Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Sağda olsun solda olsun, Türk düşünce hayatının tarihi biraz da münevverlerin çıkarıp çıkarıp batırdıkları, batırıp batırıp çıkardıkları dergilerin tarihidir. Mürekkep yalamış hemen hemen herkes öğrendiklerinin önemli bir kısmını kitaplardan çok dergilerden öğrendi. O yüzden dergiler düşünce hayatımızda sanılandan da önemli bir yer tutarlar.

        Dergilere o kadar büyük bir ehemmiyet atfedilmiş ki… Üç yazar bir araya gelmiş bir dergi çıkarmış, dört şair birbirini bulmuş bir dergi çıkarmış, üç kişi bir gizli teşkilat kurmuş, önce bir dergi çıkarmış, üç beş siyasetçi aynı masaya oturmuş bir dergi projesi yapmış; sonra bunların büyük bir kısmı birbiriyle anlaşamamış, ayrılarak her biri ikisi birer dergi çıkarmışlar. Gizli örgütlerin, legal teşkilatların, ressamların, müzisyenlerin, esnaf odalarının, lise öğrencilerinin, hemen hemen her grubun birer dergisi olmuş. Böyle böyle, zamanla uçsuz bucaksız bir dergiler kabristanı olmuş memleket.

        Dergicilik daha çok gençlerin işi olmuş.

        Biraz da gençlik coşkusu gibidir deriler, aniden parlar, sonra yavaş yavaş söner, kaybolup giderler.

        İçlerinden uzun ömürlü olmuş olanları vardır kuşkusuz, ticari başarıya ulaşanlar da, hayatımızı bir hayli etkileyenler de…

        Ama yine de Türk düşünce hayatının gezinti yeri biraz da dergiler mezarlığıdır aslına…

        *

        15 Mayıs 1933 günü yayın hayatına başlayan “Yedigün” dergisi 1930’ların 40’ların en meşhur dergilerinden birisidir. Sahibi Sedat Simavi’dir; “Hürriyet” gazetesinden önce çıkardığı haftalık bir mecmuadır, aslında Hürriyet gazetesinin kaynağıdır. Edebiyattan magazine her konuda haberler verir, dönemin hemen hemen bütün yazarlarının yazıları, hikayeleri bu dergide çıkar, 54 bin gibi bir satış rakamına ulaşarak, harf inkılabının yayılmasına öncülük eder. Yazarlara iyi telif verir, sayfaları herkese açıktır, gençlerin ilk ürünlerine de… Birçok yazar burada yetiştirmiştir.

        *

        Sait Faik Abasıyanık da bu dergide yazıyor. Sadece hikayelerini vermiyor Sedat Bey’e, dergisi için sokaklara çıkıp röportajlar da yapıyor. Hikayeleri için beş lira, röportajları için on lira telif alıyor.

        Telifini aldığı bir gün çok sinirlenir, hışımla Sedat Bey’in odasına girer; bu ne saçmalık, böyle şey olur mu? Patron ters hesap yapmıştır, doğrusu hikayelerine on, röportajlarına beş lira telif almalıdır! O bir gazeteci değil, yazardır. Asıl işi röportaj yapmak değil hikaye yazmaktır. Kıymetli olan yaptığı röportajlar değil, yazdığı hikayelerdir. Hem herkes onu hikayeci olarak biliyor, nedir bu röportajı hikayeden daha kıymetli yapan şey?

        Sedat Simavi, hışımla odasına girip makinalı tüfek gibi kelimeleri ardı ardına dizerek konuşan kızgın hikayeciyi saki sakin sonuna kadar dinler.

        Sonra Sait Faik’e asıl canını yakacak olan şu cevabı verir:

        “Sait Bey, yanlışlık yok. Hikâye yazmanız için bir külfete, bir masrafa ihtiyacınız yok. Bir kâğıt bir kalem kâfi. Ama röportaj yapmak için bir yerlere gidiyorsunuz, ne bileyim, vapura, trene falan biniyorsunuz. Yol parası veriyorsunuz, icabında beklemek gerekiyor, bir kahveye falan oturup çay-kahve içiyor, masraf ediyorsunuz. O yüzden röportajlarınıza, hikayelerinizden daha fazla telif veriyorum, yoksa onları hikayelerinizden daha çok önemsediğimden değil.”

        Sait Faik’in canı yanar ama içi de rahatlar. Hikayenin namusunu kurtarmıştır. Röportaja devam, zira ekmek parası orada daha çok.

        *

        Sene 1946, günlerden 31 Aralık Salı… İstiklal Caddesinde yılbaşı telaşı çoktan başlamış. Asmalımescit’te edebiyatçıların müdavimi olduğu “Elit Kahvesi”ne girer Sait Faik. Kahvede masalar yan yana getirilmiş, masalara on-on beş genç adam oturmuş, kahve fincanlarının, sigara paketlerinin arasında bir yığın Fransızca edebiyat dergileri, gençler “edebiyattan, şu ismi olup da cismi olmayan şeyden konuşuyorlar.”

        “Yirminci Asır” isminde bir dergi çıkarmaya hazırlanıyorlar. Derginin sahibi İskender Fikret Akdora’dır. Derginin yazı kadrosunda Oktay Akbal, Orhan Hançerlioğlu, Behçet Necatigil, Cahit Irgat, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Fahir Onger, Özdemir Asaf, Suat Behlülgil, Cemil Meriç var. Hepsi heyecanlı, en büyükleri o gece yirmi sekizini bitirip yirmi dokuzuna girecek. Kırk yaşında şairleri, yazarları hakir görüyorlar, onlara göre o gece aralarında kırkına yeni basacak olanların da olduğu Sabahattin Aliler, Orhan Veliler, Cahit Sıtkılar, Ahmet Muhipler miadını doldurmak üzere…

        Otuzuna basmamış olanlar, otuzu çoktan aşmış olanlara çok kızgınlar, onlardan birisine göre, “Eveleme geveleme, devekuşu develeme şiir değildir. Şiir, insan meselesinin, fonksiyonu olan insan hayalinin dünya çerçevesinde tahakkuku…”dur.

        Sait Faik; genç şairin cümlesi Necip Fazıl’ın “semavi hitabesi” şeklinde uzayınca kağıt kalem çıkarır, gençlerin çıkaracakları dergi hakkındaki fikirlerini not almaya başlar.

        Derginin amacı Batının peşinde koşmak değil, Batı’nın kendisi olmaktır. Aradıkları, gerçek sanattır.

        Daha sonra kendisinin de aralarına katılacağı gençlere sorular sormaya başlar Sait Faik.

        *

        “Yirminci Asır”ın yayınlanmasından bir gün önce 19 Ocak 1947 günü Sedat Simavi’nin “Yedigün” dergisinde “Genç Edebiyatçılar” başlığıyla çıkan röportajda Sait Faik, sorularına cevap veren gençlere hafif müstehzi bir edayla bakar, onları pek ciddiye almaz, hatta hafifçe “alaya” alır. Salah Birsel bu durumun, “…biraz Sait’in benbenci olmasından ve ciddi şeyleri sulandırmayı çokça sevmesinden ileri” geldiğine söyler.

        Gençler “ideolojiler üstü” bir dergi çıkaracaklar, yerelden evrensele gidecekler! Bu yolculuğa katılmayanları da “polemik sütunlarında teşhir haçına gerecekler”. (Nazım Hikmet de gençken birkaç arkadaşıyla “putları kırmaya” kalkışmış, sonra yaptığı “toyluğun” farkına vararak Abdülhak Hamit’ten özür dilemişti.) Sait Faik’in bunu duyunca aklından “teşhir haçına gerilecek Cahit Sıtkı, Oktay Rifat, Sabahattin Kudret” gibi isimler geçer.

        Röportajın burasında Sait Faik, Cemil Meriç’in söz aldığını söyler ve şöyle devam eder:

        “Gözlerinin değil, gözlüklerinin üstünden az buçuk haince bakan, ince dudaklı, müstehzi bir münekkit olan ‘Yirminci Asır’ın münekkidi Cemil Meriç:

        ‘İnsandan bahsedeceğiz. Platon’un insanından. Diyojen gibi. Bilirsiniz tabii; Platon, insan iki ayak üstünde duran tüysüz bir hayvandır, demiş. Diyojen hindiyi bağırta bağırta yolduktan sonra Atina meydanlarında, ‘İşte Platon’un insanı!’ diye halka teşhir etmiş.’

        Masada bir kahkahadır kopuyor. Ne güzel şey gençlik!”

        Sait Faik başka bir gence yönelir, müstehzi bir ifadeyle sorar ona:

        “Üstat, eski şairlerimizi pek hırpalamasan… Eskiden kastım şu daha geçen sene bir iki kitapları çıkanlar.”

        Fahir Onger “hem acı, hem tatlı, hem sahih, hem yapmacık bir gülüşle” cevap verir ona:

        “Yok, onlar artık fazla ileri gittiler. Biz rakı şişesinde balık istemiyoruz. Balık içinde rakı istiyoruz.”

        Sait Faik bu söz üzerine kendini tutamaz;

        “Vallahi Orhan Veli ile biz her zaman balıkla rakı içerdik,” der.

        Fahir Onger, “Biz ise rakı ile balık yiyeceğiz,” cevabını verir.

        Masanın üzerinde Oktay Akbal’ın “Önce Ekmekler Bozuldu” adlı hikaye kitabı var. Sait Faik köşede oturan yazara yaklaşır yeni kitabının adını sorar, Oktay Akbal da, “Garipler Mahallesi” der. Arkasından, “Halide Edip’i nasıl bulduğunu” sorar, “Kerime Nadir’den iyidir” cevabını alır. Oktay Akbal’ı bırakır, Naim Tirali’ye yaklaşır, ona da Esat Mahmut Karakurt’un son romanını okuyup okumadığını sorar. “Okudum,” cevabını alınca, “En çok nesini beğendiniz?” diye soruca da, “Romanı okumayanları” cevabını alır. “Ya Halit Refik?” “O, her şeyi bir şeye benzetme üstadının son yazıları ansiklopedik mahiyette sevimli şeylerdir. Üstat artık hiçbir şeyin hiçbir şeye benzemediğini şeftalilerin rayihasının uçtuğunu, vapurların geceleri sulara uzattığı altın kaşıkların reçel kavanozlarında kırıldığını görmüş anlamıştır.”

        Sait Faik, orada bulunan şairlerden birer şiir okumalarını rica eder, Behçet Necatigil “Kızlar” şiirini okur:

        Size kem gözle bakamam

        Kardeş bilirim hepinizi

        Hatta en aşiftenizi

        Zavallı bulurum bulsam bulsam

        Kendi mahallesinde

        Kurumuş kalmış kızlar

        Nüfus kütüklerinde

        Kocaya varmış kızlar

        Sevmiş sevilmemişler

        Kadri bilinmemişler

        Hoppa ellerde kızlar

        Mihnette dilsiz olan

        Başka yerlerde kızlar

        O gün orada bulunan Salah Birsel otuzuna varmamış ama saçları dökülmüştür. Sait Faik’e göre, “Sakin bir hali vardır ama yaman alaycıdır. Yaşlanınca Yahya Kemal üstadımızdan daha dolgun olacağı şimdiden belli ama şiirlerinde öyle çalak, öyle çevik ki…” O da “Çarkıfelek” şiirini okur:

        Neler oldu neler

        Ne dolaplar döndü

        Talebe oldum

        Memur oldum

        Aşık oldum

        “Asker oldum piyade”

        *

        Sait Faik’in “gençlerle” röportaj yaptığı gün orada bulunan gençlerden birisi olan Salah Birsel, “Salah Bey Tarihi”nde, “Sait ‘Yirminci Asır’da yazdığı halde, kendini bütün kuşakların üstünde görürdü,” der. Orhan Veli’nin Ankara’dan İstanbul’a deldiğini herkes Sait Faik’ten öğrenir. Yine böyle bir gelişinde onu alır Elit’e, yeni bir dergi çıkarmakta olan gençlerin arasına götürür, kahveye girer girmez de, “Orhan Veli’nin pabucunu dama atmışsınız, öyle mi gençler?” diye sorar.

        Salah Bey’e göre Elit’e gelenlerin en kültürlüsü, en bilgilisi Cemil Meriç’tir. Cemil Meriç’i şöyle anlatır:

        “Fransızcanın en elenikasını bilir, gece gündüz de okur. Bu yüzden gözlerinin gücünü her gün biraz daha yitirmiştir. Ne var, o buna hiç aldırmaz, odasında masanın üstüne sandalyeyi koyar, kendi de sandalyeye çıkarak kitabını, ampule otuz santim uzaklıkta okur. Bunu elektrik ampulünü aşağıya değin iletecek kordona verecek parası olmadığı için yapar. Bunca parasız oluşunun nedeni ise eline geçen paranın tümünü kitaba yatırmasıdır.”

        *

        Bundan 73 sene evvel gençlerle konuşan Sait Faik, röportajının sonunda gençliğin güzel çağ olduğunu söyler. Her nesil yapmış bunu, aynı şeyi, çok benzer şekilde. Büyük umutlarla dergiler çıkarmışlar okunmamış, bir süre sonra çıkmasıyla çıkmaması arasında fark kalmamış. Yüzlerce edebiyat dergisi de öteki deriler çöplüğünde müstesna yerlerini almışlar. Ama o dergilerin sayfaları arasında, bütün o genç şairlerin, yazarların, alimlerin hayalleri durmuş zaman ilerledikçe. Bugün o küflü sayfaları çevirdiğimizde hepsinin bize gülümseyen umutlu yüzleriyle karşılaşıyoruz.

        Sait Faik’in yazısı şöyle biter:

        “Genç yazıcı, sen neler, neler göreceksin, seneler geçecek hiçbir kitapçı dudağının seni çağırdığını işitmeyeceksin.”

        Zaman zalimdir, er meydanına çıktıklarında çok az yazar o zalimin sırtını getirmiştir yere.

        Diğer Yazılar