Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Modernleşme tarihi boyunca bize her türlü yenilik gazeteyle geldi. Şinasi’nin bulup memlekete getirdiği bu etkili araç kah siyasetçilerin kullandığı, kah siyasetçilere karşı kullanılan bir silah oldu.

        Bu yüzden basınla siyaset iç içe girdi; o gün bugün birbirinden ayrılmayan, mütemmim cüz olup çıktılar. Hatta basın kendine “dördüncü kuvvet” payesini verdi ama zerre kadar “sorumluluk” kabul etmedi. Bütün sorumluluğu diğer kuvvetlere yükledi.

        *

        İlk başlarda gazete yazarlarının tümü devlet memuruydu. Hem yöneticilik yapıyor hem de sağa sola ayar veriyorlardı. Zaman ilerledikçe kurulan her siyasi parti, partiyi kurmadan önce kendisini destekleyecek bir gazete ve yazar arayışına girişti, bulamayanlar da kendi gazetelerini kurdu (İttihatçılar bu geleneği Tanin’le başlattı!), yazarlarını yetiştirmeye başladı, yetiştiremeyince de başkalarını kendine bağlamanın bir yolunu aradı, baş edemediklerini de sokak ortasında öldürdü.

        *

        İktidar mücadelesinin bir tarafı olduğu için Türkiye’de basın hiçbir zaman özgür olmadı.

        Köşe yazarlarına siyaset yazmayı yasaklayın, hepsi açlıktan ölür. Siyasetçilere basından uzak durun deyin, kime yakın duracaklarını bilemezler.

        Gazeteci gazeteciden korkar, siyasetçi gazeteciden korkar.

        Köşe yazarı, bütün memleketin işini gücünü bırakmış, onun yazılarını okuduğunu sanır, bu yüzden de bir “zabıta özgüveniyle” dolaşır siyasi mahfillerde. Siyasetçi ise aldığı oyu önemsemeden, kendisine oy verenlerin zekatı kadar okunmayan köşe yazarının yanında müdürün yanında duran odacı gibi durur.

        İyi eğitim almış, dil bilen, dünyayı gezmiş, kültürlü, bilgili köşe yazarları; politikaya girmeden önceki hayatlarında kasabalarda mali müşavirlik, zahire tüccarlığı, avukatlık, müteahhitlik yaparak tekdüze bir hayat süren siyasetçilerin yanında elbette caka satacaklar. En azından eskiden böyleydi. Yani hakiki muharrir unvanını almış etkili köşe yazarlarının yanında okulu bitirdiği günden beri tek kitap okumamış siyaset erbabının esamisi mi okunur? Bu yüzden bugün olduğu gibi köşe yazarı bolluğu yoktu eskiden. Adama kolay kolay köşe yazdırmazlardı büyük gazeteler. İşinin ehli olmak lazımdı. Bundandır; edebiyatla da hemhal iki hakiki köşe yazarı yan yana geldiğinde dedikodu bile yapıyorlarsa, o dedikodu en az yazıları kadar lezzetliydi.

        Refik Halit Karay ile Çetin Altan’ın muhabbetine şahit olduğunuzu düşünsenize…

        *

        Bugün başka bir gazetecinin, Sadun Tanju’nun Ali Naci Karacan’ın hayatını anlattığı “Doludizgin” adlı kitabında yazdığı iki gazetecinin muhabbetine götürmek istiyorum sizi.

        Milliyet Gazetesi’nin sahibi Ali Naci Karacan ile gazetenin meşhur köşe yazarı Refi Cevad Ulunay’ın muhabbetine…

        *

        Ali Naci Karacan Milliyet Gazetesini 1950 yılında kurdu. İki etkili köşe yazarını transferle başladı işe; Peyami Safa ile Refi Cevad Ulunay… O Peyami Safa ki önceleri solcudur, daha sonra muhafazakar bir çizgiye gelir. Refi Cevad Ulunay ise, İstanbul işgali sırasında “Alemdar” gazetesinde İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ne arka çıkan yazılar yazmış, Milli Mücadeleye karşı çıkmış bir 150’liktir; 24 yıl sürgünde kalmış, 26 Haziran 1938’de Atatürk’ün emriyle çıkarılan bir afla yurda dönmüş, Milliyet’te yazmaya başladığında muhafazakar bir çizgidedir.

        Ali Naci Karacan ile patronunun karşısında biraz “ezik” oturan Refi Cevad Ulunay arasındaki sohbet gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın vurulması hadisesiyle başlar.

        Vaktiyle Ziya Gökalp’e asistanlık yapmış, Malta’ya sürgüne gitmiş, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Atatürk tarafından kurulan Halk Partisi’ne muhalefet etmiş, Terakkiperver Fırkasını desteklemiş, İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış, Varlık Vergisine “Nazi uygulaması” demiş, Demokrat Parti’nin “isim babası” olmuş ünlü gazeteci Ahmet Emin Yalman 1952 yılında gittiği Malatya’da lise öğrencisi Hüseyin Üzmez tarafından silahlı saldırıya uğrar, ağır yaralı olarak ölümden döner. Tetikçi yakalanır, ifadesinde de Necip Fazıl Kısakürek’in çıkardığı “Büyük Doğu” dergisinin etkisinde kaldığını söyler.

        Ali Naci Karacan ile Cevad Ulunay işte bu olaydan yola çıkarak meseleyi tatlı bir basın ve Necip Fazıl Kısakürek dedikodusuna çevirirler, şöyle:

        *

        Refi Cevad Ulunay “Bir kahveni içeyim Naci” diyerek, Tatavla’da yangına giden tulumbacı haliyle patronun odasına daldı. Oturur oturmaz da,

        “Kabak seninkinin başına patladı!” dedi.

        “Benimki kim?”“Necip Fazıl, canım...” dedi Refi Cevad.

        Ali Naci, konuyu anlayınca feveran etti: “Yahu, basın özgürlüğü yok, diye kıyameti koparıyor­lar, al sana özgürlük!” dedi. “Şu siyasetin en değişmez kanunu denge kurmak ga­liba?” diye güldü Ulunay. “Ahmet Emin’i mi kurşunladılar, hop Necip Fazıl içeriye”.

        Ali Naci koltuğundan kalkıp odada dolaşmaya baş­ladı:

        “Adam da monşer, Müslüman Kardeşler’e özeniyor, mecmuasıyla Fedayân-ı İslam’cılar yetiştirmeye kalkıyor! Ahmet Emin’i vuran kim, gencecik bir çocuk, bir lise­ talebesi. Ne okursun, diyorlar. Büyük Doğu’yu okurum di­yor, daha bilmem bir sürü yobaz varakpâresini de okur­muş. Şu işe bak sen! Ahmet Emin’den Necip Fazıl’a ka­dar herkes özgür. Yine de özgürlük yok!”

        “Adnan (Menderes) gibi konuşuyorsun Ali Naci!” dedi Ulunay.

        “Haksız mı adam monşer! İşte Necip Fazıl! Özgürlük veriyorsun. Meşrutiyet sonrasının Volkan’ına, Peyâm’ına benzer bir Büyük Doğu ile bozgunculuğun dikalasını ya­pıyor. Neymiş? Mukaddesatçı, muhafazakar, milliyetçiy­miş! Sevsinler! Eli tabancalı kundakçı yetiştiriyor. Öbürü, Ahmet Emin; demokrat, liberal, özgürlükçüler havarisi! Adam, Gazi’nin zamanında da şimdi de gözünü kırpmadan ülkenin altını üstüne getirebilir. Bunun için de basın özgürlüğü ister. Basın dördüncü kuvvettir diye, diğer üç kuvvetin tozunu atmaya hazırdır. Eğer biz öyle dereceye girecek bir kuvvetsek mesuliyetimizi bilelim. İyi iktidar, kö­tü iktidar var da iyi basın, kötü basın niçin olmasın? İş­te bir Necip Fazıl çıkıyor ne işler karıştırıyor. Ahmet Emin şimdi onun kurbanı sayılıyor ama, şurada kırk kişiyiz, birimizi biliriz, aynı şey Necip Fazıl’ın başına gelse sevinmeyecek miydi? Ne özgürlüğü? Biz sadece borumuz öt­sün istiyoruz. Yani Refii Cevat, buna açıkça iktidar kav­gası derler. Ben de bilirim, sen de bilirsin. Bu mesleğe girdiğimizden beri, gazetelerle iktidarlar arasında cereyan eden, hadise, buyurma gücünün, sorumlu siyasal iktidar­la, kendini asla sorumlu saymayan matbuatın arasında pay edilmesi kavgasıdır bu! İktidar da sinirlenmekte hak­lıdır. Madem ki yönetime ortaksın, dördüncü kuvvetsin, öyleyse disipline gireceksin, denetleneceksin derler adama!”

        Ulunay’dan ses çıkmayınca, devam etti:

        “Hem bozgunculuk yap hem gazeteciyim de basın hür­riyeti de, işte böyle paketlerler adamı!”

        Ulunay, vaktiyle Alemdar’da buna benzer çok işler karıştırdığından, Ali Naci’nin öfkesini biraz da kendine yö­nelmiş sayıp, en iyisi ses çıkarmamak, diyor, sadece din­liyordu. Gerçi artık köprülerin altından çok sular akmıştı. Muhafazakarlığı ile İttihatçı inkılapçılığına bile taham­mül göstermeyip İtilafçılığa sıvanan, Anadolu Kurtuluş Hareketi’ni başından beri kösteklemeye çalışan, karşı-devrimcilerin 150 kişilik damgalı listesiyle yurtdışına sürgün edilip, ancak Mustafa Kemal affıyla yurda dönen Refi Cevad, böyle konular açıldı mı bir çeşit suç­luluk kompleksi ile rahatsız olur, bütün o derviş görünüşüne rağmen ta içinden üzülürdü.

        Şimdi bir halt etmiş, Ali Naci’yi coşturmuştu. Onun yobazlık ve gericilik konularındaki hassasiyetini bilirdi. Gerçi, bütün o badireleri atlattıktan sonra, altmışına var­mış bir Refi Cevad’ı bugün geçmişin kusurları ile malul saymak haksızlıktı. Zaman ve acılar, onun kişiliğinde de gerekeni yapmış, ortaya, tatlı, filozof, hala gözü çöplükte bir eski külhanbeyi tipi çıkmıştı. Ali Naci’nin ona laf do­kundurmak aklından bile geçmezdi. Zaten geçmişin kötü mirasını unutmaya hazır olmadan bu kadar yıl kalınamazdı ki, Babıâli’de. Ali Naci’ye göre, insan zaman içinde temizlenmesini, arınmasını, bütün eski hatalardan sıyrılma­sını bilmeliydi. Önemli olan, yaşanılan zamanda doğru ola­nı, iyi, güzel ve faydalı olanı yapmaktı. Ali Naci gelişme­ye, değişmeye inanırdı. Kötüden iyiye gidişte geçmişi unut­maya her zaman hazırdı. İyiden kötüye gidişlere ise çıldı­rırdı.

        Konuyu değiştiren yine o oldu:

        “Sen bu Necip Fazıl’ın gençliğinde ne işler karıştırdı­ğını bilir misin monşer? Adam gençliğinde Macar, Polonyalı­, Fransız bar kızlarıyla al takke ver külah… Bir şey de­ dediğim yok, bilakis severim böyle serserilikleri. Bu bizimki de eski Bahriye Mektepli ya, ense kulak yerinde; Osmanlı Bankası’nda mı, Hollanda Bankası’nda mı, yani maaş da fena sayılmaz, mesai bitiminde pat damlıyor Beyoğlu’na.

        Düşüp kalktığı bir bohem grup var, Peyami, Çallı, Fik­ret Adil, başka kim, ha Elif Naci, galiba Nizamettin Nazif falan; bunları ararsan ya Raşit Rıza’nın Bizim Lokanta’sında ya Petrograt Pastanesi’nde ya Asmalımesçit’in ora­larda meyhanelerde, böyle yaşanıyor. Gece kimin pansiyonunda kimle kalındığı bile hatırlanmıyor. Üstelik bizimki­sinde kaş göz oynuyor, tik’ler berdevam ama, henüz genç, kalıp kıyafet yerinde. Bizim Peyami (Safa) gibi gözlük kafa ve çöp misali iki bacaktan ibaret çapkınların yanında herkül geçiniyor. Kırmadığı ceviz kalmamış. Arkadaşlarının gözdelerini bile ayartmasıyla meşhur. Daha o tarihte, ken­disinin bu Türkiye için fazla büyük bir şair, bir oyun ya­zarı, bir düşünce adamı olduğuna inanıyor. Boru değil. ‘Kaldırımlar’ şairi. ‘Tohum’un, ‘Bir Adam Yaratmak’ın ya­zarı. Adamın hakkını yemeyelim monşer, kısır değil, yara­tıyor, üretiyor, durmadan bir şeyler düşünüyor, yazıyor. Yalnız bir tarafı var ki, sinir. Herkes ona borçlu! O yaşa­dığı toplumda hiçbir kayıtla bağlı değil. Paşa gönlü nasıl isterse öyle yaşar, hareket eder, kimsenin ona dil uzat­mak haddi değildir; ama o herkesi, her şeyi lanetleyebi­lir. Fakat bu iddia henüz edebiyat sahasında, öyle ideolo­jiye filan taşmış değil. İdeolojik özenme zannederim Nazım’dan geliyor. Nazım da şair, Nazım da oyun yazıyor, üstelik Necip Fazıl’ın etrafı boşalırken, Nazım’ın hayran­ları çoğalıyor. Böylece, bizim Cumhuriyet döneminin şöh­retli şairi, rejimle ters düşmez, hatta tek partinin edebiyat ödüllerinden birini bile kazanırken, birdenbire sağa çark ederek, mukaddesatçı ve muhafazakar bir eskiler alayım’cı kesiliyor başımıza”.

        Ulunay, “Rejimden de tokadı yiyor!” diye tamamladı.

        “Yiyor tabii. Ama bizimkinin hayali başka. Çok partili hayat, demokratik iktidar, sağ ve sol cereyanlar başladı ya, bunun hayali iktidarla bütünleşmek. Bütün hesapları bunun üzerine. Fakat monşer, geçen sene miydi o, bunu bir kumarhanede bastılar. Hem de Emniyet Müdürü Kemal Aygün bizzat idare ediyor baskını. Beyoğlu’nda Pire Meh­met Sokağı’nda bir apartmanın alt katında büyük bakara çevrileceği öğreniliyor. Bizim üstat, yanında kadın tellalı Zurnik’le geliyor. Gece iki buçukta polis içeri dalınca, ba­kıyorlar ki masanın başında Necip Fazıl’la beraber yirmiye yakın adam. Ne dese beğenirsin? Ben gazeteci ve muharririm, kumar oynayanların ruhi hallerini inceliyorum, yeni bir eser yazacağım, demez mi? Monşer biz de oyun oy­nuyoruz zaman, zaman, halden anlarız, böyle söyleyip de milleti güldürmenin alemi var mı? Üstelik bu ne bitmez tetkik, demezler mi? Adam ta gençliğinden beri, bankadan biraz avans alsa, kitap veya oyunundan eline üç-beş kuruş geçse, hemen koşup kumarhanede yemesiyle meşhur!”

        Ulunay kahkahayı bastı:

        “Yahu adam gece yarısı suçüstü yakalanmış, şaşkın­lıktan ne dediğini biliyor mu?”

        Ali Naci de güldü:

        “Madem peygamberliğe soyunuyorsun, nefsine hakim olmasını bileceksin. Bunda o da yok!”

        “Bak, ben de bir hikayesini anlatayım sana,” dedi Ulu­nay. “Bana da Peyami anlattı geçenlerde. Peyami, Cumhuriyet’te edebiyat sayfasını idare ediyormuş. Necip Fa­zıl, yazı getirdikçe de alıp neşrediyor, Yunus Nadi’nin gönlünden de ne koparsa üç-beş kuruş veriyormuş. Bu seninki yine yolsuz kaldığı bir gün oturmuş Petrograt Pastanesi’nde, açlık üzerine felsefi bir yazı döktürüyormuş. Arkadaşlarından biri girmiş içeri. Galiba Fikret Adil. ‘Hadi param var, gel seni yemeğe davet ediyorum’, demiş. Bir yerde karınlarını doyurmuşlar, tekrar Petrograt’a dönmüşler. Fikret Adil bir şeyler yazacak. Necip Fazıl da yazısını tamamlayacak. Tam o sırada bir küfür Necip Fazıl’dan Fikret Adil’e: “Ulan namussuz, karnımı doyurdun, yazının içine ettin, tok karnına açlık yazısı yazılır mı, ilham gelmiyor!”

        “Orijinal adam, monşer!” dedi Ali Naci.

        Ulunay gürültülü bir kahkaha savurdu:

        “Bak Ali Naci,” dedi. “Benden sana nasihat, bol para kazanmaya kalkma, sonra ilhamın kaçar!” (Sadun Tanju, Doludizgin Ali Naci Karacan: Bir Gazetecinin Hayatı, s. 229-232)

        *

        Şinasi’nin 1860 yılında Agah Efendi’yle birlikte çıkardığı ilk özel gazete olan “Tercüman-ı Ahval”dan beri Türkiye’de basınla iktidar arasında süren kavga, ne hak hukuk, ne haklı haksız, ne pis temiz, ne de ilericilik gericilik kavgasıdır. Kavga iktidar mücadelesi kavgasıdır.

        Babıali; hayatları boyunca yönetime ortak olmak isteyen, muhalif oldukları siyasetçilere ahlak dersi veren, onlara nasıl zenginleştiklerinin hesabını soran, ancak kendilerinin nasıl olur da gazetecilikten bu kadar bol para kazandıkları kimsenin sormadığı, yaşadıkları bu rahat hayattan dolayı da “ilhamı kaçan” köşe yazarları mezarlığıdır biraz da. Bu yüzden bırakın “dördüncü kuvveti”, “kırk dördüncü kuvvet” bile doğmadı oradan.

        Diğer Yazılar