Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Burada yazdığım yazıların tanışmamıza vesile olduğu Bülent Korman’dan daha önce Oğuz Atay vesilesiyle bir yazımda bahsetmiştim. Arada bir kederlendiğinde, kısa ama etkileyici metinler gönderiyor dostlarına telefonla Bülent Bey. Ben de onlardan birisiyim galiba, geçenlerde bir gece vakti telefonuma şu mesajı geldi:

        “Bazı soğuk kış gecelerinde Bodrum’un ıssız sokaklarında yürürken, ‘sürgün aristokrat’ Cevat Şakir’i orada, o kış gecelerinde çoluk çocuğuyla sobanın etrafında düşlemeye çalışır, ne kadar güçlü biri olduğunu düşünürdüm.

        İstanbul’da hayatın durduğu bu bomboş gecede Büyükada’da yürüyüşe çıktım. Bu kez Troçki’yi düşündüm. Dünyanın gidişini değiştirmek istediği için beyni baltayla parçalanmış büyük bir adamın bu büyüleyici ama sert adada geçirdiği sürgün kış gecelerine nasıl, ne yaparak dayandığını geçirmeye çalıştım zihnimden.

        Ne kazandı insanlık o zulümlerle?”

        *

        Tesadüfe bakın ki, yukarıdaki mesaja bakarken elimde Ömer Sami Coşar’ın “Troçki İstanbul’da” kitabı vardı. Kitabı birkaç gün önce okumuş, salonun bir köşesinde duran kitap yığını arasına koymuş, o sırada elimi atınca o kitap elime geçmiş, kapağındaki fotoğraflara bakıyordum. En çok da bir av dönüşü, köşkün önünde elinde kocaman bir balıkla durduğu çizmeli fotoğrafına...

        Bülent Bey’in notuyla birlikte o gece çektiği birkaç fotoğraf da geldi telefonuma. Elimdeki kitabın kapağındaki kolajın içinde yer alan o fotoğraf çerçevelenmiş Bülent Bey’in evinin bir köşesinde duruyormuş meğer; onun fotoğrafını çekip göndermişti bahsettiği o soğuk gecede yürürken sağda solda görüp çektiği adanın diğer fotoğraflarıyla birlikte.

        *

        Bir sürgünün sonu gelmez kış gecelerini düşünmek, en az o sürgünün çektiği acı kadar kederlenmektir o anda. Zira sürgün ile kış arasında sıkı bir ilişki vardır. Bir sürgün yaz demeden, kış demeden daima üşür. Bir türlü ısınmayan bedeni değil, ruhudur çünkü!

        Bu duyguya, büyük mütefekkir Edward Said, deyimi Amerika’nın en ünlü modernist şairlerinden Wallace Stevens’ten ödünç alarak “kış ruhu” diyerek tarif eder.

        “Kış Ruhu” başlıklı makalesinin alt başlığı, “Sürgün Üzerine Düşünceler”dir.

        Metis Yayınları yirmi sene önce bu başlıkla makalelerinden oluşan bir kitap yayınladı, Orhan Koçak ile Sahir Yücesoy hazırlamışlardı yayına.

        Yirmi yıldan beri okuyup bitiremediğim kitaplardandır.

        *

        Bu yazı için masaya oturduğumda, Bülent Bey’in sorduğu “Troçki bu büyüleyici ama sert adada geçirdiği sürgün kış gecelerine nasıl, ne yaparak dayandı acaba?” sorusunun cevabının aslında Edward Said’in makalesinin içinde gizli olduğunu biliyordum.

        Büyük alime göre sürgün, “asla memnun, uysal ya da güvenli olmama durumudur. Bir kış ruhudur sürgün.”

        Şöyle ki:

        “Burada bahar olasılığı kadar yazla güzün pathos’u da yakın ama ulaşılmaz bir yerdedir. Belki de sürgün hayatının farklı bir takvime göre hareket ettiğini ve ev hayatı kadar mevsimlere bağlı ve yerleşik olmadığını söylemenin bir yoludur bu. Sürgün, alışılmış düzenin dışında sürdürülen hayattır. Göçebedir, merkezsizdir, kontrapuntaldır; ama ona alışmaya başlandığı anda bozguncu gücü yeni baştan fışkırıverir.” (Edward Said, Kış Ruhu, Metis yayınları, s.42)

        *

        Şimdi bu bahse burada ara verip Halikarnas Balıkçısı’yla ilgili bir iki laf edelim.

        Orada ne kadar uzun kalırsa kalsın, hiçbir sürgün yaşadığı yeri yurt bellemez. O yüzden bir sürgün hep yurtsuzdur. Günün birinde yurduna gidecek diye doldurur günlerini. Yaşadığı yeri güzelleştirmeye çalışmaz.

        Galiba sürgünlerin tarihi içinde bunun tek istisnası Halikarnas Balıkçısı’dır. Yaşadığı süre içinde öyle şeyler yaptı ki, eğer bugün Bodrum Bodrumsa bunu ona borçludur.

        Yeni bir Bodrum yarattı.

        Sürgünlüğü bitti, devlet adeta onu kovdu Bodrum’dan. Orayı o kadar sevdi ki, uzak kalmasın diye yakınlarda bir yere, İzmir’e taşındı. Bir kez daha sürgün yedi. Bu yüzden ölümüne kadar Bodrum’la ilişkisini hiç kesmedi.

        Bodrum onun yeni yurduydu. Güç ulaşmıştı oraya, meşakkatli bir yolculuk yapmıştı, ama bir cennet keşfetmişti; burada Bülent Bey’e söylenebilecek tek şey onun için kaygılanmaması! Zira onun Bodrum’dan başka gidecek asıl yurt bildiği bir başka yurdu yoktu!

        Ama Troçki öyle değil.

        Troçki İstanbul’u sevmedi.

        Sanırım bir yeri sevmenin yolu onun dilini bilmekten geçer. Her şeyin esası dildir, dil bağlar insanı mekana... Belki de dili diline yabancı sürgünlerin yeni yurtlarında bu kadar azap çekmelerinin yegane sebebi budur. Dilini bilmediğin yer korkutucudur, kabus gibi çöker insanın üstüne.

        O yüzden hep diline vakıf olduğu bir Avrupa ülkesine gitmek için uğraştı durdu, bir iki deneme yaptı da... Kısa bir iki seyahati oldu Avrupa’ya ama mühlet dolunca tekrar gönderdiler dilini bilmediği sürgün yurduna.

        *

        Gerçek adı Leon Davidoviç’tir. İlk sürgün yeri Sibirya’dır. Kampın çorba kazanından at zekeri çıkıp devrimin ilk fitili ateşlenince, bir gardiyan “Troçki” adının yazılı olduğu sahte bir hüviyet tedarik etti ona.

        “Troçki” firari adıdır. Devrimci ve yazar adı olarak kaldı. “Sürekli devrimin” peşinde hep bu isimle koştu.

        İstanbul’a geldiğinde, her sürgün gibi kısa bir süre burada kalacağını sanıyordu. Tam tamına dört buçuk yıl bu şehirde yaşadı. Vaktinin önemli bir kısmını daArap İzzet Paşazade Abit Bey’in Büyükada’daki köşkünde geçirdi. Köşkün 5 salonu, 18 odası vardı.

        *

        Edward Said yukarıda andığım makalesinde bir sürgün için, “Nerede olursan ol evindeymişsin gibi davranmak özel bir başarı hissi verir insana,” der.

        Zaten Troçki’de böyle baktı sürgün hayatına.

        Kısa bir süre kalıp gidecekti, öyle sanıyordu.

        Sekreterler tuttu. Yazdırmaya başladı. Arka arkaya kitaplar yazdı. Arada sırada İstanbul’a indi. Taksim’deki Artistik sinemasında Şarlo’nun “Şehir Işıkları”nı seyretti. Parmakkapı’da Dişçi Apostolidis’e tedavi oldu, Tünel’e yürüdü zaman zaman, oradan yine Yüksekkaldırım’dan yürüyerek Sultanhamam’da alışveriş yaptı karısıyla. Hayırsızada’da silah talimi yaptı. Sandal kiralayıp bol bol balık avladı.

        Öldürülmekten korkuyordu. O yüzden gitmek istiyordu. Avrupa’da çok sayıda yoldaşı vardı, onu orada koruyacaklardı.

        Ama bilmiyordu ki onun için en güvenli yer Türkiye’dir!

        Stalin’in ajanları dünyanın her yerine yayılmış, atmaca gibi onu bekliyorlardı.

        *

        İstanbul günleri hakkında Altüst Dergisine şahane bir yazı yazmış olan Roni Margulies, Troçki’nin sanırım henüz dilimize çevrilmemiş olan “Portraits – Political and Personal” kitabından bazı pasajları kendisi Türkçeye çevirerek alıntılar yapar. Bu alıntılara bakınca, Bülent Bey’in sorduğu soruya az buçuk cevap bulabiliyoruz.

        Büyükada’da adeta bir cennettedir Troçki, şöyle yazar:

        “Büyükada bir dinginlik ve unutkanlık adası. Dünyanın yaşamı buraya ancak uzun bir gecikmeyle ve kısık sesle ulaşıyor… Özellikle sonbahar ve kış aylarında, tümüyle ıssızlaştığında ve parklarda ağaçkakanlar görülmeye başlandığında, Büyükada yazı yazmak için mükemmel bir yer. Burada tiyatro olmadığı gibi, sinema da yok. Otomobiller yasak. Dünyada kaç yer olabilir böyle? Evimizde telefon yok. Eşeklerin anırması sinirlerimizi yatıştırıyor. Büyükada’nın ada olduğunu bir an için bile unutmak mümkün değil: deniz pencerelerimizin hemen altında ve adanın hiçbir yerinde denizden saklanılabilecek bir nokta yok. Taş duvarın hemen on metre ötesinde, elli metrede balık avlıyoruz – ıstakozlar. Bazen haftalar boyunca deniz bir göl kadar durgun oluyor.”

        600 liraya verip bir deniz motoru almış, sabahın çok erken bir saatinde uyanıp denize açılıyor. “Şu geçtiğimiz elli üç ay boyunca” diyor, “paha biçilmez öğretmenim sayesinde, Marmara Denizi ile sıkı fıkı oldum”.Öğretmenim dediği, Balıkçı Haralambos’tur:

        “Bazen ağları indirir indirmez arkamızda ani bir su şakırtısı ve bir homurtu duyulur. ‘Yunus!’ diye bağırır Haralambos korkulu bir heyecanla. Tehlike! Yunus, balıkçının taşlar atarak balıkları ağa doğru sürmesini bekler, sonra tek tek koparır alır balıkları, yanında baharat olsun diye ağın da koca koca bölümlerini yırtıp götürerek. ‘Ateş edin, Monsieur!’ diye bağırır Haralambos. Ve tabancamı ateşlerim. Genç bir yunus bundan korkar ve kaçar. Yaşlı korsanlar ise o otomatik oyuncak tabancayı hor görür ancak. Silah sesinden sonra, salt kibarlık olsun diye, biraz uzaklaşır, bir iki homurdanır ve beklerler. Çok zaman boş ağımızı aceleyle çekip başka tarafa gitmek zorunda kalmışızdır.”

        Yunusları kovalamak için sıktığı bu silah sesleri, peşindeki emniyet mensuplarını ne kadar telaşlandırdı anlatamam!

        *

        Ömer Sami Coşar’a göre balıkçılığı kısa sürede Rusya’da da duyulur ve bir fıkraya dönüşerek dilden dolaşmaya başlar; fıkra şöyle:

        Boğaz’da bir gün Troçki balık avlamaktadır. Bir ara dalar, düşünmeye başlar. Sorarlar:

        “Ne oldu Leon Davidoviç?

        “Düşünüyorum da! Lenin sağ olsaydı şimdi o da benimle beraber burada balık tutardı. Beraber olurduk."

        *

        Büyükada’da İzzetpaşa Köşkü’nde bazı pencereleri ördürerek oturur, sabahtan akşama kadar durmadan yazar. Sanki vaktinin azaldığını biliyor. Yanında bu iş için tutulmuş iki sekreter var. Bugün her birisi anıtsal bir eser olarak kabul edilen “Hayatım”ı, üç ciltlik “Rus Devrim Tarihi”ni burada bitirir. Köşkte çıkan yangında, bu eserleri kurtarmak için canını bile hiçe sayar.

        *

        Çok önceleri kendisi için yazdığı;

        “Uğultularla duyduk/Kocaman bir çan gibi haykıran Troçki’yidizesini daha sonra Stalin’e biat edince “Kocaman bir çan gibi haykıran Kızıl Meydanı” şeklinde değiştiren başta komünist şair Nazım Hikmet olmak üzere hiçbir Türk komünisti ona yüz vermez; onunla bir mülakat yapan Vala Nurettin hariç ki o kendini hiçbir zaman komünist saymamıştır zaten.İstanbul’da geçirdiği 4.5 yıl sonra 1933 Temmuz’unda nihayet Fransız vizesi çıkar.

        “Bu sabah balık yoktu. Mevsim artık sona erdi, balıklar derin sulara gittiler. Ağustos’un sonlarına doğru dönecekler, ama o zaman artık bensiz çıkacak Haralambos balığa. Şu anda alt katta, yararlılığına belli ki pek de inanmadığı kitaplarla dolu sandıkları çiviliyor. Açık penceremden, devlet memurlarını İstanbul’dan yazlık evlerine taşıyan küçük vapuru izliyorum… Daha iyi mi olur, daha kötü mü, bilmem, ama ‘Büyükada’ adlı bölüm sona eriyor.”

        *

        Kuşkusuz daha iyi olmadı. Burada Şükrü Kaya’nın başında olduğu polis teşkilatı onu çok iyi koruyordu.

        Ama işte Edward Said’in de dediği gibi, yerinde duramayan kişidir sürgün. “Nerede değilse orada olmak ister.” Bedeni buradaysa, kafası, bilinci memleketinde, olmadı kendine yakın bulduğu insanların içinde... Avrupa Troçkist kaynıyordu, burada kendini “işe yaramaz” hissediyordu. Bir an önce harekete geçecek, Stalin diktatörlüğüne son verecekti. “Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır,” diyor alim.

        Bu yüzden 17 temmuz 1933 akşamı Galata rıhtımından kalkan “Bulgaria” şilebi onu ve beraberindekileri Marsilya’ya bıraktı. Sürgün yolculuğu burada da devam etti. Fransa’dan Norveç’e, Norveç’ten Meksika’ya. Hep korkuyla, hep polis nezaretinde yaşadı. Ta ki Meksika’da Ramon Mercader adında bir it herifin, 1940 yılında, sıcak bir yaz günü giydiği pardösüsüne gizlediği çivi gibi keser kafasına ininceye kadar...

        Tel çerçeveli gözlüğü, hüzünlü bakışları, keçi sakalı, hiçbir kuvvettin sarsamadığı inancı ve bir dünya kadar hatasıyla birlikte, yirminci yüzyılın en büyük şahsiyetlerinden birisi olarak tarihteki yerini aldı.

        Yazının burasında en iyisi sözü, Edward Said’in deyimiyle, “yurtsuzluk hissini tamamlanmamış, yarım kalmış şeylerden oluşan bir listeyle tarif eden Filistinli şair Mahmud Derviş’e bırakmak:

        “Ama ben sürgünüm

        Gözlerinizle damgalayın beni

        Neredeyseniz oraya götürün

        Her neredeyseniz oraya.

        Yüzümün rengini geri verin bana

        Ve vücudun sıcaklığını,

        Kalbin ve gözün ışığını,

        Ekmeğin tuzunu ve ritmi.

        Toprağın tadını... Anavatanımı.

        Gözlerinizle siper olun bana

        Hüzün malikanesinden bir kalıntı diye alın beni

        Trajedimden bir dize diye alın;

        Bir oyuncak diye alın, evden bir tuğla diye,

        Alın ki çocuklarımız geri dönmeyi hatırlasın."

        *

        Ya işte böyle Bülent Abi! Hilmi Yavuz’a bin selamla:

        “Hüzün ki en çok yakışandır bize

        Belki de en çok anladığımız.”

        *

        Not: Çarşamba günü çıkan yazımla ilgili, mektepten Hocam Prof. Şükrü Hanioğlu’ndan bir mail aldım. Şöyle diyor:

        “Değerli Kardeşim,

        Bugün yayımlanan güzel yazında Marx'a atfettiğin“İnsan yediğidir/İnsan ne yiyorsa odur (Der Mensch ist, was er ißt)”ifadesi Ludwig Feuerbach'ın. Kendisi bunu Jacob Moleschott'unLehre und Nahrungsmitteleseri üzerine bir değerlendirme yaparken söylüyor. Biliyorsun Moleschott fosfor-düşünce üretimi arasındaki münasebet üzerine çalışıyordu.

        Bir okuyucun olarak güzel yazılarının devamı dileklerimle.

        Sevgiler.”

        Hata yaptım, özür dilerim. Yanlışımı hocam düzeltti, yaşadıkça hep hocam kalacak, gururla, minnetle!

        Diğer Yazılar