Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Önceki yazımda macerasını anlattığım Orhan Kemal’in babası Abdülkadir Kemali, 17 Aralık 1930’da siyasi sebeplerden memleketini terk edip Suriye’ye kaçtıktan sonra Adana’daki ailesini de yanına aldırır. Bir süre sonra eşi ve üç kızı yaban ellerde yapamaz, oğlu Sıtkı’yı yanında bırakır, oğlu Raşit (Orhan Kemal)’i, kızlarını ve karısını memlekete geri gönderir. Baba oğul Beyrut’ta “itten aç, yılandan çıplak” hayata tutunurken, Adana’da 19 yaşındaki oğlu Raşit alnında “vatan haininin oğlu” damgasıyla onlarınkine benzer bir başka hayata asılır.

        Sürgünlük uzayıp aradan yıllar geçince Abdülkadir Bey, eşini ve üç kızını tekrar yanına aldırır, oğlu Raşit Adana’da yalnız kalır. Beyrut’ta oğlu Sıtkı işportacılık yapar, Abdülkadir Bey de zaman zaman dava dilekçelerini yazarak kıt kanaat bir hayat sürdürür. Adana’da tarlaları var, onların kiralarını toplasın diye sürekli oğlu Raşit’i uyarır.

        Oysa Raşit’in kanına çoktan şiir girmiştir. Bir de “öbür taraftaki adamın oğlu”dur, yabancı bir ülkenin ajanı nasıl takip ediliyorsa öylesi bir polis takibinin altındadır.

        Bir mektubunda durumu şöyle anlatır:

        REKLAM

        “Takip ediyorlar, ısrarla takip ediyorlar. Herkes yüzüme şüpheyle bakıyor. Konuştuklarını benden saklıyorlar. Rahatsız oluyorum. Neler fısıldaşabileceklerini bildiğim için huzurum kaçıyor. Futbol oynuyorum, sivil polisler futbol sahasının kenarından ayrılmıyorlar.”

        *

        “Başkalarından ayrı muamele görmeye” daha fazla dayanamaz, okulu bırakır, bir dokuma fabrikasında çalışmaya başlar Raşit.

        Fabrikada “şiir kılıklı şeyler” yazar, işçi kahvelerinde arkadaşlarına okur.

        Günlerden bir gün fabrikada, iplikhanede çalışan Nuriye adlı çok güzel bir Boşnak kıza aşık olur.

        Nişanlanırlar. Düğün yaklaşır.

        Babası Abdülkadir Kemali, 3 Ocak 1937 tarihinde Beyrut’tan yazdığı mektupta oğluna şunları yazar:

        “Malik Ağa isminde bir Boşnak’ın kızıyla evlenmek üzere olduğun haberini alınca validen kadar elbette ben de sevindim. Boşnaklar namuslu ve dürüst kimselerdir. Elimizden gelen bir şey olmadığı için sizin düğününüze gereken yardımı edemeyeceğiz. Mamafih tarlalardan alınacak dört yüz veya beş yüz veya daha fazla paradan elli ve hatta altmış ve hatta yetmiş beş lirasını sarf etmene müsaade ediyorum.”

        *

        Yoksul doğan birisi için hayat çok katlanılmaz bir şey değildir. Hiçbir yoksul, yoksulluğu kader bellemez zira, onunla baş etmek için didinir. En katlanılmaz olanı, varlık içindeyken yoksul düşmektir. Fakirin yiyecek bir şeyi yoksa, umudunu ekmek niyetine yer. Ama varlık içinden yokluğa düşenin yiyecek umudu da olmaz. Umut bittiğinde, insan da biter zaten.

        Babası memleketi Adana’dayken Raşit (Orhan Kemal) bir “bey çocuğu”ydu. Babası sürgüne gidip yoksulluğun pençesine düşünce bu “bey çocuğu” vehmi içinde bir süre yaşamaya devam eder. Yazdığı mektuplardan anlaşıldığına göre, nişanlısı da bu tarafıyla öğünmese bile herhalde iftihar ediyor olmalı. Bir mektubunda bunu sezdiğini söylüyor. Nişanlısının akrabaları, komşuları ona “enişte” diyorlar, hatta ondan akıl danışanlar bile var. Akıl veriyor vermesine de öte yandan meteliğe kurşun atıyor. Ondan para isteyen yok, fakat nişanlısını görmeye giderken eli boş mu gidecek? Sonra bayramlarda falan bir şeyler almak gerekmiyor mu? Entarilik kumaş, iskarpin falan... O kadar az kazanıyor ki, imkanı yok, durumu el vermiyor.

        REKLAM

        Gel zaman git zaman evlenmeye karar verirler. Ancak Raşit’in cebi delik, cepkeni hakeza... Kızı dile düşürmüş. Çaresiz kendini akrabalara muhtaç eder, avuç açar onlara. Bazıları hiç cevap vermez, cevap verenler de azarlar onu. O “soylu” akrabalara göre o “bir fabrika işçisiyle evlenip, ailenin şerefini” beş paralık etmiş, onu “ayaklar altına almış hayırsız bir evlat"tır. Böyle bir evlada yardım edilemez.

        Sonrasını bir mektubunda şöyle anlatır:

        “Öbür tarafa duyuramıyor, kızı dillere düşürmenin ağır mesuliyetini dehşetle hissediyor, kendimi suçlu görüyordum. Bir taraftan ailem bu işten vazgeçmemi, öbür taraftan nişanlım ve akrabaları bu işi çabucak bitirmemi istiyorlardı. Bunalmıştım. Bir avuç hapla bitirmek istedim işi.

        Beceremedim.

        Belki de becermek istemedim. Baygın bitkin buldular. Durumun vahameti etrafı insafa getirmiş olmalı. Engeller çözüldü. Mütevazı bir düğünle evlendik.”

        *

        Babası Abdülkadir Kemali, Beyrut’tan yazdığı mektuplarda durmadan oğluna “hayat derslerini” vermeye devam eder. Hem ders, hem de nasihat...

        Yeni kitaplar önerir ona örneğin.

        “Mesela; Fizik, kimya, Hayvanlar ve Bitkiler ilimlerini herhalde astronomiyi kesinlikle gözden geçirmelisin. İbni Haldun isminde birisinin, yüz sene evvel gelmiş bir adamın Adliye Nazırı Cevdet Paşa tarafından Türkçeye çevrilmiş ve ‘Mukaddime-i İbni Haldun’ namı ile bilinen muazzam bir kitabı vardır. Bu kitabı ele geçirebilirsin, her halde yorumlamaya bak, bütün ilimler hakkında çok mükemmel bilgiler edinirsin.”

        Sağlık ve tıp ilmine ait bilgilerle bilincini aydınlatmaya davet eder oğlunu. Ona göre, “Dünyanın en büyük adamları okullarda değil hususi incelemeler sayesinde büyük adam olmuşlardır.”

        “Okumaktan usanma,” der oğluna ve ardından şunları yazar:

        “Fakat şurasını unutma ki, kadınlar çok okuyanlardan görünüşte değilse bile kalben tiksinirler. Kocalarının öldüğü gün ne kadar kitapları var ise havuz içine atan kadınlar olduğu gibi kocasının hayatında iken kitaplarını birer beşer ortadan kaybeden kadınlar çoktur ve bunlar biraz da haklıdırlar. Çünkü akşam sabah kitapla hayatını geçiren kocalar kadınlar için birer cehennem zebanisidirler. Sakın işi bu dereceye götürme.”

        REKLAM

        *

        Orhan Kemal, babasının öğüdüne ne kadar uydu bilmiyorum ama aynı Orhan Kemal, bütün çocuklarını yazdığı kitaplarla okuttu. Bir yazar, yazdığının birkaç katı kadar okumazsa, kesinlikle iyi yazar olamaz.

        Oğlu Işık Öğütçü’nün babasının mektuplarından derlediği 500 sayfalık kitabını okuyunca Nuriye Hanım, “sabah akşam hayatını kitaplarla geçiren kocası Orhan Kemal’in değil cehennem zebanisi,” memleketin en dürüst, en çalışkan, en kalender, en umutlu, en büyük yazarlarından birisi olduğunu çok iyi biliyordu. O sevgi, hapishanede yatan kocasına, kocasının ona yazdığı mektuplardan bize o kadar güzel geçiyor ki...

        Yine de yazıyı bu meseleye dair başka bir anekdotla bitirmek mümkün.

        Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun eşi Leman Hanım, 1934 yılında kendisiyle röportaj yapmaya gelen Adile Ayda adlı bir kadın gazeteciye şunları söyler:

        “Kızım sakın bir romancıyla evlenme. Çünkü onlar bütün inceliklerini, bütün zarafetlerini okuyucularına harcayıp bitiriyorlar, yakınlarına bir şey kalmıyor. Kendilerini eserlerine içine döküp adeta boşalıyorlar.”

        *

        Oysa gurbet ellerde, Sofya’da; kocası Orhan Kemal henüz 56 yaşındayken yanında can verdiğinde, koca romancının kalbinden, daha nişanlıyken yolunda intiharı göze aldığı karısı Nuriye Hanım’a verecek, bir ömre daha sığacak kadar “incelik”, “zarafet” ve “sevgi” ziyadesiyle vardı.

        Oğlu Işık Öğütçü’nün bir ömrün hülasası olan “Eşe Dosta Selam” kitabındaki mektuplardan bana geçen duygu bu oldu.

        Diğer Yazılar