Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Hayat dilimlere ayrılmaz. An anı kovalar. Mesut bir anımızda durduramayız zamanı. Veya bize ıstırap veren bir anı hızlandıramayız. Kendine göre bir akışı var zamanın. Bizden müstakil, başına buyruk... Bir nizamı var. O nizam üzerine düşünen bizler, varoluşumuzdan beri ona bir anlam bulmaya çalışıyoruz. Bulduğumuz her çözüme, bize rahatlatıcı gelen her felsefi fikre, her buluşa, her romana, her şiire bir değer atfediyor, anlamakta güçlük çektiğimiz şeye bir anlam katmış olan o çözümü bulmuş gibi duran o filozofa, o yazara, o şaire, o alime hayran kalıyor ya da minnet duyuyoruz.

        Zaman dediğimiz; zamanın ona ne dediğini bilmediğimiz o akışkan, dur durak bilmeyen sonsuz şeyin içinde payımıza düşen kısım çok azdır. Kıymetini bilip o süre zarfında dost ve anı biriktirenler var, bir de bunlara boş verip para, mal, mülk biriktirenler. Birinci gruptakiler için anı veya hatıra dediğimiz şey, her değerden daha kıymetlidir. Öyleyse anı nedir? Cemal Süreya bu soruya şu cevabı verir:

        “… anı aslında bir saniye önce yaşadığımızdır, daha önce yaşadıklarımıza eklenendir; bir saniyeden bir saniyeye sıçrarken anı kalıplarına dökülen hayatımızdır.”

        *

        Hatırası olmayanın kimsesizliğini, öksüzlüğünü, yurtsuzluğunu bildiğimden, bu yaşıma kadar hep hatıra biriktirmeye çalıştım. Yetmedi bana, son yıllarda başkalarının anılarına merak sardım. Bizden olsun ecnebi olsun kimin hatıralarını bulsam büyük bir iştahla okuyorum şimdi. Bir anı, bir anıyı başka birisinin anısıyla karşılaştırmak, onların içindeymişim gibi yapmak bir oyun haline geldi bende.

        REKLAM

        Kainatta, büyük yaratıcıların, sanatçıların, romancıların, şairlerin, alimlerin sayısı sınırlıdır. Toplasan şaşarsın! Aslında dönüp dönüp aynı kitapları okuyoruz, aynı şiirleri terennüm ediyor, aynı filmleri seyrediyor, aynı sesleri duyuyoruz. Kuşaklar değiştikçe, zaman aktıkça bunlara yenileri ekleniyor ama zamanın eleği öyle insafsızdır ki o elek üstünde çok az kişi kalıyor.

        Yan yana geldiklerinde o sırada son derece sıradan bir şey olan birkaç büyük yaratıcının o anı, zaman geçip onlar kıymete binince sıradan olmaktan çıkar.

        Goethe ile Beethoven iki yakın arkadaştır, ikisinin kendi aralarındaki sohbetine kulak misafiri olmak için bugün her şeyini verebilecek binlerce insan vardır.

        Bizden bir örnek…

        Atıf Yılmaz’ın “Karacaoğlan’ın Kara Sevdası” filminin jeneriğinde kimler vardır kimler. Hikayeyi Yaşar Kemal; senaryoyu Atıf Yılmaz, Yaşar Kemal ve Yılmaz Güney birlikte yazmış. Filmin yönetmeni Atıf Yılmaz, birinci asistanı Halit Refiğ, ikinci asistanı Yılmaz Güney, sanat yönetmeni Duygu Sağıroğlu’dur, müziklerini de o sırada hapishaneden yeni çıkmış olan Ruhi Su yapmış…

        Ekibe bakın… Rönesans tablosu gibi… Ama filmin çekildiği 1959 tarihi için sıradan bir Yeşilçam ekibi…

        *

        Atıf Yılmaz’ın 1994 yılında yayınlanan hatıratına “Söylemek Güzeldir” başlığını koyması çok güzeldir. Güzel güzel anlatır yaşadıklarını. Kalanlar için ölecek olan birisinin hayatını anlattığını biliyor üstat. Okuduğum en samimi hatıratlardan birisidir. Kendine yaklaşımı güzeldir her şeyden evvel. Zaaflarını da söylüyor, özellikle kadınlar bahsinde… Kendine sakladığı az sır bırakmış belli, eğer sakladıysa o da dostlarının sırlarıdır.

        Palulu bir baba, Urfalı bir anadan Mersin’de doğmuş bir Kürt çocuğu olarak Atıf Yılmaz İstanbul’a geldiğinde herkesin yaptığı gibi önce hemşerisini arar. Yaşar Kemal hem Adanalı hem de Kürt olduğu için çabuk dost olurlar. Atıf Yılmaz sonradan, asistanlığını yapan “Kürt prensesi”, Bedirhan Bey’in ikinci kuşak torunlarından Ayşe Şasa ile evlenir. Siverekli bir Kürt olarak Adana’dan İstanbul’a gelmiş Yılmaz Güney’i elinde tutup “bu delikanlı senin işine çok yarar” diyerek Atıf Yılmaz’a getiren Yaşar Kemal’dir. Atıf Yılmaz hatıratında anlatır, Yılmaz Güney ölünceye kadar Atıf Yılmaz ile Yaşar Kemal’in önünde hep düğmelerini ilikledi.

        REKLAM

        Allah uzun ömürler versin Duygu Sağıroğlu’nu da sinemaya bulaştıran Atıf Yılmaz’dır. Çocuk Teknik Üniversitenin son sınıfında, son final sınavına girecek, bir tiyatro oyunu için yaptığı dekoru gören Atıf Yılmaz filminde çalışmayı önerir, sınava girmez, mimarlığı terk ederek Adana yollarına Yılmaz Güney’le birlikte düşer. Yanlarında Danyal Topatan da var, tren Adana’ya vardığında can ciğer kuzu sarmasıdırlar artık, bu dostluk Yılmaz Güney’in ölümüne kadar sürer.

        *

        Film ekibi daha sonra gelir Kadirli’ye. Hepsi heyecanlıdır. Yaşar Kemal Van’dan göçmüş bir ailenin çocuğu olarak Kadirli’nin Hemite köyünde gelmiş dünyaya, buradan çıkmış İstanbul’a gitmiş, “İnce Memed”i ve başka romanları yazmış ünlü bir yazardır o sırada. Film ekibi onun adını kullanarak Kadirli’de ihtimam görecek sözüm ona!

        Ama Atıf Yılmaz o sırada bilmiyor; kimse kendi köyünde peygamber olmaz!

        Ağalar, köylüler etraflarını sarar filmcilerin, Atıf Yılmaz da o kalabalık ortamda hemşerileri Yaşar Kemal’in bir hikayesini filme çekmeye geldiklerini söyler gururla, onlara hoş görünecek ya!

        Yaşar Kemal’i duyan kim? İstanbul’dan “filmci karılar” gelmiş, sen asıl onlara bak!

        Önce biri atılır öne, “Boş ver sen o körü” der, “mühim biri değel”. Sonra peşinden biri, “Canım, İnce Memed hikayesini ben anlattım ona,” diye ortaya çıkar, “O kadar da iyi yazmamış.” Bir başkası, “Ölmez Otu benim hayatım,” der, “Yaşar içine sıçmış.” Her romanın gerçek bir sahibi var, teker teker ortaya çıkarlar. Okuma yazması olmadığı her halinden belli birisi de “Ben yazsaydım sen o zaman görürdün asıl İnce Memed’i”der.

        Yaşar Kemal bütün o romanları o sefil köylülerin hayatlarından damıtmıştı amenna ama o sefil hayatlara Yaşar Kemal gibi bir yaratıcının eli değdiği için o sefil hayatların bir kıymeti vardı; o sırada Atıf Yılmaz bunu o sefillere nasıl anlatabilirdi ki!

        REKLAM

        *

        Kadirli’deki işleri biter, sıra Çığşar yaylasındaki çekimlere gelir. Karacaoğlan’ın yurduna; oralarda dolaşmış, türküler söylemiş Karacaoğlan. Ruhi Su’nun ağzı kulaklarında. Yaylaya giderlerken köylüler, oradaki boz yılanlara ve akreplere dikkat etmelerini söylerler. Yanlarına ilaç falan almamışlar. Köylüler, kaldıkları harabelerde duvarları gazete kağıdıyla kaplamalarını öğütlüyorlar, akrepler gazete üstünden yürürken hışırtı çıkar, böylece akreplerin geldiğini anlarlar.

        Muhteşem bir yerdeler. Dağların zirvelerini ile bulutlar arasında bir savaş var. Bulutlar galip geliyor. Her akşam zirveleri aşan bulutlar, “uzun çam ağaçlarının uçlarının, küçük tepelerin zirvelerinin adacık halinde göründüğü, sakin bir bulut denizini oluşturuyorlar.” Hele bir de mehtap varsa…

        *

        Hikayenin bundan sonrasında, bir hatıranın iki kişi tarafından anlatılmasına aracılık edeceğim. Hafıza yanıltıcıdır derler ya, sanırım bu kez öyle olmamış, çok küçük ayrıntılar var iki anlatımın arasında.

        Hikayeyi önce Atıf Yılmaz’dan, sonra da Duygu Sağıroğlu cephesinden okuyalım şimdi.

        *

        Atıf Yılmaz anlatıyor:

        “İşte o akşam üstlerinden birinde, sanat yönetmenimiz Duygu Sağıroğlu, genç oyuncumuz Seden Kızıltunç’la bir kayanın üzerine sarmaş dolaş oturmuş, Seden’in gözlerinin içine bakarak ünlü Fransız ozanı Prévert’in şiirlerini, hem de Fransızca terennüm ederken Çığşar yaylasının bol zehirli sarı akreplerinden biri, sanırım yabancılaşıp belki biraz da öfkelenerek, Duygu’yu tam poposundan sokmaz mı? O sırada ekip köyün biraz altında, küçük bir düzlükte kurduğumuz çardakta, akşam yemeğinin hazır olmasını beklemekte. Bir de baktık Duygu dağdan kopmuş bir çığ gibi geliyor. Aman nedir, ne oluyor demeye kalmadı Duygu, pantolonunu sıyırıp soluk soluğa, cahil bir akrep tarafından sokulduğunu anlatmaya başladı.

        REKLAM

        Anti-toksin olmadığı herkesin malumu. Sokulan yeri yararak kan emmenin tek çözüm olduğunu hatırladı arkadaşlardan biri. Duygu pantolonuna, biz Duygu’ya doğru davrandık. Tam o anda bir başka arkadaş, ‘Dişinde çürük olan emmesin,’ demez mi? Hepimiz durakladık. Çürük dişi olmayan tek kişi yok aramızda. Duygu, ölüme her an biraz daha yaklaştığı duygusuyla melül mahzun bakıyor. Tam o sırada hızla yaklaşan ayak seslerini duyup sese doğru dönüyoruz. Yılmaz Güney, filmlerinde olduğu gibi geliyor. Seden durumu hemen ona yetiştirmiş olmalı. Kalabalığı yararak Duygu’ya doğru koşan Yılmaz, domalmış duran Duygu’nun poposuna kamasıyla bir çizik atıyor, başlıyor akrebin soktuğu yerden akan kanı emip tükürmeye. Olayı heyecan ve saygıyla karışık hislerle izliyoruz. Yılmaz, operasyonun tamamlandığına karar vererek tükürmeye son verince İhsan Bey, yetişip ünlü ‘zapa zapı’yla yarayı bağlıyor. (Duygu Anılar’ı okuyunca ‘Şiir Prévert’den değil Apollinair’dendi diyebilir.)” (Atıf Yılmaz, Söylemek Güzeldir, Afa Sinema, s.173-174)

        *

        Aynı anıyı Duygu Sağıroğlu, Atıf Yılmaz’dan on iki sene sonra 2016 yılında bir Yılmaz Güney dosyasını yapan “PsikeSinema” dergisinden Levent Yılmazok’a anlattı.

        Onun anlatımı ise daha şiirsel:

        “Kadirli’de işimizi bitirdikten sonra Çığşar yaylasına çıktık, olağanüstü bir doğa. Torosların tepesinde bir yer. Üç beş taştan küçük kulübe, bir tane de büyük ambar gibi bir yer…. O kadar ilkel ki yapılar, duvar taşları arasında toprak harç bile yok, günışığı taşların arasından içeri sızıyor. Çatılar balta yonması kaba ahşap. Yörede Karacaoğlan’ın türküler söyleyip gezdiği pınarlar var. İyi de ortam akrep ve yılan kaynıyor. Mike Rafaelyan akrep, yılan korkusundan Çetin’e, kulübelerin duvarlarını kraft kağıtlarıyla, gazete kağıtlarıyla kapattırıyordu. Yer yataklarında yatacağız. Doğrudan toprağın üzerine serilmiş kıl kilimlerin üzerinde akrep, göğsü çok hassas olduğundan gezemiyor, yatağa kadar gelemiyordu.

        Buranın akrebi çok zehirli deniyor. Akrep sokarsa en yakın yer, atla altı saat. ‘Ulan insan yolda kesin ölür.’ Böyle laflar dolanıyor aramızda. Korkudan manyaklaşıyor yani, yavaş yavaş herkes. Sabah kalkıyoruz, bazen yatağın çevresinde kıl kilim üzerinde iki üç tane akrep bulmak mümkün. Tüfek var bende, ama ağızdan dolma, yani bir atımlık. Yılan falan gelirse onunla, yani tek kurşunla, bir atışta vuracağım güya. Kazık kadar adamlarız, yirmi küsur yaşında ama çocukluk yakamızı bırakmamış hala. Filmin çekimleri bitmeye yakın, herkesin kendine göre bir yere dağıldığı bir akşamüstü işten sonra, vadiye bakan yamaçta, İstanbul’da tiyatrodan tanıdığım ekipten genç bir hanım arkadaşla oturmuşuz. Yer öyle bir yer ki Japon astampları halt etsin yanında. Akşam güneşi batmaya yakın… Sisler doldurmuş çukurları… İrili ufaklı, üstü yemyeşil çamlarla kaplı adalara dönmüş tepeler. Mavimsi bir sis denizinin içinde, uçları Çingene pembesi bulutlardan bir duvakla örtülü çamlar yükseliyor. Ruhi Su aşağıda bir yerde uzakta, sazının eşliğinde türkü söylüyor Serdari’den. Yani eziyeti cefası sonsuz, ama akşamüstü sefası o derece müthiş bir günün sonundayız. Haz, insan hak ettiğini düşündüğünde daha bir dayanılmaz oluyor sanki. Yanımdaki arkadaşımla şiir okuyoruz birbirimize. Ben Appollinaire’in ‘Mirabeau Köprüsü’den Fransızca bir satır söylüyorum, o hemen aynı satırın Orhan Veli çevirisinden Türkçesiyle karşılıyor ezbere: ‘Mirabeau Köprüsü altından Seine Nehri akar geçer/Aman ne geçen günler/Ne aşklar geri döner.” Güneş batıyor usulca. Çingene pembeleri mavileşiyor yavaş yavaş, ‘Mirabeau Köprüsü’nün altından akan Seine Nehri’ne dönüyor sislerin maviliği içinde çamlar… Düşünebiliyor musun? Aynı aşk şiiri… İki ayrı dilden, biri kadın biri erkek sesinden, ezbere, Toroslar’ın üstünde akşam güneşi batarken… Tam o sırada. Cart… Benim sağ kalçamın altında hırçın bir sızı belirdi birden. ‘Dikene mi oturdum acaba?’ diye düşündüm içimden. Doğruldum, altımda sapsarı kocaman, el kadar bir akrep. Belimdeki bıçağı çekip akrebi öldürdüm önce. Sonra Halit’le yattığımız kulübeye doğru, arkamda kız, koşmaya başladım. Tıraş makinamı kaptım, iki tarafı keskin jileti çıkardım. İnce keten pantolonun üstünden akrebin soktuğu yeri kesip bir yandan, aklımca kanı akıtıp akrebin zehrinden kurtulmaya çalışıyor, bir yandan yemek yediğimiz barakaya koşuyorum. ‘Biri zehri emip beni kurtarmalı.’ Altı saat dayanabilir miyim acaba bir at bulunabilse gece vakti? Barakaya daldım. Ekibin nispeten yaşlıları, İhsan Aşkın, Asım Nipton, Hayri Esen, Talat Gözbak dağınık oturmuş sohbetteler. Beni kanlar içinde görünce afallıyorlar önce. ‘Duygu’yu akrep sokmuş’ diye arkamdan gelen biri bağırıyor. Kız haber verdi herhalde. ‘Ne yapacağız şimdi?’ diye soruyor bir başkası. Bütün çok bilmişliğimle başlıyorum ben tabii: ‘Hemen emip zehri çıkarmak lazım. Dikkat edin, sakın ağzınızda yara bere, çürük diş olmasın. Yoksa benden evvel o…’ Birine bakıyorum, bakışlarını kaçırıyor, hızla bir başkasına dönüyorum, ‘Abi bak dudaklarım patlamış güneşten,” diyor. Pan yapıyorum sağa, “Benimkiler felaket zaten Duygucuğum.” Hızla zoom arkadakine. Nafile, kimse yanaşmıyor yarayı emmeye. Sessizlik… Ben kalçamı tutarak öyle duruyorum, avucum kan içinde. Kapıdan rüzgar gibi Yılmaz (Güney) giriyor tam o anda. ‘Ne yapmak lazım?’ diye haykırıyor. ‘Emmek lazımmış zehri çıkarmak için,’ diyor birileri. Ona anlatmaya, ağzında yara var mı, çürük diş var mı, diye vakit bırakmadan, çeviriyor beni ve emiyor. İşte Yılmaz bu! Ben hayatımı Yılmaz’a borçlu olduğumu düşünüyorum bugün.”

        REKLAM

        *

        Anıların tuhaf bir tarafı var. Ağladıklarımızı gülerek, güldüklerimizi ağlayarak hatırlarız hep, anlatırken de öyle... Sanırım hem Atıf Bey hem de Duygu Bey aynı hislerle anlatmışlar bu anıyı.

        Yalnız anlatının içinde geçen şiir Atıf Bey’in dediği gibi Prévert’den değil Apollinair’den“Mirabeau Köprüsü”... Sanırım Duygu Bey yanılıyor, bu şiiri Türkçeye çevirmeyen bir tek Orhan Veli kalmış neredeyse. En çok bilineni Cemal Süreya çevirisidir. Ondan başka benim tespit ettiğim Ahmet Necdet, Orhan Ülkülü, Necati Cumalı, Esin Aydın, Tahsin Saraç, A. Kadir Paksoy, Metin Cengiz, Abdullah Rıza Ergüven, Gertrude Durusoy, Fatma Kethüdaoğlu ve Sezai Karakoç tarafından da çevrilmiş. En eski çeviri 1959 tarihli Ahmet Necdet’in çevirisidir ki sanırım Seden Kızıltunç o sırada bu çeviriyi okuyordu. Ben en çok Sezai Bey’in çevrisini beğendim ki, şöyle:

        Seine akıyor altından Mirabeau Köprüsü’nün

        Ve bizim aşklarımız

        Hatırlamalı mıyım durup dururken bugün

        Sevincin çıkageldiğini hemen ardından güçlüğün

        Çal sevgili saat gel sevgili gece

        Ben kalıyorum günler gidiyor sessizce

        Ellerimde ellerin kalalım yüz yüze

        Kollarımızın köprüsü

        Altından geçsin yüz yüze

        REKLAM

        Sonsuz bakışlar bitkin dalgalar diz dize

        Çal sevgili saat gel sevgili gece

        Ben kalıyorum günler gidiyor sessizce

        Aşk bu akan su gibi akıp gidiyor

        Aşk akıp gidiyor

        Yaşamak gibi umut gibi ağır

        Kör ve sağır

        Çal sevgili saat gel sevgili gece

        Ben kalıyorum günler gidiyor sessizce

        Geçiyor günler geçiyor haftalar

        Ne geçmiş zaman

        Ne geri dönecek aşklar var

        Mirabeau Köprüsü’nün altından Seine akıyor akar

        Çal sevgili saat gel sevgili gece

        Ben kalıyorum günler gidiyor sessizce

        *

        Akrep hikayesini anlatan Duygu Sağıroğlu, araya küçük bir hikaye daha sıkıştırır.

        Yılmaz Güney ile Duygu Sağıroğlu, “Karacaoğlan’ın Kara Sevdası” filminin çekimi sırasında “kan kardeşi” olurlar. Hayır Yılmaz Güney Duygu Sağıroğlu’nun poposundan akrep zehri karışmış kanını emdiği sırada değil, daha önce, birbirlerinin kolundan akan kanı emerek… Eskiden vardı, erkekler arası bir bağlılık yeminiydi bu, birbirlerinin kollarından kanını emerek kan kardeşi olurlardı, bir tür sadakat ve bağlılık yemiydi anlayacağınız.

        Kanatmak için kollarına bir kesik attıkları sırada karşıdan Sami Hazinses ikisini seyrediyor biraz. (Yüzlerce Yeşilçam filminde rol almış, asıl adı Samuel Agop Uluçyan olan Sami Hazinses Diyarbekirli bir Ermeni’dir. Adını değiştirdi, hayatı boyunca Ermeniliğini itinayla gizledi, ölümüne yakın bir zamanda “itiraf etti” ama kendisiyle röportaj yapandan rica etti, “Yazma bunları, öleyim, ondan sonra yaz, şimdi boş ver” dedi, her daim yüzünde zulüm görmüş bir çocuğun hüznüyle dolaştı aramızda ölünceye dek...)

        REKLAM

        Duygu Sağıroğlu ile Yılmaz Güney’in “kan kardeşi” törenine imrenerek bakıyor Sami Hazinses. Üçü bir anda göz göze geliyorlar. “Şimdi ben de sizinle kan kardeşi olayım desem beni beğenmezsiniz değil mi?” diyor. Yılmaz’la Duygu aynı anda, “Gel ulan”diyorlar, “o ne biçim söz, gel sıyır kolunu hemen.” Fırlar gelir sevinçle, sıyırır kolunu Sami Hazinses de.

        Ve üçü…

        Bir Ermeni, bir Kürt, bir Laz orada birbirlerinin kanını emerek “kan kardeşi” olur, birbirlerine sarılırlar.

        *

        Hatıralar, geçmiş zamanın duran halidir, hep aynı yerde dururlar. “Anıların mutlu olanları da kederli olanları da insanı hep hüzünlendirir,” diyen Dostoyevski’ydi galiba.

        Diğer Yazılar