Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Çok değil, yüz küsur yıl önce milliyetçilik denilen “virüs” henüz insanların kanına girmemişti; bu yüzden de bugünkü dertlerimizin pek çoğu yoktu.

        Aynı soydan gelen insanların bir araya gelerek kurdukları, sayıları yetmeyenlerin de başka milletleri “kanun namına” kendilerine katarak oluşturdukları ve adına “ulus devlet” dedikleri devletler de henüz coğrafyamızda ortaya çıkmamışlardı; o yüzden örneğin Osmanlı imparatorluğunun geniş toprakları, o topraklar üzerinde yaşayan farklı milletlerden, farklı dinlerden gelen insanların ortak yurdu, devlet de hepsinin ortak devletiydi.

        İmparatorluğu parçalayan şey de zaten o sırada yeni yeni ortaya çıkmış olan milliyetçilik fikrinin etrafa yaydığı zehir oldu.

        Zehir kısa süre içinde koca imparatorluğun her yerine yayıldı.

        Farklı dinlere mensup olan, başka başka milletler çekip gittiler.

        Biz bize kalmak üzereydik.

        (Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya”sında okuduğumda, bu konu üzerine daha önce düşünmediğini görmüş, hayret etmiştim. Osmanlı İmparatorluğundan tam tamına beş Hristiyan devlet çıktı. Ancak, İspanya’ya kadar giden Müslümanlar, orada uzun yıllar kaldıkları halde, geri döndüklerinde, onlara ait hemen hemen hiçbir şey kalmadı geride. Hatta taşa kazılmış izleri bile silmek için özel bir çaba harcadılar, camilerin temellerini bırakıp üzerlerine kiliseler inşa ettiler. Şu anda orada ne bir Müslüman topluluk, ne de İslamiyet’e ait belirgin bir kültürel atmosfer vardır. “Çoğulculuk”, “çok kültürlülük”, “hoşgörü”, “ötekinin varlığına tahammül” gibi kavramları hayatlarının ekmeği suyu sayanların yurdudur oralar derler ya, siz siz olun biraz ihtiyat payı bırakın bu tür lakırdıları dinlerken...)

        *

        Balkan Savaşı işte bu sırada patlak verdi.

        Sırp, Bulgar ve Yunan çeteleri kendi topraklarında yaşayan Müslüman avına çıktılar.

        Rumeli kısa süre içinde kan gölüne döndü.

        O Rumeli ki, devletin yüreğinin attığı yerdi.

        Rumeli’yi kaybetmek, devleti kaybetmek demekti.

        Ama “gavurun imana gelmeye” hiç niyeti yoktu.

        Üstüne çullandılar Müslüman ahalinin.

        Onlara da göç yolları göründü.

        İstanbul’a çevirdiler yönlerini.

        İstanbul ilk durakları oldu.

        Sırp, Yunan ve Bulgar çetelerinden kaçan Müslümanlar, kafileler halinde girdiler şehre.

        *

        (Nedense yurdundan kaçanların, her dönemde ilk sığınağı İstanbul oluyor. Balkanlardan kaçanlar İstanbul’a geldi; yıllar sonra Anadolu’da yaşayan, artık köyünü sevmeyen, tarlası bağı yetmeyen, “Oralarda taş toprak diye bir şey yok, her şeyi altındır” diyerek, denklerini sırtlarına vurup İstanbul’a kaçtılar köylüler. O yüzden İstanbul başlı başına bir ülke oldu. Bugün bile bayram tatillerinde herkes İstanbul’dan kaçar, tatil bitiminde herkes tekrar İstanbul’a döner. Hiçbir televizyonda örneğin Adana’ya, Antep’e, Urfa’ya, Trabzon’a, Ankara’ya dönüş haberine rastlayamazsınız, ille de İstanbul’dan çıkış ve İstanbul’a dönüş...)

        *

        1912 yılında Balkanlardan kopup gelen Müslüman ahali, gelirken neredeyse “ölülerini bile” beraberinde getirmişti.

        İstanbul’da “muhacirlerin” yerleştirileceği yer sıkıntısı baş gösterdi kısa süre zarfında, bir kısmını camilere doldurdular.

        Dağdan gelmişlerdi.

        Şehir hayatının acemisiydiler.

        Etrafı kirletmeye başladılar.

        İstanbul ahalisi yavaş yavaş homurdanmaya başladı.

        Kısa süre içinde adları “bitli muhacire”, çocuklarının da isimleri “sümüklü muhacir çocuklarına” çıktı.

        Aşağılandılar, horlandılar.

        “Şu savaş bitse de memleketlerine dönseler, biz de rahatlasak” beklentisi bir süre sonra halk arasında büyük bir tepkiye dönüştü.

        *

        İstanbul o zamanlar, sadece İstanbulluların yaşadığı bir şehirdi.

        Bir kısmını İstanbul’da bıraktılar; geride kalanları Bursa, İzmit, Balıkesir gibi civar illere dağıttılar muhacirlerin. (Rumeli’den geldikleri için çoğunun dili “muhacir” demeye dönmez, o yüzden şu anda bile o günlerden kalanların torunları kendilerine “muacir” derler.) Bunlara daha sonra “mübadeleden” getirtilen diğerleri de eklendi.

        Zaman içinde “muhacirler” bu ülkenin “bir gerçeği” haline geldi, diğer Müslüman ahalinin içinde eridiler, buralı oldular.

        Anadolu kültürüne yeni şeyler kattılar.

        Bilmediğimiz yemekler getirdiler. Kendilerine özgü adetleri, zamanla Anadolu ahalisinin adetlerine karıştı.

        Ama toplum içinde hep “muhacir” olarak adlandırıldılar.

        Açıkçası onlar da kendilerine “muhacir” denmesinden gocunmadılar.

        Bugün bile kökeninden bahsederken, “biz muhaciriz” diyenler çoğunlukta.

        *

        O “bitli muhacirlerin sümüklü çocukları” Türkiye’de büyüdüler.

        Mektep okudular.

        Tıpkı Anadolu’nun diğer ahalisi gibi kimisi başbakan, kimisi gene kurmay başkanı, kimisi yazar, doktor, kimisi mühendis, kimisi politikacı, kimisi de gazeteci oldu.

        *

        Tam yüz yıl sonra, o tarihlerde tıpkı Balkanlar’da yaşayan Müslüman ahali gibi bizim bir parçamız olan ama bu süre zarfında ortaya çıkan “ulus devlet” yüzünden sınırın öte yakasında kalan Suriyeliler, aynen Balkan muhacirleri gibi topraklarımıza göç etmek zorunda kaldılar.

        Biliyorsunuz bir iki sene önce, “Onların bir kısmını vatandaş yapsak iyi olur” diye bir fikir ortaya attı Cumhurbaşkanı Erdoğan. Bu fikir yavaş yavaş hayata geçti, bizim kütüğümüze kaydoldular, son seçimlerde bir kısmı oy bile kullandı.

        İlk “istemezük” deyip ayağa fırlayan, sıradan faşizmin nadide birer örneğini teşkil edecek birbirinden “kin ve nefret” dolu “ırkçı” yazılar kaleme alanlar, yüz yıl önce “bitli” diyerek aşağılanan o muhacir çocukların, buralarda doğmuş büyümüş, okumuş, zaman içinde ünlü köşe yazarı mertebesine ulaşmış çocukları oldu.

        Boşuna dememişler, “Sonradan Müslüman olan, namazı gürültülü kılarmış!” diye.

        Diğer Yazılar