Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Mina Urgan’ın vaktiyle okuduğum “Bir Dinozorun Anıları” kitabında görüp defterimin bir yerine not ettiğim, “Herkesin aşk acıları vardır; benim dostluk acılarım oldu,” sözü arada bir aklıma gelir, aklıma geldikçe de son yıllarda durmadan okuduğum hatıra kitaplarında karşıma çıkan şahsiyetlerin birbirleri için sarf ettikleri sözlerine, kurdukları dostlukları harcama veya muhafaza şekillerine bakarak bu sözün hayattaki karşılığını düşünür dururum.

        Dostun dosta ettiği bir fenalık, dostun dosta ettiği bir fedakarlık hayatın birçok şeyini tartıya çıkarır çünkü.

        Dostluk araya zaman ve mesafe girince de olduğu gibi kalan, koşulsuz bir sadakatle insanın insana bağlanmasıdır.

        Mina Hanım’a hak vererek yine de özellikle de “erkek dostluğu…”

        Çağımızın en büyük romancılarından birisi olan Milan Kundera’ya göre “Dostluk erkeklerin sorunudur, onların romantizmidir,” daha çok.

        Cahit Külebi dostluğun şiirini şöyle yazar:

        “Bir gece habersiz bize gel

        Merdivenler gıcırdamasın

        Öyle yorgunum ki hiç sorma

        Sen halimden anlarsın

        Sabahlara kadar oturup konuşalım

        Kimse duymasın

        Mavi bir gökyüzümüz olsun kanatlarımız

        Dokunarak uçalım.

        İnsanlardan buz gibi soğudum,

        İşte yalnız sen varsın

        Öyle halsizim ki hiç sorma

        Anlarsın.”

        Nazım Hikmet de benzer bir his içindedir dostluk denince:

        “Biz haber etmeden haberimizi alırsın,

        Yedi yıllık yoldan kuş kanadıyla gelirsin.

        Gözümüzün dilinden anlar,

        Elimizin sırrını bilirsin.

        Namuslu bir kitap gibi güler,

        Alnımızın terini silersin.

        O gider, bu gider, şu gider,

        Dostluk, sen yanı başımızda kalırsın.”

        *

        Bu şiir Nazım’ın ama eski dostluklar şiirlerde durduğu gibi durmaz. 1950 yılında hapishaneden çıkar çıkmaz eski bir dostunun yanına sığınır. Hapishanede aşık olduğu, uğruna Piraye’den vazgeçtiği “dayı kızı” Münevver’i kocasından ayırır, elinden tutarak en eski dostlarından birisi olan Vâ-Nȗ’nun Salacak’taki evinin bahçe katındaki odaya götürür, yerleşir.

        Vâ-Nȗ yanındaydı, yanına sığınmıştı da saç ayağın birisi eksikti. Oysa 20’li yaşların delifişek uçarılığıyla “İnsanların birbirini yiyerek yığınlar halinde öldüğü büyük açlık döneminde” engin Rus ovasına girdiklerinde üç kişiydiler.

        O şairdi, Vâ-Nȗ ile Şevket Süreyya ise “henüz iman etmiş” iki gençti. Üçü de komünistti.

        Sene 1922’ydi.

        Çok değil beş yıl önce, “toplum ani bir emirle yerinden, fırlamış”, Bolşevikler ihtilal yapmış, mujikler “bir hiç iken hep olmuştu.

        Moskova’da mektebe yazılırlar, iktisat okurlar. Nazım Mayakovski’yle tanışır, Puşkin’i ve diğerlerini öğrenir.

        Şevket Süreyya o günleri şöyle anlatır:

        “Biz üç arkadaştık. Boş saatlerimizde kamptan ayrılırdık. Her gün bilmediğimiz bir istikamette ormanlara dalardık (…) Hatta üçümüz, azaları yalnız bizden ibaret olan gizli bir hücre de kurmuştuk: 6 Ağustos Hücresi… Toplantımıza bazen bu hücrenin oturumu şeklini verirdik. O zaman bu üç kişilik ictimalarda, Rusya Meselesi, Orta Asya Meselesi, Balkanlar Meselesi, vs. hakkında nice dehşetli kararlar alırdık. (…) Bu tartışmalarda en kavgacı olan Nazım Hikmet’ti. Aslına bakılırsa onun buralarda işi olmaması lazım gelirdi. (…) Nazım Hikmet kızdığı, hiddetlendiği zaman hemen bana saldırırdı. Orman onun azgın sesinden inim inim inlerdi.”

        O sırada üç arkadaş, artık hangi kitap üzerine kasem ettilerse, ant içerler.

        Türkiye’ye dönünce bütün diplomalarını yakacaklar! Devletten zinhar iş istemeyeceklerdi!

        *

        1950 yılının limonata gibi bir yaz akşamı, hapishaneden yeni çıkmış ve tam 13 yıldan beri görmediği dostunu, ortak arkadaşları Vâ-Nȗ’nun Salacak’taki evinde görmeye giderken Şevket Süreyya’nın aklından geçenler neydi, doğrusu bilmiyorum ama onu “huzura kabul” etsin diye Vâ-Nȗ’nun Nazım’a çok dil döktüğünü biliyoruz bugün.

        “Şevket gelecek, suratını asma, iyi davran,” demişti Vâ-Nȗ Nazım’a. Oysa o Şevket’le çoktan yolları ayırmıştı. Hatta “Benerci Kendini Niçin Öldürdü”de, “Şimdi size, bu bir hayli senenin nasıl geçtiğini anlatacağım. Ve sonra sıra, Benerci’nin kendini niçin öldürdüğüne gelecek. Emperyalizm aleyhine yazılan (Nazım Hikmet buraya bir dipnot işareti koyar) ve emperyalizmi temellerinden yıkmak için nefislerini feda edenlerden bahseden bu kitap, bir inkılapçının hangi şartlar içinde kendini öldürmeğe hak kazanacağını da hallettikten sonra, bitmiş olacaktır,” der ve işaret ettiği dipnotta, Moskova günlerinin arkadaşı Şevket’e yaşadıkça alnında yapışıp kalan şu ağır lafı eder: “Yalnız şunu hatırlatmak isterim ki, Benerci emperyalizmi ve emperyalizmle mücadeleyi, Neo-Hitlerist-Faşist-Sinyor-Fon Şevket Süreyya Bey gibi anlamıyordu.”

        Bu ağır sözlere rağmen Şevket Süreyya onu görmeye gidiyordu. Kim bilir, hapishanede bulunduğu 12 yıl zarfında tek bir kez bile onu ziyaret etmemiş olan eski dostunun çıktıktan sonra ortak arkadaşları Vâ-Nȗ’nun evinde onu ziyaret etmesine izin verirken Nazım belki de daha önce yazdığı “O gider, bu gider, şu gider/Dostluk, sen yanı başımızda kalırsın” dizelerini hatırlamıştı.

        *

        Moskova’dan yurda döndüklerinde “diplomaları yakma” yeminine Şevket Süreyya sadık kalmadı. İki dostunun gözünde ikisine de “ihanet” etti. O zamanlar henüz “dönek” tabiri icat edilmemişti ama göz göre göre “davadan dönmüştü” o.

        Zaten bütün hayatı böyleydi, hiçbir durakta uzun süre soluklanmamıştı. Komünist olmadan önce, çocukluğunda Mevlevi dergahına yüz sürmüştü. Orta mektepte Osmanlıcı olmuştu. Biraz daha büyüyünce de Turan fikrine kapılmıştı. Gönüllü asker olarak Kafkas cephesine gidince de Turancılık’tan vazgeçmiş, Batum’da komünist olmuştu.

        Otobiyografisinde kendini şöyle anlattı:

        “Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç kazdı. Suyu bulamadı. On kulaç, on beş kulaç kazdı. Gene suyu bulamadı…(…) Bir ses ona daha derinlere in, daha derinlere dedi. Daha derinlere indi ve suyu buldu.”

        Aradığı su kendi memleketinde boy veren Kemalist ideolojiydi. Daha doğrusu bu ideolojinin kurucu babalarından birisi olmuştu. “Kadro” dergisini (yazarları ondan başka Vedat Nedim Tör, Burhan Belge, İsmail Hüsrev Tökin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi şahsiyetlerdi) çıkarmış, Ankara’da “Ticaret Lisesi”ni kurmuştu.

        Nazım Hikmet ve Vâlâ Nurettin’le de (Vâ-Nȗ) yolları burada ayrılmıştı.

        *

        Nazım Hikmet’in bulunduğu eve giden yokuşu yarılamışken aklına 13 yıl evvel, Ankara’da “Pembe Köşk”ün az yukarısında, solda, pembeye boyanmış evine giderkenki an geldi Şevket Süreya’nın. Yanında Nazım Hikmet vardı. O sırada İktisat müdürüydü. Şairi Ankara’ya davet ederek devlet ricaliyle arasını düzeltmek istemişti. Bunun yolunu iyi biliyordu ama bulduğu yolu açıklamanın sırası değildi. Hem bunu Nazım’a o söylerse muhtemelen kabul etmeyecek, bu yüzden eve Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer’le Basın Yayın Genel Müdürü Sabri Ertem’i de davet etmişti. Aklında geçenleri Şükrü Bey söyleyecekti inatçı komünist arkadaşı Nazım Hikmet’e.

        Nazım Hikmet tedirgindi. Bir iki adım atıyor dönüp arkasına bakıyordu. Bu halinden pek memnun kalmamıştı, şu pinpirikli şaire ne oluyordu böyle? Yokuşu tırmanırlarken dönüp arkadaşına, “Neden arkana dönüp bakıyorsun, bu tedirginlik de ne Nazım?” diye sormuştu. Nazım aynı tedirgin yüz ifadesiyle, “Beni İçişleri Bakanı Şükrü Kaya takip ettiriyor Şevket,” cevabını vermişti. “Merak etme, Şükrü Kaya senin misafirim olduğundan haberi vardır,” demiş, içini rahatlatmıştı.

        Evde, yemek masasında muhabbet koyulaşır. Mevzu edebiyata gelir. Sonra şiire… Nazım en güzel şiirlerini okur. O sırada İspanya’da iç savaş vardır. Şevket Süreyya’nın anlattığına göre Nazım İspanya iç harbini anlatan bir şiirini okurken Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer’in gözleri yaşarır. Şükrü Bey, şiirin güzel bir isyan şiiri olduğunu söyler, tıpkı bizim İstiklal Savaşımız gibi. Ama ne yazık ki hiçbir Türk şairi bu büyük savaşın destanını yazmamıştı henüz. Yazık değil miydi! Sözlerini şöyle bitirir Şükrü Bey:

        “Bizim halkımızın isyanı ve savaşı yanında İspanya İç Harbi çocuk oyuncağı kalır. Anadolu destanını yazsana Nazım sen. Anadolu destanını yaz…”

        Nazım Hikmet’e çok ciddi, çok yüksek bir makamdan gelen çok ciddi, çok önemli bir tekliftir bu. Şair bu teklifi ciddi ciddi düşünür.

        Ama bu arada bir bela gelir şairin başına. 1938 yılında tarihe Donanma Davası olarak geçen “uyduruk” bir yargılanmayla 28 yıl 4 ay ağır hapis cezasına çarptırılır.

        Her yere başvurur nafile, hasta yatağında Mustafa Kemal’e, “Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum. Türk inkılabına ve senin başına and içerim ki suçsuzum” diyen bir mektup yazdığı halde sesini kimseler duymaz olur.

        Ve en son bir umut olarak, Şevket Süreyya’nın evinde Emniyet Umum Müdürü Şükrü Sökmensüer’in yaptığı teklife sarılır. Belki okurlar da devlet ricali imana gelir diye İstanbul Sultanahmet Cezaevi’nde “Kuvayi Milliye” destanının ilk halini yazmaya başlar. 1939 yılında eseri bitirir. Önsözde de belirttiği gibi destanı 15 gün içinde, büyük bir kızgınlık ve heyecanla yazar. Kızgındır çünkü haksız yere içeri tıkılmıştır, heyecanlıdır çünkü okuyanlar onun ne kadar büyük bir “yurtsever” olduğunu hemen görüp imana gelecekler.

        Ama hiçbiri olmaz. O da umudunu yitirince “destanı” yayınlamaktan vazgeçer, onu büyük eseri “Memleketimden İnsan Manzaraları”nın içine yedirerek değerlendirir.

        Şevket Süreyya’nın, dostunu rejimin hışmından kurtarmak için giriştiği zekice hamle başarısız kalmış, Nazım Hikmet de yazarlık tarihi içinde ilk ve son “sipariş” eserini bu vesileyle yazmış olur.

        *

        Evden içeri girer. Karşısında on iki yıllık mahpusluğun ağır yükünü sırtlayıp buraya getiren çökmüş arkadaşını görünce aklına Moskova’da Mayakovski’den bağıra bağıra şiirler okudukları an gelir.

        İki eski dost birbirine sarılırlar. Birbirlerinin kokusunu, sıcaklığını kendilerine çekerler. Bir süre öyle yek vücut gibi kalırlar. Ayrıldıklarında Şevket Süreyya;

        “Aslan gibisin Nazım,” der.

        Nazım, “Sen de öyle” cevabını verir.

        Yine de havada dağılmamış bir gerginlik vardır. Havayı en çok hisseden de Vâlâ Nurettin’dir.

        “Otuz yıl sonra üç arkadaş, yine bir aradayız,” der havayı dağıtmak için.

        Güzel bir yaz akşamıdır. Üsküdar’da uhrevi bir sükunet sarmış her yeri. Bahçede Muhammedi güllerinin kokusu geliyor. Birazdan ay büyüyecek, şavkı vuracak denize.

        Her şey şiir çağırıyor bu muazzam gecede. Şevket Süreyya, “Senin sesinden şiir dinlemeye hasret kalmışım, yenilerden bir şeyler okusana Nazım” der.

        Nazım, Vâlâ’dan kutusunu ister. Arkadaşı kutuyu getirir. Kutunun içinde mahpushanede yazıp Vâlâ’ya gönderdiği şiirler vardır. Birisini seçer, tam okuyacakken elektrikler kesilir. “Bu gece şiir okumamı felek de istemiyor galiba,” der. Vâlâ koşar, içerden mum getirir. Nazım mum ışığında, dışarıda ölümüne güzel bir İstanbul gecesi hüküm sürerken hüzzam bir şarkıyı terennüm eder gibi okumaya başlar şiiri. Eski dostu Şevket Süreya’nın gözyaşları yanaklarını ıslatır.

        Nazım Hikmet hülyasının peşinde, Kemalist vicdandan bir nebze adalet koparmak için “Kuvayı Milliye Destanı” gibi bir hayal kırıklığı hariç gram taviz vermeden 12 yıl yatıp çıkmış; eski dostu Şevket Süreyya ise o kalın kitapları, “İnkılap ve Kadro”yu, “Suyu Arayan Adam”ı, “Tek Adam”ı, “İkinci Adam”ı, “Üçüncü Adam”ı, “Toprak Uyanırsa”yı yazarak Kemalizmin bir ideoloji olarak toplumun bütün dokularına nüfuz etmesinde önemli bir rol oynamıştı.

        Yine de Nazım Hikmet’in karşısında bir mahcubiyet hissediyordu Şevket Süreya. Sanki ona ihanet etmiş, sadakatsizlik yapmıştı. Zaman çok şeyi alıp götürmüştü. İçinden geçen şey, “Hayatının en zor zamanlarında sana yaslanacak bir omuz olamadım belki ama hayatta yaşadığın bütün o zorlukları yaşayamayasın diye de çok uğraştım Nazım” hissiydi galiba ama elinden fazla bir şey gelmemişti. Ona göre Nazım ondan çok farklıydı, başka bir insandı. Çilenin, sabrın, ıstırapların potasında hem kendisi hem de değerleriyle hesaplaşmış bir insan...

        Nazım Hikmet, Şevket Süreyya Aydemir ve Vâlâ Nurettin o geceden sonra bir daha bir araya gelmediler.

        O gece üç arkadaşın bir araya geldiği son gece oldu.

        *

        Bu ülke, bin bir zahmetle inşa ettikleri dostluklarını siyasi fikirlerine feda etmiş bir münevverler mezarlığıdır.

        Siyasi fikirlerimiz dostluklarımızdan daha mühimdir bizim için çünkü.

        Kaynaklar:

        Erkan Irmak, Kayıp Destanın İzinde, İletişim Yayınları

        Sadun Tanju, Eski Dostlar, İş Bankası Kültür Yayınları

        Şevket Süreya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi

        Diğer Yazılar