Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Şaşırtıcı, gördüğümüz zaman bize parmak ısırtan nice mucizeler vardır ama bana göre hayatın en büyük mucizesi insanın iki ayak üstünde durmasıdır. Hepimiz iki ayak üstünde durduğumuz için bu bize olağan, çok sıradan bir şeymiş gibi gelir. Şimdi, “Seninki de laf mı, insanız ve iki ayak üzerinde duruyoruz işte, bizi dört ayaklılardan ayıran özelliğimiz bu,” diyeceksiniz yazıyı buraya kadar okumuşsanız eğer!

        Haklısınız ama meramım başka.

        Türümüz nasıl ayağa kalktı, bu iş için ne kadar çaba harcadı, aradan kaç milyon, milyar yıl geçti; toplumsal hafızamızı muhafaza eden yazının icadı insanlığın gelişim tarihinde yakın tarihli bir icat olduğu için bu soruların cevaplarını bilmiyoruz, kimse o tarihlerden bize mektup getirmedi çünkü. Tarihimizin o kısmı karanlıkta ve hep karanlıkta kalacak.

        Tıpkı ölüm gibi…

        Ölümle ilgili bilgilerimiz tıbbın sunduklarından öte bir şey değil. Ölüme gidip gelen olamadığı için o dünyanın nasıl bir dünya olduğunu bilmiyoruz. Ama ölümle ilgili muazzam bir literatür var bugün elimizde. Romanını yazmışız, hikayesini yazmışız… Resmini yapmışız, müziğini bestelemişiz, filmini yapmışız. Şiirini yazmışız en çok, kimimiz onu “asude bir bahar ülkesine” benzetmiş, kimimiz ondan bir şeyler “ummuş”, kimimiz Ölünce kirlerimizden temizlenir/ Ölünce biz de iyi adam oluruz / Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış / Hepsini unuturuz demiş. Ama ölüm sonrasına dair kutsal kitaplar hariç hiçbir dünyevi metinde hiçbir gönül okşayıcı laf yoktur. Çünkü Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden / Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.”

        *

        Eğer bir bebeğin iki ayak üzerine yavaş yavaş doğurulmaya çalıştığı o ana şahitlik etmişseniz, o anın görüp görebileceğiniz en büyük mucize olduğunu daha iyi anlarsınız. Eli annesinin veya babasının veya ninesinin, dedesinin, dadısının elinde, içi titreye titreye, dudağında neşeli bir gülümseme, yüzündeki o gülücüğe eşlik eden korkuyla karışık bir tedirgin ifadeyle küçücük ayaklarını dizlerinden bükerek, ayaklarından çok elini tutan elin yardımına güvenerek usul usul doğrulan bebek iki minicik ayağı üzerine durduğunda, elini tutan diğer el çok yavaşça çeker kendini, bebek birkaç saniye ayakları üzerinde titrer sonra yığılır yere.

        Bir süre sonra bu hareketler onun için bir oyuna döner. Kalktığı yerde aşağısı bebeğin gözüne ne kadar yüksek görünür, korkusu düşme korkusu mudur, yoksa milyarlarca yılda geçirdiğimiz evrime bağlı olarak yukarıdan bir yere savrulmanın verdiği dehşet hissi midir bilinmez, bir süre sonra bedenimizin çalışma düzenini sağlayan beyin, bütün uzuvlar arasında muhteşem bir uyum sağlar, bebek sayısız denemeden sonra ayakları üzerinde kalır, o istemediği müddetçe de düşmez; işte beynin sağladığı bu muazzam uyuma “denge” denir.

        *

        Bu aralar, yirmi yıldan beri ihmal ettiğim büyük bir yazarın, Hakan Günday’ın külliyatını devirmekle meşgulüm. Yirmi yılda tam dokuz roman yazmış. Demek ki hemen hemen her iki yıla bir roman düşmüş… Başyapıtı “Kinyas ile Kayra”dan başladım, sırayla dördüncü romandayım. Başta “yeraltı edebiyatı” dediler yazdıklarına, ben de burun kıvırdım, “o edebiyatla işim yok” dedim, sonra senaryosunu yazdığı iki televizyon dizisini seyrettim, romanlarını okumaya karar verdim, hay kendime yaptığıma bakın! Meğerse bir edebiyat şöleninden kendimi mahrum bırakmışım. Nerede “yeraltı edebiyatı” basbayağı “dünya edebiyatı”dır onun yaptığı. Çünkü edebiyat, dünyanın uzak bir köşesinde yazılan bir metnin İzlanda’daki balıkçıya bir şey ifade edip etmeyen şeyin adıdır. Yazdığın şey başka bir dile çevrildiğinde hala manalı bir şeyse yazdığın şey edebi bir şeydir.

        Hakan Günday’ın romanlarının, bütün dünya dillerinde Türkçede olduğu gibi hep aynı yakışıklılıkta parlayacağına eminim.

        *

        Sahi “denge” diyordum.

        *

        Hakan Günday, “Kinyas ve Kayra”nın bir yerinde şunları yazar:

        “Denge, insanoğlunun icat ettiği en vahşi kavramdır. İp cambazının kendini iyi hissettiği an, kendini ağa bıraktığı andır oysa. Sırat Köprüsünden, beslenmeye kadar denge her yerdedir. Dünyanın en sağlam alarm sistemi. Bütün dengesizlere karşı. En ufak harekete, yanlışa duyarlı…(…) Dengesizlik, gerçek duygusunun ve gerçeğin tek kapısıdır. Dengeyle hiçbir yere varılmaz. Ancak düşmeyi bilenler köprüden, karşıya yüzülerek de geçilebileceğini öğrenir. Belki cennete, belki ipin gerildiği karşı tarafa varılır dengenin sonucunda, kabul ediyorum. Ama düşmemek için verilmiş mücadelelerin acısı ve tedirginliğiyle…”

        *

        Denge ve dengesizlik ayakta duranlar için bir şey ifade eder ancak. Rahat veya rahatsız bir yatakta yatanlar, sırt üstü uzanıp tavuk gibi su içerek Allah’a bakanlar düşme kaygısı taşımazlar. Dünya umurlarında değildir onların.

        *

        Gazeteciliğe başladığım ilk yıllarda, İstanbul’da vakti zamanında panayır yerlerinde gösteri yapan ip cambazlarının durumunu merak etmiş, onlarla ilgili bir yazı dizisi hazırlamak için eski cambazları kovalamaya başlamıştım. Çoğu işsizdi, ya Beyoğlu’ndaki izbe kahvelerde pinekliyor, ya da yine aynı semtteki pavyonlarda gecenin geç bir saatinde sahneye çıkıp “gösteri” yapıyorlardı. Yeni isimleri “jonklör”dü.

        Çalıştığım gazetede Çetin Altan da köşe yazarıydı. Önce ona gittim bana yol göstersin diye.

        “Çok zor bir konu seçmişsin,” dedi. “Denge çetin bir meseledir. İp üstünde yürüyen cambazı, yani dengeyi anlatmak maharet ister. Meseleyi daha da somutlaştıralım. Mesela camı anlatabilir misin yazıyla?”

        Gayri ihtiyari dönüp Marmara Denizinin göründüğü penceresinin camına baktım, döndüm, “Cam,” dedim.

        “Zorlama, sadece cam değil,” dedi.

        Ta o zamanlar kullanmaya başladığı bilgisayarının tuşları üzerinde parmakları bir piyanonun tuşları üzerinde geziniyormuş gibi gezinmeye başladı, büyük bir hayranlıkla o parmakları seyrettim bir süre. Sonra bir düğmeye bastı, yazdıkları bir çıktıdan çıktı. Okumaya başladı. Camı anlatan o soyut şaşırtıcı metnin tek kelimesi bile şu anda aklımda değil. Ama tadı hala o günkü gibi dimağımda…

        Metni bitirdi, sonra şunları söyledi:

        “Dünya edebiyatında cambazları anlatan tek bir roman vardır, bir Fransız yazmış onu da. Neden biliyor musun, ipin üzerinde dengede kalmak isteyen cambazın duygusunu anlatmak çok zordur da ondan.”

        *

        Buna rağmen Turgut Uyar, “Tel Cambazının Tel Üstünde Durumunu Anlatan” bir şiir yazmıştı, şöyle:

        “Sizin alınız al inandım

        Morunuz mor inandım

        Tanrınız büyük âmenna

        Şiiriniz adamakıllı şiir

        Dumanı da caba

        Ama sizin adınız ne

        Benim dengemi bozmayınız

        Bütün ağaçlarla uyumuşum

        Kalabalık ha olmuş ha olmamış

        Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum

        Ama ağaçlar şöyleymiş

        Ama sokaklar böyleymiş

        Ama sizin adınız ne

        Benim dengemi bozmayınız

        Aşkım da değişebilir gerçeklerim de

        Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı

        Yan gelmişim diz boyu sulara

        Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum

        Hiçbirinizle döğüşemem

        Siz ne derseniz deyiniz

        Benim bir gizli bildiğim var

        Sizin alınız al inandım

        Sizin morunuz mor inandım

        Ben tam dünyaya göre

        Ben tam kendime göre

        Ama sizin adınız ne

        Benim dengemi bozmayınız”

        *

        İnsanlık, birçok sebze gibi mısır, fasulye ve kabağın varlığından Amerika’nın keşfinden sonra haberdar oldu. Kızılderililer aynı tarlaya üç ürünü aynı anda ekiyorlardı. Fasulye mısırın sırığına sarılıyor, geniş kabak yaprakları da tarladaki arsız otları yok ediyordu. Çocukluğumda bizim köylüler de aynı şeyi yapıyorlardı.

        Denge budur işte.

        *

        “Yaprak döker bir yanımız

        Bir yanımız bahar bahçe.”

        Hasan Hüseyin Korkmazgil de “çıldırtan denge” diyordu buna.

        *

        Dengeyi kurmak zor, onu bozmaksa çocuk oyuncağı…

        Diğer Yazılar