Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Hem devletin hem sağcıların hem de solcuların gadrine uğramış rahmetli Çetin Altan çok uzun sürmüş yazı hayatında, zaman zaman “kalem bahçesine” dalar, yazı denilen çileli işin yazarların başına ne belalar açtığından dem vurur, yazarların hem gerçek hayatlarında hem da yazı hayatlarında karşılaştıkları engelleri anlatır, hayatta başarısız ama yazıda başarılı veya hem yazıda hem hayatta başarılı olmuş örnekler bulup çıkarır, yazının sonunda da tavrını mutlaka esaslı yazıdan yana alırdı. Bir de bürokrasinin -ki o bunlara “atanmışlar” derdi- yazara yön vermek, ona eser ısmarlamak, ona istediğini yazdırmak için ona parmak sallamasına “ifrit olur”, atanmışların seçilmişler üzerindeki tahakkümünü hemen hemen bütün köşe yazılarının ana teması yapardı.

        1980’lerin sonuna doğru Güneş gazetesinde birlikte çalışırken anlatmıştı bir gün bana. Bir davette uzun boylu bir adam yaklaşmış ona. Boyu pek uzun olmayan yazara şöyle yukarıdan küçük bir şeye bakar gibi bakmış, sonra;

        “Siz Çetin Altan mısınız?” diye sormuş büyük bir kibirle. “Evet, ben yazar Çetin Altan… Siz kimsiniz acaba?” diye bu kez o sorunca, yanaklarından protein fışkıran adam da “Ben de general filankes” diye cevap vermiş ve devam etmiş, “Tam yirmi seneden beri sizi okuyorum ama tek bir gün bile fikrinize saygı duymadım Çetin Bey,” demiş gülerek.

        Bunun üzerine Çetin Altan, “Madem generalsiniz size bir soru sorabilir miyim,” demiş. General, “buyurun” deyince o da “Silahlar neye göre ayrılır sayın general” diye sormuş. Sayın general de, “Tabi ki ateşli ve ateşsiz olmalarına göre” cevabını vermiş hiç düşünmeden. Bunun üzerine, “Hayır bilemediniz sayın general, silahlar menzillerine göre ayrılır. Amik Ovası ile Ağrı dağında aynı silahı kullanamazsınız,” deyince Çetin Altan, general omzuna sertçe vurarak yanından uzaklaşmış.

        Belki de hiç savaş görmemiş o general, ondan sonraki hayatını, büyük yazarın o gün kendisine neden o soruyu sorduğunu düşünerek geçirmiştir, kim bilir.

        *

        Çetin Altan’ın bize sık sık anlattığı yazarlardan birisi de çok çile çekmiş Refik Halit Karay’dı. O Refik Halit ki hem İttihatçıların hem de Kemalistlerin gadrine uğramıştı. İttihatçılardan sürgün yiyince “Memleket Hikayeleri”ni, Kemalistler onu sürgüne gönderince de “Gurbet Hikayeleri”ni yazdı. Allah’tan Mustafa Kemal seviyor, hatta ona bayılıyordu! Sürgünde kalmasına gölü elvermiyordu Gazi’nin, bir an önce yurda getirtmek istiyordu ama “Kemalistleri” aşamıyordu. (Serbest Fırka deneyimi sırasında Mustafa Kemal’i Yunus Nadi Cumhuriyet’te, “Atam size rağmen ilkelerinizi korumaya devam edeceğiz” diye sertçe “uyarmıştı”.) Neyse, ömrünün son aylarında Mustafa Kemal “hasta yatağında af direktifini verdi” de yazar, 16 yıl sonra diğer sürgünlerle birlikte memleketine geri dönebildi.

        Refik Halit; ona uygulanan zulüm karşısında canından bezmiş olan Çetin Altan’a tavsiye ettiği tek şey “sıhhatine dikkat” etmesiydi. Bir yazar sıhhatine dikkat ederse, uzun yaşarsa eğer, neler neler görmezdi ki. “Bir Ömür Boyunca” adlı hatıratında anlattığı tavsiyesi şöyleydi Çetin Altan’a:

        “Bazı insanlara kızıyor, bazı insanlardan kötülük görüyorsan, günün birinde onların nasıl dize geldiğini ancak uzun yaşamakla görürsün. Hayatta en büyük intikam yaşamaktır. Ben yaşadım ve zamanın benimle uğraşmış olanlardan nasıl intikam aldığını gördüm.”

        Çetin Altan onu onaylar ve söylediklerine şunları ekler:

        “Doğru. Yirmi yıl hatta on yıl sonra kendilerini bugün dev zannedenler kim bilir hangi boylara inecekler. Bunu kendileri de bir bilseler!”

        Refik Halit’e göre hayatta dev olmak galiba pek güç değil. Eline güç geçirirsin, dev olursun! Ama asıl güç olan tarihte dev kalmaktır.

        Samet Ağaoğlu’nun yazdıklarından kalmış aklımda; İstiklal Mahkemeleri’nin astığı astık, kestiği kestik şeddit başkanı “Kel Ali” lakaplı Ali Çetinkaya “işi bitip gözden düştüğünde” hala kendini eski mağrur adam sanıyordu. Her sabah tıraş oluyor, temiz kıyafetlerini giyiyor, yaverine “haydi meclise” veya “mahkemeye gidiyoruz” diyordu. Yaveri de onu evinin yakınındaki parka götürüyor, orada kendini eski günlerdeki gibi mecliste veya mahkeme kürsüsünde sanıyordu adamcağız. Banka çıkıp etrafa talimatlar yağdırıyor, ölüm fermanlarını veriyor, sonra da “haydi mesai bitti, eve gidiyoruz”diyordu, yaveri o zavallı adamın koluna girip evine geri götürüyordu.

        “Tarih boyunca dev” olarak kalacak olanlar Refik Halit’in deyimiyle “politikanın yalancı pehlivan üreten fideliğinde” yetişenler değil, yazı denilen çileli bahçede fikir büyüten büyük yazarlar olacak, tarih ve zaman bunu göstermiştir bize.

        *

        Bu memleket yazarlarına hoyrat davranan bir memlekettir ne yazık ki. Eskiden devlet okuyordu canlarına, uzun bir süreden beri devlet eskisi gibi pek ilişmiyor onlara, (Ahmet Altan hariç)… Bu kez kendini devletin yerine koyan başkaları girdi devreye.

        Bu gelenek de sanırım Çetin Altan’la başladı. Devlet 80’li yıllarda yakasını bıraktı, bu kez yakasına eski solcu arkadaşları yapıştı. Suçu büyüktü, çünkü “dönmüştü.” Ondan önce de Kemal Tahir, Cemil Meriç ve başkaları da dönmüşlerdi. “Döneklere” hayat hakkı yoktu bu memlekette; geniş fikir özgürlüğünü savunan bütün o demokrasi aşıkları herkesin tek fikirde, yani kendi fikirlerinde olmasını isterler öteden beri.

        Meclis’te sağcılar gözünü kör etmişti Çetin Altan’ın, bu sefer Turgut Özal’ı seviyor diye eski solcu arkadaşları sağlam gözünü çıkaracaklardı.

        *

        Çetin Altan’la baş edemeyince bu kez; 1990’lı yıllarda kendi yasalarının dışına çıkan devleti yasal zemine dönmeye çağıran Yaşar Kemal’in üstüne çullandılar. Hem Kürt meselesinde devleti eleştiren yazı yazmış hem de yetinmemiş aynı yazıyı bir gavur dergisinde yayınlamıştı, gavura bizi şikayet etmişti, suçu büyüktü. (Onun da tek gözü kördü, kolayca öbür gözünü çıkarabilirlerdi.) En yakın arkadaşları başlattı linçi, (sahiden Demirtaş Ceyhun diye bir yazarı hatırlayan var mı hala?) Ertuğrul Özkök yönetimindeki Hürriyet gazetesi kampanyanın başını çekti, koca yazar duramadı buralarda, İsveç’e kaçtı.

        Burada ona Şahin Alpay’ın Milliyet gazetesindeki “Entelektüel Bakış” sayfasında “Yalanla zehirlenmek” başlıklı bir yazıyla sahip çıkan ender yazarlardan birisi Orhan Pamuk oldu. (Ama Yaşar Kemal’in ölümünden sonra eşi Ayşe Baban’ın düzenlediği her anma toplantısının baş konuğu Ertuğrul Özkök’tür hala.)

        Bir süre sonra bir faşist avukatın başlattığı benzer bir kampanyaya Orhan Pamuk maruz kaldı. Basurlarına sürecek gıdım aklı olmayan bir cühela takımı Orhan Pamuk’a, “akıllı ol” diye parmak sallamaya başladı. Kampanyanın başında yine Hürriyet gazetesi vardı (Ahmet Kaya linçinde de Birand ve Çandar andıçında da, Akın Birdal’ın vurulmasında da aynı gazete var), Orhan Pamuk da bir gavur dergisine tıpkı “Yaşar abisi” gibi “bizi” şikayet etmişti, o da o aralar duramadı buralarda Amerika’ya kaçtı.

        *

        Şimdi yine ellerine telefonlarını almış, dağarcıklarındaki topu topu on, on beş kelimeyle (tek sermayeleri) Orhan Pamuk’u küfürle dövüyorlar. Bu kez Rasim Ozan Kütahyalı’yla fotoğraf çekmekmiş suçu Pamuk’un!

        “Yahu siz ne zamandan beri Orhan Pamuk’u bu kadar sevmeye başladınız ki Rasim’le fotoğraf çektirmesini yakıştırmıyorsunuz ona” diyesi geliyor insanın ama hepimiz biliyoruz mesele o değil, mesele Rasim’in sırtında Orhan’ı dövmek. Hem niye Rasim yanlış siz doğrusunuz ki!

        *

        Konuyla ilgili Cüneyt Özdemir’in Rasim’le yaptığı programı Ertuğrul Özkök gibi ben de izledim. Meğer Özkök, Kütahyalı’yı aramış, Orhan Pamuk’un o yıllarda M. Ali Birand’a söylediği her şeye bugün harfiyen katılıyormuş. Cüneyt de gayet haklı olarak, “Tarla kadar köşen var, özür dilesene o halde” dedi o programda ama Özkök bunu duymadı, sözü Cüneyt’in söylediği Orhan Pamuk’un kendisine saldırmalarını “heteroseksüel erkek kıskançlığına” bağlamasından aldı. İçinde “hetero”, “seks” gibi kelimeler geçen cümle daha dişidir ne de olsa ve her zaman yaptığı gibi konuyu sulandırarak “kadın meselesine” getirip bağladı. Erkekler arasında kıskançlık her zaman “kadın” meselesi yüzünden olmaz, bunu o da biliyor ama lafı böyle “magazinel” bir şeye bağlayınca, bir yazarın yazı hayatı boyunca devamlı linçe uğraması gibi mühim bir mesele havada kalıp her şey gargaraya gelmiş oluyor haliyle.

        *

        Orhan Pamuk’a saldıranların hiçbiri Orhan Pamuk’tan tek satır bile okumuş değiller. Ama biliyorlar, bu memlekette en az riskli iş, Orhan Pamuk’a saldırmaktır. Ne cemaati var ne de ideolojik kampı nasılsa…

        Hem size ne Orhan Pamuk’un kiminle yemek yiyip kiminle fotoğraf çektirmesinden? Sizin sevdiğiniz yazarlar var, nasyonal sosyalist, Kemalist gazetelerde güzel güzel, sizin anlayabileceğiniz şekilde basit basit yazıyorlar… Sabahtan akşama kadar o yazarların alayını okuyun sinirlenin, okuyun öfkelenin, okuyun delirin, sonra o yazıları kendinize benzer başkalarına gönderin onları da öfkelendirin, onları da sinirlendirin, onları da delirtin; özgürsünüz.

        İyi edebiyat huzursuz ruhuna huzur arayanların dermanıdır, sizin gibi öfke küpü haline gelmiş, sağa sola küfredenlere hiçbir faydası olmaz.

        *

        Bitirirken benim Orhan Pamuk’a naçizane tavsiyem, Refik Halit’in Çetin Altan’a tavsiyesi gibi “sıhhatine” özen göstermesi olacak. Uzun, çok uzun yaşarsa, şimdiye dek yazdıklarına benzer birçok muhteşem roman daha yazarsa eğer, işte o zaman bu küfürbaz, linççi güruhtan gerçekten de intikamını almış olacak.

        Gerçi şu ana kadar yazdıklarının zekatı alayını abat etmeye yeter de, yine de…

        Diğer Yazılar