üredi. Ancak hiçbiri, siyah-beyaz dönemi nostaljik bir duyguyla ağırlaştıran ilki, ya da ışık-gölge kullanımını farklı renklerle yenileyen ikincisi kadar ‘önem’li bir noktaya ulaşamadı. “36 Adaletin Merkezi”nin yönetmeninin dördüncü filmi “Bir Mafya Hikayesi” (“Les Lyonnais”, 2011) de birazcık Fransa’nın bir numaralı gangsterinin hikayesine uzanan “Ölümcül İçgüdü” (“L’Instinct de Mort”, 2008) hesabı bir geleneksel gangster filmine açılıyor.

Mario Puzo’nun ‘Baba’ (‘The Godfather’) romanı kadar katmanlı ve geniş bir içeriğe sahip olduğu düşünülebilecek Edmond Vidal’ın romanı, belli ki zamansal hasarlardan çekmiş. Dramatik yapıya bakınca bunu hissetmek mümkün. 70’ler ile günümüz arasında gidip gelirken iki gangsterin soygun, hesaplaşma, gammazlama, ihanet ve ikiyüzlülük dolu günlerini ele alan eserin, yüksek sesli müzik, temiz bir anlatı, doğru mercek tercihleri ve tempoyu ayarlama yetisi dışında bir ‘imza’ koymadığı kesin.

Hollywood için gövde gösterisi

Bu da buradaki muhbirliğe uzanan ‘derin’likli meseleleri bir anlamda ‘daha önce görmüştük’ noktasında bırakıyor. Marchal da arada ‘dizi’ çekmesinin etkisiyle ‘çabuk tüketilecek bir sinema filmi’ üretmiş oluyor. Adeta 2000’lerde “36 Adaletin Merkezi”nin yaptıklarını ‘can yakmayacak’ bir platforma yerleştiriyor. Filmi izlerken Gérard Lanvin-Tchéky Karyo ikilisinin yüksek ‘mimik’ becerisiyle parlayan elektriğinin ötesinde, hafif siyah-beyaza kayan 70’ler renklerinin ötesine geçince standartların yerine getirildiğine tanıklık edebiliyoruz.

Bu da “Bir Mafya Hikayesi”ni, sıradan bir Hollywood izlencesinin ötesine taşımıyor. Sadece Momon-Serge adlarını alan gangster ikilisinin dünyasına dair ‘aydınlık’ yüklü bir suç portresine ulaştırıyor. Marchal ise bu filmin ve “36 Adaletin Merkezi”nin yaklaşan Hollywood yeniden çevrimleri öncesi ‘gövde gösterisi’ yaparak onların yönetmenlik koltuğunda da oturmak istediğini salık veriyor.

FİLMİN NOTU: 4.5

Künye:

Bir Mafya Hikayesi (Les Lyonnais / A Gang Story)

Yönetmen: Olivier Marchal

Oyuncular: Gérard Lanvin, Tchéky Karyo, Daniel Duval, Dimitri Storoge, Francis Renaud

Süre: 102 dk.

Yapım Yılı: 2011

YAPIBOZUCU BİR DUYGUSAL-DRAM

Sinemada çocuklarının hasta olduğunu öğrenen çiftlerin, fazlaca sömürüye açık melodramlarda tek boyutlu hale getirildiğini görürüz. “Yaşam Savaşı” ise bu formülü ya da alışkanlığı bozmak için yola çıkan Godardiyen bir film olarak anılabilir. Gerçek bir ‘kurgu dersi’ tanımıyla sahne sahne okutabilecek eserin, yönetmenin kendi yaşamından bir dilime odaklanmasına karşın meseleye dinamik ve yapıbozucu yaklaşımıyla sivrildiği kesin. Aşk, evlilik, çocuk sahibi olma gibi ‘ayakları üzerinde duran ilişkinin süreçleri’ni de ‘bağlılık’tan uzak halleriyle yorumladığı söylenebilir. Bu da “Yaşam Savaşı”nın, düz bir akıştan ziyade ara göstergelerin, kurgu dokunuşlarının ve detay sahnelerin oluşturduğu eklektik bir yapıdan seslenmesini sağlıyor.

Valérie Donzelli’nin, gerçek bir Fransız Yeni Dalgası hayranı olduğu çok açık... Burada da bu tabandan yola çıkıp kendi başına gelen olayı doğru bir sinemasal süzgeçten geçirmiş. Senaryosuz bir şekilde çalışarak, ‘giriş-gelişme-sonuç’ parçalarından ziyade sadece münferit sekansları belli olayların aralarına kurgulamayı tercih etmiş. Böylece duygu sömürüsüne açık ‘ölümcül hastalığa yakalanan çocuk melodramı’nın mizansenini darmadağın etmiş.

Fransız Yeni Dalgası usulü ‘savaş’ tanımı

Bu durum karşısında Valéri-Jérémie çiftinin adlarını Roméo ve Juliette yapıp ‘kurmaca’laştırması da bir bakıma amaçlarını bambaşka bir portföye geçirmiş. Zira aslında anlatıcı sesinin, İngilizce ya da klasik müziklerin ve çeşitli kurgu tekniklerinin hakimiyetiyle 2.35:1’de pelikülde işlenenler; gerçek anlamda bir ruh halinin tersine döndürülmesini sağlıyor. Tam Türkçe çevirisiyle ‘savaş başladı’ olarak konulan isim de bir anlamda ABD’nin Irak’a girişini eleştirip ‘destansı aşk’ düşüncesini ti’ye almak doğrultusunda kurgulanmış. Hastalık ile eş değer bir ‘hüzün’ odağının hicvedilmesini sağlamış.

Film de sanki bu anlayışla yol alırken, sıçramalı kurgu, hareketten kesme, yavaş çekim, çok yakın plan, montaj sekans, paralel kurgu gibi teknikleri zekice iç içe geçirmiş ve bir kurgu dersini beraberinde getirmiş. Bunların çoğunluğunun Fransız Yeni Dalgası döneminde sinemaya girmesi de, ‘hastalanan çocuk’un evrelerinin aralarının ‘müzikal’, ‘koşma’, ‘sıçramalı kurgu ile hastaneden uzaklaşma’ gibi fetiş sahnelerle doldurulmasının önünü açmış.

Üçüncü Fransız Yeni Dalgası’na yeni mensup geldi!

Açılış sekansının montaj sekans ile ‘ilişki’yi resmetmesi, evlilik, doğum gibi sömürüye alan açan olayların devre dışı bırakılması da tesadüf değil. Donzelli belli ki biçimci bir yönetmenlik algısıyla senaryoyu da umursamadan ‘resim’lerin ya da ‘kesme’lerin sinemasını yapmak istiyor. Bu durum karşısında da bir anlamda ‘abartı’ların anlam kazanıp pembe diziye kaykılma ya da sömürüye batma sorunu yaşamadığı bir film çıkıyor karşımıza.

Fransız Yeni Dalgası’nın ana amacı, Üçüncü Fransız Yeni Dalgası döneminde Christopher Honoré ve Mia Hansen-Løve gibi yönetmenlerin ‘formülleri-tür şablonlarını ufak rötuşlarla bozma’ düşüncesiyle canlandırılıyor. Donzelli de bu görüşteki sanatçılardan biri. Bu durum da filmin dinamik yapısının arasında ikili konuşmalardaki diyalogların çok şey anlatmasını sağlıyor fazlasıyla.

Detay bilgiler ana akışı oluşturunca filme göre aşkın tanımı da ortaya çıkmış oluyor

“Yaşam Savaşı”, çocuğu hastalanan bir çiftin hikayesine kulak verse de o ‘duygusal’ bağ kurulması gereken bireyin yakın planını sadece son karelerde gördüğümüz, bunun ötesinde evliliğin lafını etmeyen ve ara göstergelerle bir şeyler anlatmaya çalışan bir eser. Standart akışlı bir filmde ‘ara plan’ olarak devreye girebilecek öğeler sözü geçen eserde ana çatıyı oluşturuyor.

Donzelli, ‘hastalanan çocuk’un getirebileceği keder ya da sömürüyle değil de gerçekten yol açabileceği ‘realist hüzün’le bizi yüzleştiriyor. Böylece iki karakterin aşklarının bir anlamda ‘çocuk yapma bağlılığı’ndan öte olduğunu anlatabiliyor. Aşkın böylesi bir ayakta durmayla, evliliksiz bir beraberlikle yaşayabileceğini kendi ‘lehçe’siyle vurgulamayı beceriyor. Bu da artık ilişkilerin, heyecanların, bağlılıkların ve yaklaşımların değiştiğini gözler önüne seriyor.

FİLMİN NOTU: 6.3

Künye:

Yaşam Savaşı (La Guerre est Déclarée / Declaration of War)

Yönetmen: Valérie Donzelli

Oyuncular: Valérie Donzelli, Jérémie Elkaim, Elina Löwensohn, César Desseix, Bastien Bouillon

Süre: 100 dk.

Yapım Yılı: 2011

TIMARHANE FİLMLERİ SUNAR

Son dönemde alıştığımız ‘dijital gerçeklik’ ve ‘bulunmuş görüntüler’den güç alan ‘korku sahte belgeselleri’nin yeni üyesi... “Tımarhane”, lanetli Graystone akıl hastanesinin, terkedilmiş bir yapının içinde olanlara ‘gözlemci kamera’sı ile adım atıyor. Ancak bundan ne görsel, ne dramatik, ne de türsel anlamda bir şeyler çıkarabiliyor. ‘Ev yapımı video kaset’ görüntüleri bulundururken sadece belki ‘teaser’ları doldurabilecek ‘ucuz’ korku anları sunabiliyor. Böylece yeni furyanın “İçimdeki Şeytan” gibi ‘taban’ noktalarından birine dönüşmekte sıkıntı çekmiyor.

2000’ler korku sineması ‘gerçeklik’ algısıyla donatılıp ‘sahte belgesel’lerin temsiline dönüşedursun, aslında bu konuda bariz ‘alt formüller’ de oluşmaya başladı. ‘Atmosfer filmleri’, ‘bulunmuş kayıt filmleri’, ‘film çekmeye giden ekip filmleri’ adlı parçaları bambaşka bir yazıda ele alabiliriz. Bunların üçüncüsüne giren “Tımarhane” (“Greystone Park”, 2012) ise belli ki “Kanlı Tepeler” (“The Hills Have Run Red”, 2009) ve “Hırs” (“Resurrecting the Street Walker”, 2009) gibi eserlerin türevi bir yapıt.

Sinema filminden çok ‘teaser’ parçalarını doldurabilecek görüntüler sunuyor

Sean Stone, 2009 yılında ‘Graystone’ adlı akıl hastanesinin arkasındaki sırları filme çekmek için yol almaya başlıyor. Bunun devamında da olanlar oluyor. Bir bakıma “Blair Cadısı”nın (“The Blair Witch Project”, 1999) demode düşünce yapısını andıran bu duruş muhtemelen Jaume Balagueró, Paco Plaza, Matt Reeves gibi bu konuda önemli işler çıkaran yaratıcıları rahatsız edecek cinsten.

Zira burada Oliver Stone’un da ekibe ‘yol gösterici’ niyetine dahil olmasıyla gerçek isimleri alan karakterler beliriyor. Bir anlamda plansız programsız görsel örgü de ister istemez zamanla ‘zıvana’dan çıkıyor. Bu da din, mezhep, doğaüstülük fark etmeden bir algıyla etrafımızı sarıp belki münferit bir ‘teaser’da anlam kazanacak korku sahneleri izlememizi sağlıyor.

Sanat yönetimi beş dakikada halledilmiş olabilir

Büyük oranda Stone’un birkaç dakika önce girip aksesuarlar veya korku türükleri bıraktığı basit sahne planlamaları da bir yerden sonra ‘amatör’lüğünün ruhunu da kaybediyor. Tamam burada araştırılan mesele, ondan çıkarılmak istenen gerçekçi, dijital kamera düşüncesi ve hikaye yapısı, ‘bir yaklaşım var’ dedirtiriyor.

Ancak Stone’un filminin ‘korku tüyü’ o kadar eksik ki efektlerden müziklere kamera düşüncesinden oyuncu kullanımına, geçmişten bulunan fotoğraflardan kasedin görüntüsünün gitmesine kadar neyi nasıl ne sebeple kullanacağı ‘başıboşluk’la karşılık bulmuş. Akıl hastanesi ve mensuplarına ‘ahlaki’ yaklaşım da bir yerden sonra ideolojisi olmayan, tek boyutlu alt metinlerin ortaya yerine düşüyor.

FİLMİN NOTU: 2.5

Künye:

Tımarhane (Graystone Park)

Yönetmen: Sean Stone

Oyuncular: Sean Stone, Alexander Wraith, Oliver Stone, Pete Antico

Süre: 85 dk.

Yapım Yılı: 2011

İSTİSMAR YÜKÜ ALTINDA...

Bir akıl hastanesinin aşçıları ile hastaları arasındaki çatışmayı merkezine alan “Cinnet Gecesi”, buradan belirlediği yolda doğru adımlardan ziyade ‘splatter’ (kana yüklenen istismar filmi alt türü) yüklü bir çizgi belirlemiş. Bu da B filmi kalıplarıyla karanlığın ve kanın ayarını bilmeden bir şiddet gösterisine dönüşen yapıtın, 85 dakikayı bile zor dolduran bir sinemaskop yavanlığına mahkum kalmasını sağlıyor.

Akıl hastaneleri ‘drama’ların merkezine dönüştüğü kadar ‘korku filmleri’nin de omurgasında yer almıştır çokça. Bunun sebebi türün ihtiyacı olan ‘zıvanadan çıkmışlık-normallik’ arasındaki tedirgin edici çizginin kullanılma arzusudur bir bakıma. Bu mekan, 1972 tarihli “Asylum”dan tutun bizim “Gen”e (2006), “Boo”dan (2005) tutun “Zindan Adası”na (“Shutter Island”, 2010) kadar farklı alt türlerin içinde karşımıza ‘baskın’ bir rolle çıkarılmıştır.

“Session 9”un izini sürmeliymiş

Genelde ‘gerçek mi, hayal mi?’ sorusu eşliğinde geçmişten gelen bir lanetin gizemine veya bir hastalığın yarattığı sanrılara odaklanmıştır. Örneğin “Session 9” (2001) gibi gotik korku, “Asylum” (2008) gibi metafiziksel slasher filmleri bu konuda önemli bir yere sahiptir. ‘Halloween’ serisindeki hakim akıl hastanesi figürünü, “İşkence Odası”nda (“Martyrs”, 2008) müziğin korkutuculuğunu arkasına alan motifin benliğini ya da “Sağ ve Ölü”deki (“The Living and The Dead”, 2006) ‘akıl hastası’ karakterin aşıladıklarını da unutmak kolay değil.

Courtès ise burada tüm bu yollardan geçmekten ziyade kendi inanışlarıyla ucuz bütçeli bir B filmi çekmiş. Bu kalitede eserlerin hayranlarını memnun edecek bu yapıt daha ziyade birkaç şarkısı ve görüntü yönetmeninin becerisini taşıyan birkaç uzun kamera kaydırması ile dikkat çekiyor. Geniş ölçekli lenslerin bu duruma kattıklarıyla özellikle açılış ve kapanıştaki ‘et kesme’ tedirginliği bir gıdım geriltmeyi beceriyor.

Şiddet yanlısı olması bir tarafa ahlaki bakışındaki sıkıntıları da önemsemiyor

Ancak reklamcılıktan gelen yönetmen, alışkanlık oluşturmadığından mı bilinmez ama bir türlü bunun ortalarını iyi dolduramıyor. Zira karakterler ve oyuncular adına sığlığı tercih etmesinin yanına zamanla ele aldığı alt türün ‘umursamaz’ bir yere uzanması da ekleniyor. Mutant filmi alt türü ile istismar filmi arasında kalan gerçek bir ‘splatter’ (istismar filmi alt türü) düşüncesi bizleri esir altına alıyor. Hastaları ahlaki sorumluluğu umursamadan sömürme de bu noktada açığa çıkıp ‘fütursuz şiddet gösterisi’ne eşlik ediyor. Akıl hastanesinde kalanların insanlıktan çıkıp şiddet malzemesine çevrilmesinin nasıl bir ideolojik doğruluğu olabileceğini sorgulamak ise seyirciye düşüyor.

“Cinnet Gecesi” (“The Incident”, 2011), belli ki korkunun kapalı alandaki ‘ver karanlığı!’ ve ‘bastır kanı!’ emir kiplerini arkasına alan acemi taktiklerinden çekmiş gibi. Bu durum da ancak alanında 85 dakikalık bir ‘tür’ temsilini bizlere bırakıyor. Gerisi ise bu ‘cinnet gecesi’nin ötesine geçemiyor.

FİLMİN NOTU: 2.4

Künye:

Cinnet Gecesi (The Incident)

Yönetmen: Alexandre Courtès

Oyuncular: Anna Skellern, Rupert Evans, Dave Legeno, Richard Brake

Süre: 85 dk.

Yapım Yılı: 2011

KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

Anahtar: 2.5

Aramızda Bebek Var (Un Heureux Evénement): 5.5

Arıza Aşk (Bellflower): 7.2

Aşk Perisi (La Fée / The Fairy): 7

Aşk Sanatı (L’Art d’Aimer): 3.7

Azrail’i Beklerken (Poulet aux Prunes): 7

Babam İçin (Will): 5.5

Bu Dans Senin (Take This Waltz): 5.8

Buz Devri: Kıtalar Ayrılıyor (Ice Age: Continental Drift): 3.5

Canavarlar Sofrası: 4.5

Can Dostum (Intouchables / The Intouchables): 3

Can Yoldaşım (Darling Companion): 1.8

Çernobil’in Sırları (Chernobyl Diaries): 5.5

Daha İyi Bir Hayat (Une Vie Meilleure / A Better Life): 3.8

Dedektif Dee: Gizemli Alev: 6.1

Dikkat Bebek Var! (What to Expect When You’re Expecting): 5.5

Diktatör (The Dictator): 6.7

Edepsiz Kız (Dirty Girl): 4

Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir: 6.8

Faust: 7.6

Gizemli Kadın (La Femme du Veme): 5.2

Hayatının Seçimi (The Ledge): 3.5

İnanılmaz Örümcek Adam (The Amazing Spider-Man): 4.5

Kan ve Aşk (In the Land of Blood and Honey): 5

Karanlık Gölgeler (Dark Shadows): 5.8

Kıyamet Kitabı (Doomsday Book): 5.3

Koruyucu (Safe): 3.5

Lanetli Kız (Dictado): 2.7

Liseli Polisler (21 Jump Street): 3.2

Madagaskar 3: Avrupa’nın En Çok Arananları (Madagascar 3: Europe’s Most Wanted): 5.9

Mahşer Günü (The Divide): 5.5

Moonrise Kingdom: 8.7

Öz Hakiki Karakol: 1.7

Pamuk Prenses ve Avcı (Snow White & the Huntsman): 6.5

Paris’te Çılgın Canavar (Un Monstre a Paris): 6.7

Peki Şimdi Nereye?: 5

Pirana 3DD (Piranha 3DD): 5

Prometheus: 7

Ruh Eşim (Café de Flore): 6.5

Ruhlar Oteli (The Innkeepers): 5.3

Sağ Salim: 2.9

Sert Rüzgarlar (Des Vents Contraires): 6

Sezar Ölmeli (Ceasar Must Die): 3.5

Siyah Giyen Adamlar 3 (Men in Black 3): 5.5

Skor Sıfır (The Inbetweeners Movie): 5.4

Soluksuz Gece (Nuit Blanche): 5.1

Şeytanın Yüzü (La Moine / The Monk): 6.2

Ya Aşk Olmasaydı?: 3.4

Yakıcı Bir Yaz (Un été brulant): 4

Yenilmezler (The Avengers): 5.8

Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

keremakca@haberturk.com

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar