Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Üstünde yaşadığımız toprak henüz yerine oturmadı. Altımız kaynıyor. Binlerce metre derinliklerde bizim bilmediğimiz bir şeyler oluyor her saniye; yer kabuğu kırılıyor, kıtalar birbirine yaklaşıyor, bazı kara parçaları birbirinden uzaklaşıyor.

        Memleketimiz tam da böyle bir yer işte... Fay hatları, tıpkı insanoğlunun yaptığı yollar gibi uzanıyor Anadolu’da boylu boyunca.

        Yüzyıllardan beri bu böyle...

        Yıllar önce Muş’ta, Van’da, Erzincan’da yıkıcı depremler yaşadık. Ama hepsi bize çok uzaktı. Felaketlerin nelere yol açtığı, o günün haberleşme imkanları içinde pek algılanmadı.

        Ölenle ölünmez dendi, ateş düştüğü yeri yaktı.

        Bu durum 1999 yılına kadar böyle sürdü.

        Ne zaman ki o büyük felaket İstanbul da dahil olmak üzere Marmara Bölgesi’ni vurdu, işte o zaman deprem denilen bir gerçekle karşı karşıya olduğumuzu anladık.

        İstanbul’u da vuran o deprem bizi derin uykudan uyandırdı. İstanbul’a yağan yağmur, milletçe hepimizi ıslatmıştı çünkü.

        Tam yirmi yıldan beri yattığımız o gaflet uykusunun mahmurluğu içindeyiz aslında.

        Bir şeyler yapmak istiyoruz, ancak hala ne yapmamız gerektiğini tam kavramış değiliz.

        Öle öle, doğal olmayan ölüme karşı tedbir almanın yollarına bakıyoruz.

        Ve aslında her ölüm bizi biraz daha ürkütüyor ama bu korku o ölüme karşı kalıcı bir tedbir doğramıyor.

        Eli ayağı birbirine dolanmış bireyler olarak yaptığımız tek şey, bir başkasını suçlamak...

        Kendimizi temize çıkarmanın en kolay yolu budur çünkü.

        *

        Elazığ depreminin haberini memleketten beş bin kilometre uzakta bir yerde aldım. Bulunduğum yer deprem bölgesi değil. Burada toprak çoktan oturmuş, kayalaşmış, depremler işini bitirmiş...

        O yüzden burada hiç kimse gecenin bir saatinde müthiş bir yer sarsıntısıyla uyanma korkusu yaşamıyor. Bu bilgiden yoksundur aslında toplumun büyük bir kısmı.

        Bu korkuyu yaşamayan birisi de bunun ne demek olduğunu anlamaz zaten.

        *

        1999 yılında depreme İstanbul Cihangir’de deniz gören küçük evimizde yakalanmıştık karımla birlikte.

        Bir yıllık evliydik. Karım, şu anda bulunduğum ülkede büyüdüğü için, hayatında hiç deprem yaşamamış, sonuçları konusunda hiçbir bilgisi yoktu.

        Gecenin geç bir saatinde yatağa girmiş, o korkunç sesle uyanmıştık.

        Aynı anda ikimiz pencereye koşmuş, İstanbul’un her tarafından yükselen o korkunç sese kulak kesilmiştik. O çok uzun süre boyunca biraz sonra Boğaz’ın suları yarılacak, içinden bir canavar çıkacak ve hepimizi yutacak korkusuyla bakmıştım denize.

        O kulakları sağır eden sese bir anlam veremeyen karım, şaşkın şaşkın bakıyordu etrafına.

        Biraz sonra evimiz başımıza yakılacak, o zaman el ele tutuşarak yatağa oturup birlikte ölelim demiş, genç karımı odaya sokmaya çalışmıştım.

        O sırada aklıma gelen tek şey, yüksek sesle dua etmekti.

        Allah’ın adını anıyor, şefkatli elini uzatıp ikimizi buradan çıkarmayı talep ediyordum ondan.

        Bir yandan dua ediyor, bir yandan da, olup bitenlere anlam veremeyen, o korkunç sesin neyin sesi olduğunu anlamayan, o sallantının neyin eseri olduğunu bilmeyen kadına zelzeleyi anlatmaya çalışıyordum dilim döndüğünce.

        Biraz sonra sarsıntı bitti, ama dudaklarımdaki dualar bitmedi.

        Gayet sakin çıktık evden, kapıyı kapatıp sokağa attık kendimizi.

        *

        Bulunduğum; burada yaşayanların hayatları boyunca hiç şahit olmadıkları ve bu ülke durdukça şahit olmayacakları yerde, Elazığ’daki depremin haberini aldığımda nedense 1999’da yaşadıklarım geldi aklıma.

        Benim o gün yaşadıklarımı, yüzbinlerce insan bir kez daha yaşamıştı o sırada. O yüzden yaptığım tek şey, kendimi o sırada, o felaketi yaşamış olan insanların yerine koymak oldu.

        Nefesim daraldı, kendimi bir merdiven boşluğunda, bir odanın köşesinde, demirden bir kutuya hapsedilmiş gibi hissetmeye başladım.

        Yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

        1999’da kendim ve genç karım için yaptığım duaların bin katını o sırada o korkunç sarsıntıyı hisseden, benden uzaktaki yüzbinlerce insan için ettim.

        *

        Gözüm kulağım memlekette olup bitenlerde... Bu kadar uzak bir yerde tek tesellim, bizi birbirimize bağlayan az da olsa acılarımızı hafifleten o muazzam dayanışma duygumuzdur. Bunu çok iyi beceriyoruz işte.

        Herkesin canla başla nasıl yardıma koştuğunu, böyle felaket anlarında aramızdaki her türlü derin uçurumun nasıl bir anda kapandığını, aynı saniyede nasıl tek bir ruha büründüğümüzü gördükçe bu uzak coğrafyadan; bu memleketin çocuğu olmaktan bir kez daha gurur duyuyorum.

        Her şeyimiz eksik olabilir.

        Her şeyimiz aksak sakar olabilir.

        Her şeyimiz berbat olabilir.

        Birbirimize hayatı zindan etmek için elimizden geleni ardımıza koymayabiliriz.

        Birbirimizden nefret ediyor olabiliriz.

        Ama yaşadığımız bu depreme benzer bir felaket anı yaşanmaya görsün; işte o anda dünyanın en güzel memleketi olup çıkıyoruz. Kanayan her yara, yarasız beresiz vücudumuzda yapışıp, aynı sızıyı hepimize eşit dağıtıyor.

        Bu da yalnızlığımızı unutturuyor bize, sadece güzelliğimizi gösteriyor herkese.

        Benim burada gördüğüm resim bu!

        Allah hayatımızdan bu resmi eksiltmesin!

        Diğer Yazılar