Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Hafta başında hemen hemen bütün gazetelerde çıkan bir haber, hafta boyunca hep kafamı meşgul edip durdu.

        Haberi siz de okumuşsunuzdur. 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan, 14 Nisan 2014 tarihinde Meksika’da ölen Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in külleri, doğduğu ülke olan Kolombiya ile öldüğü ülke olan Meksika arasında kardeşçe bölüştürüldü.

        Kolombiya’nın payına düşen miktar, yazarlık işine başladığı şehir olan Cartagena’da yaptırılan bir büstünün altına konuldu, Meksika’nın payına düşen kısım ise Mexico City’de korumaya alındı.

        ***

        İspanyolca yazan bir yazardı Marquez. Gezgindi.

        Hayatının önemli bir kısmını dünyanın çeşitli şehirlerinde geçirmişti.

        Paris, New York ve Barcelona en çok yaşadığı üç şehirdi.

        Ülkesi Kolombiya’da başı hükümetle derde girdi.

        1980’li yıllarda Kolombiya devletine karşı yıllardan beri silahlı mücadele veren FARC gerillalarıyla haşır neşir olmakla suçlandı. Bu yüzden ülkesinden sürgün oldu, Meksika’ya yerleşti. Çok geçmedi, sürgünlüğüne sebep olan gerillalar ile Kolombiya hükümeti arasında “arabuluculuk” yaptı.

        Öldüğü gün, kendisini sürgüne göndermiş olan Kolombiya devletinin Cumhurbaşkanı Juan Manuel Santos onu, “Bugüne kadar yaşamış en büyük Kolombiyalı” olarak nitelendirdi.

        Aslında o bir gazeteciydi. Ölünceye kadar da mesleğine sadık kaldı. Birçok romanında “röportaj” tekniğini kullandı.

        Sonra günün birinde “Yüzyıllık Yalnızlık” adında bir roman yazdı “ve bütün hayatı değişti”.

        ***

        Ölünceye kadar en yakın arkadaşlarından biri olarak kalan, 2010 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Perulu yazar arkadaşı Maria Vargas Llosa, “Yüzyıllık Yalnızlık”ın yazılış hikâyesini şöyle anlattı:

        Garcia Marquez 1965 yılında bir gün Mexico’dan Acapulco’ya giderken yolda “birden delikanlılığından beri, zihninde üzerine çalıştığı roman”ı gördü. “Roman kafamda o kadar olgunlaşmıştı ki, ilk bölümünü hemen oradaki bir daktilocuya kelime kelime yazdırabilirdim” diye itiraf etti. Hemen yeteri kadar kâğıt ve sigara stoklayarak çalışma odasına kapandı ve kendisini 6 ay boyunca hiçbir şey için rahatsız etmemelerini istedi. Ama aslında evindeki o odanın duvarları arasında tam 18 ay kapalı kaldı. Nihayet kendinden geçmiş, nikotinden zehirlenmiş, fiziksel yıkımın eşiğine gelmiş bir halde oradan çıktığında, elinde 1300 sayfalık bir elyazması ve 10 bin dolarlık bir kira borcu vardı. Çöp sepetinde de 5 bin sayfa kadar buruşturulup atılmış kâğıt birikmişti. Bir buçuk yıl boyunca günde 8 saatlik bir ritimle çalışmıştı. Karısıyla insan yüzüne çıktığında, ellerinde avuçlarında bir elektrikli ısıtıcı, bir mikser ve bir saç kurutma makinesi kalmıştı. Karısı onları da sattı, kitabı Arjantin’deki yayıncıya göndermek için posta parası yaptı. Birkaç ay sonra, Yüzyıllık Yalnızlık kitap olarak ortaya çıktığında, 20 bin baskıyı birkaç hafta içinde tüketiveren bir okur kitlesi ve hep birlikte hiç fire vermeden heyecana kapılan eleştirmenler, o elyazmalarını ilk kez okuyanların haber verdikleri şeyi doğruluyorlardı: Son yılların en üst düzey edebi yaratısı doğmuştu.

        ***

        Farkında olmadan, bir şekilde hayatımıza dokunan yazarlar vardır; bu laf doğruysa eğer Marquez birçoğumuz için bu yazarların başında gelir. Çokça da “Yüzyıllık Yalnızlık” sayesinde tabii.

        Kitap, bugüne kadar 30 dilde 60 milyona yakın sattı.

        Bir kalıba sığmayan tuhaf olayları, gayet ciddi bir şekilde anlatan yazar, edebiyata “büyülü gerçekçilik” diye bir tür getirdi. Cervantes’in o zamana kadar yazılmış olan şövalye romanlarının kalbine sapladığı hançeri, oradan çıkarıp o zamana kadar gelmiş olan geleneğin bağrına sapladı, tam da “roman öldü” denilen bir dönemde yeni bir tür yaratarak romanı yeniden şaha kaldırdı.

        Llosa’nın deyimiyle, “Hem geleneksel hem modern, hem Amerikalı hem evrensel” bir romandı Yüzyıllık Yalnızlık ve bu nitelikleri haiz roman dünya edebiyatında nadirdi.

        ***

        Gabo’nun külleri haberinin beni bu kadar etkilemesinin nedeni üzerine düşündüm bütün hafta boyunca.

        “Kolombiya’nın itibarına halel getiriyor” diye rejimin hışmına uğrayan, yazdığı roman dünya kültür mirasının en nadide parçalarından biri haline geldikten sonra da yazarın “küllerine muhtaç” kalan devletin tavrıydı galiba beni bu kadar düşündüren.

        “İşte bu” dedim kendi kendime. Hayat yetersiz kaldığı yerde, edebiyat girer devreye.

        Şu sözler Gabo’nun dostu Llosa’nın 2010 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmadan:

        “Edebiyat, birbirinden çok farklı insanlar arasında bir kardeşlik duygusu uyandırır ve cehalet, ideolojiler, dinler, diller ve ahmaklığın kadınlarla erkeklerin arasına diktiği duvarları yıkar.”

        ***

        Llosa’nın da dediği gibi, her dönemin kendine özgü “dehşetleri” vardır. Bizim çağımız da, canlı bomba olup kalabalık muhitlerde patlayarak cennete gideceklerini sanan; şehirleri yakıp yıkarak içinde yaşayan insanları evlerinden sürgün edip yeryüzüne cenneti getireceğini sanan “intihar teröristlerinin” çağıdır.

        Bir yazarın küllerinin iki ülke arasında, -üstelik o ülkelerden birisi o yazara onca haksızlık yapmış olan bir ülke olduğu halde- kardeşçe bölüşülmüş olması, bu “intihar teröristleri çağı”nda yaşamanın tek tesellisi gibi geldi bana.

        Sahi, Nâzım Hikmet’in mezarı hâlâ Moskova’da...

        Diğer Yazılar