Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İsveç’in Östersund şehri 70 bin nüfuslu “Şirinler köyüne” benzeyen çok huzurlu, sakin, küçük bir şehirdir. Şehir bir gölün etrafına kuruludur, ortada bir ada var, adada havaalanı var, o kadar büyük bir ada yani…

        Bu, coğrafyası büyük kendisi küçük şehrin kütüphanesi neredeyse müzesi kadar büyüktür.

        Günümün önemli bir kısmı bu kütüphanede geçer.

        *

        Kütüphanede; yeryüzünde edebiyatı yapılan ne kadar dil varsa -ki bu sayının 76 olduğunu söyler filologlar- hemen hemen hepsine ayrılmış birer raf kitap vardır.

        Kızımla rafların arasında durduk. Tesadüf mü bilmem, Türkçe ile Kürtçe kitapların dizizldiği raflar komşu, birbirine bakıyorlar; o Türkçe rafa bakarken ben Kürtçe rafında eşelenmeye başladım.

        Döndüm elinde Orhan Kemalin “72. Koğuş”u vardı çocuğun, Can Yayınları baskısı, oyun değil de “novella” hali yani...

        “Niye bu kitabı seçtin?” diye sordum.

        “Dili çok iyi baba, şöyle bir karıştırdım, ilgimi çekti,” dedi.

        Kütüphaneden eve gelirken yolda ona biraz Orhan Kemal’i anlattım, sonra da aniden aklıma geldi, “Biliyor musun, hayatımda ilk seyrettiğim tiyatro bu kitaptan yapılan oyundu,” dedim.

        “Ya,” dedi bana gülümseyerek, ben de bundan tam kırk altı yıl öncesine gittim.

        *

        1975 yılı falan olmalı. İnsanların birbirini iterek Hakkari Halk Eğitim Merkezi’ne girmeye çalıştıkları bir erken yaz akşamı kalmış aklımda. Beni kim götürdü Hakkari Lisesi son sınıf öğrencilerinin mezuniyet dolayısıyla hazırladıkları o piyese bilmiyorum. Muhtemelen biraz çekinerek gelmiş olmalıyım. “Tiyatro” seyretmek günahtı çünkü! O yaştaki bir çocukta bile bu bilgi vardı. Ben yine de tiyatroya gidiyordum işte, bile bile günah işlemeye yani. Bir afiş hazırlamış, binanın girişine asmışlardı:

        “Orhan Kemal, 72. Koğuş.”

        O gün ilk defa işittiğim bu isim bir daha da çıkmadı aklımdan ve okuma serüvenimden.

        Amatörün de amatörü Hakkari Lisesi öğrencilerinin o gün sahneledikleri oyundan aklımda kalan tek şey, sahnedekilerin sigara izmariti yüzünden birbirlerine girip yer yer Kürtçe küfürleşmeleridir. Sigara izmaritine saldırıyorlardı, bir de çok üşüyen insan taklidi yapıyorlardı sahnede.

        Dışarı çıkarken aklıma gelen tek şey; tiyatro buysa, günah bunun neresindeydi?

        *

        O günden bugüne ne çok karşıma çıktı Orhan Kemal’in bu eseri. Üniversiteyi bitirdiğim sene, 1987 yılında Erdoğan Tokatlı sinemaya uyarladı onu. Yanıma birkaç sınıf arkadaşımı da alarak koşa koşa Beyoğlu’na filmi görmeye gittiğimi hatırlıyorum. Kadir İnanır “Kaptan”ı oynuyordu, böyle kırık bir Laz şivesiyle konuşuyordu Kadir Abi ki bir aktörün ağzına bu kadar mı yakışır bir şive… (Orhan) “Kemal”i de Halil Ergün oynuyordu hep o görkemli oyunculuğuyla. 2011 yılında tekrar filme çektiler aynı hikayeyi. Bu kez, hikayede, çok ön planda olmayan kadın kahramanı öne çektiler, muhtemelen Hülya Avşar’ın ününden yararlanmak için ama olmadı, ilkinin başarısını yakalayamadı Yavuz Bingöl ile Kerem Alışık’ın oynadığı bu yeni deneme.

        *

        Novellada, oyunda ve filmde suçu şiir yazmak olan bir şair gelir mahpushaneye. Yüksek sesle söylemez yazar ama gelen Nazım Hikmet’tir. Orhan Kemal, Nazım Hikmet Bursa Hapishanesi’ne geldiğinde, eli kalem tuttuğu için katiplik yapmaktadır. Zaten hapishaneye düşme sebebi de askerdeyken Nazım Hikmet’in kitaplarını bulundurmak ve okumaktı. Dama düşmesine sebep olan şair şimdi onun yanına geliyordu. Daha sonra yazacağı “Nazım Hikmet’le 3.5 Yıl” kitabında onun Bursa hapishanesine geliş haberini aldığı anki hissiyatını, “Bana hapishane bahçesinde dikilmiş zambakların yeşil yaprakları üzerindeki karlar erimiş gibi, umumi afla serbest bırakılmışım cezamın bitmesine kadar olan yıllar birden tükenmiş gibi geldi,” diye tarif eder. İlk karşılaşma anını da şöyle anlatır:

        “Kapı açıldı, gülümseyerek çıktı. Göz göze geldik. Mavi gözlerinde, gülümsemesinde tertemiz apaçık çocuksu bir şey vardı. (…) askerce topuklarını birleştirerek ve yüzüne ciddi bir ifade vermeye çalışarak kendini takdim etti:

        ‘Ben Nâzım Hikmet!’

        İşte karşılaşmamız böyle oldu, böylece talebesi oldum.

        Ben de ona kendimden fazla inanıyordum”.

        *

        Ama Orhan Kemal “72. Koğuş”ta bunları anlatmaz. Onun meselesi başkadır.

        *

        “72. Koğuş” adlı hikayeyi nasıl yazdığını Ayhan Yetkiner’e anlatmış Orhan Kemal, o da 4 Haziran 1970 günü “Bir Orhan Kemal Var” başlığıyla Ulus Gazetesi’nde neşretmiş, hikaye şöyle, müdahalem metni birinci tekil şahıs anlatımından çıkarmak oldu sadece:

        1953-54 kışı gece vakti. Dışarda sulu sepken kar, kendini Haliç-Feneri’nin ahşap evleriyle ıssız sokaklarına kaldırıp kaldırıp vuruyor. Tükürseniz donacak bir soğuk hakim dünyaya. Karısı ile çocukları her zamanki örtülerinin üzerine evde ne kadar battaniye hatta kilim varsa almış, birbirlerine sokularak çoktan uykuya geçmişler. O ise uyanık. Yalnız o gece değil, günler, haftalardan beri uyku tutmuyor onu. Ufacık ufacık iç içe iki odada oturuyorlar. Aylık kira kırk lira… Evet sadece kırk lira, ama aybaşlarında düzenli olarak ödeyemiyor. İki aylık birikmiş, üçüncü aydan da almışlar. Buna, evin kaynaması gereken tenceresini ekmeğini de ekleyin. Çocukların ayakkabılarıyla kışlık giysilerini de ekleyin. Nerede? Evin reisidir ama, cepte dolmuş, otobüs, tramvay parası yok. Soba, odun kömür hak getire. “Ne halt edeceğim? Bu işlerin üstesinden nasıl geleceğim? Çoluğu çocuğu bu kışta dondurmadan nasıl çıkaracağım bahara, yaza?” diye kara düşünüyor. Adana’dan İstanbul’a gelişine bin pişman ama kalsaydı ne olacaktı? Veremle Savaş Derneği, Bağ ve Bahçeler Derneği o zamanki adıyla Etibba Odası’nın yazı işlerini görmekten eline geçen iki yüz liracığı bile Demokratlar çok görerek, ilk önce onu işten çıkarmışlardı. Göçecekti. Göçmek zorundaydı. Göçmüştü. Şimdi de kara kara düşünüyordu işte. Bir ara kendini sigorta ettirip bir hususi aracın altına atmak, bu suretle sigortadan alınması mümkün parayı çocuklarına bırakmak gibi çılgınca fikirler de kafasında ciddi ciddi yer etmedi değil. Ama, can tatlı. Yapamadı, geldi geçti. Tek çıkar yol büyük şehre tutunmak, bütün içinde savaşmak gerekti.

        Mangal soba yok o sırada evinde ya, ne keder? Eski gaz ocağına yarım kilo mu, bir kilo mu ne gaz yağı doldurmuştu. Geçiyor iç odaya, iç oda büsbütün soğuk, buz dolabı adeta. Yakıyor ocağı avuçlarına hohlayarak başlıyor. Neye? Günlerdir kafasında dönüp dolaşan 72. Koğuş hikayesine… Yazı makinası falan yok. Ama eski harfleri var. Hızlı yazıyor bu harflerle. Kendini işe kaptırdığını hatırlıyor. Bir de kendine geliyor ki sabah olmuş. Hikaye de bitmiş, attığı taş, istediği kuşu vurmuştur. Kara, fırtınaya, soğuğa karşılık ayaklı bir türkü, bir aşk türküsü gibi pırıl pırıldır. Bir neşe çığlığı halinde çocuklarının yanına dönüyor, keyiften dört köşe, sabah kahvaltısı yerine hikayesini büyük bir coşkuyla okuyor onlara! Sonra yeniden oturup yeni harflerle temize çekiyor. Bu iş de öğleye doğru bitiyor. Öğleden sonra dergilerden birine koşuyor. İçi içine sığmamaktadır. Hemen kapacaklar, hiç olmasa küçük bir avansla eve dönecek. Et, ekmek, bir şişe Marmara şarabı, kömür alıp o gece felekten bir gece çalacak. Çalacak ya, ilk hayal kırıklığı:

        Eseriniziz okuyalım. Kaabilse bize yarın uğrayın.”

        Eyvah, eyvahlar olsun… Hık mık… Başka çareleri yoktur ki onların da… Kendilerine verilen bir eseri okumadan basmamakta haklılar elbette. Ne yapsın? Yarını beklemekten başka çare yok. Bekliyor. Ertesi gün küçük avanstan o kadar emin ki, su bardağında bilediği paslı jiletiyle şıpın işi bir tıraş, koşuyor. Eserini teslim ettiği dergi sahibi yerine odacı çıkıyor karşısına.

        “Sanat müşavirimiz müstehcen buldu. Müsveddelerinizi buyurun.”

        Şu, tiyatro oyunu olarak üç yüzü geçen, hikaye olarak beşinci mi altıncı mı baskısı yapılan, “Türk edebiyatı bu hikayeyle her zaman övünecektir” sözleri edilen “72. Koğuş” hikayesinin serüveni bu işte…

        Elinde müsveddesi, dolaşan ayaklarıyla dergi idarehanesinden çıkıyor. Kar dinmiş, güneş soğuğu kırmış, dünya pırıl pırılmış, ona ne? Bu pırıl pırıl, bu şakır şakır dünyadan o kadar uzaktır ki o, alamadığı avanstan çok, yaptığı işin anlaşılmamasına yanıyor içi.

        Ne karısı ne de çocuklarında tek laf… Kendini sedire bir kalıp gibi bırakıyor. Serde erkeklik olmasa ağlayacak. Hem de katıla katıla.

        *

        Bu hikayede Orhan Kemal; mahpushanenin 72. Koğuşunda kalan “adembabaları” anlatıyor bize.

        İkinci Dünya Harbi bütün cephelerde sürüyor. Bizimkiler “Alaman”a oynuyor. Müdürün odasındaki radyo Hitler’in başarılarını büyük bir hamasetle veriyor, müdür de radyonun sesini hoperlörlere vererek bütün mahkumlara dinletiyor. Hitler yeni bir zafer kazandıkça müdür ve şürekası, günümüzde Doların yükselmesi karşısında sevinen bazı muhalifler gibi ağzı kulaklarında hop oturup hop kalkıyor.

        Hapishanenin “adembabalar” koğuşunda kalan Ahmet Kaptan adında Rizeli bir mahkuma köydeki anası 150 lira gönderir. Kaptan çok sevinir. 150 lira büyük paradır o günler için; hele mahpushanede…… Kaptan bir anda koğuşta çok kıymetli bir adam olur, el üstünde tutulur. Koğuştakiler parayı değerlendirmenin en iyi yolunun kumar olduğunu söylerler Kaptan’a. Ahmet Kaptan koğuşta sözü geçen Berbat’la birlikte Sölezli Ağa’nın koğuşuna kumar oynamaya gider. Kısa zamanda ikisi de çok para kazanır. Ahmet Kaptan hapishanenin en kötü koğuşu diye bilinen 72. koğuşu düzeltmeye karar verir. Yatak döşek alır, tencere alır, koğuşta kuru fasulye bile pişmeye başlar. Koğuş pırıl pırıl olur. Herkesin üstünde yattığı kireç torbalarını kaldırıp yerine pamuk yataklar aldırtır. Fakat bir gardiyanın oyununa gelerek kadınlar koğuşundaki bir kadının hayali peşinde her şeyini kaybeder. Kısa zamanda koğuş eski halini alır. Kaptan oyuna geldiği için bunalıma girer. “Haksızlığa” uğramıştır. Kışın soğuk bastırınca koğuş çok soğuk olur. Birçok mahkum ölür. Ertesi kış da Ahmet Kaptan soğuktan donarak ölür. Kaptan’ın donarak ölümünden sonra “adembabalar” geçici bir “saltanattan” sonra eski yoksul hallerine dönerler. Hayat nasıl başladıysa öyle devam eder.

        Bu özet “novella”nın özetidir. Tiyatro oyunu olarak onu yeniden yazdığında hikayenin finalini değiştirir yazar.

        Oyunda Kaptan’ın ölümünden sonra “adembabalar” bilinçlenir ve kendilerini sömürenlere karşı isyan bayrağını çekerler. Sahip çıktıkları insan onurudur çünkü. Oyun seyirciye verdiği “onurunuzdan ödün vermeyin” mesajıyla son bulur.

        *

        Belli ki Orhan Kemal, hikayeyi yazdığında henüz tam anlamıyla bir “sosyalist bilince” sahip değildi. Aradan on yıldan fazla zaman geçtikten, Türkiye İşçi Partisi’ne girdikten sonra, dünya hızla “68 rüzgarına” kapılmak üzereyken bu kez piyes olarak yazıp finalini değiştirdiği “72. Koğuş” 1967 yılında Asaf Çiğiltepe tarafından Ankara Sanat Tiyatrosu’nda sahneye konur. Önceleri Orhan Kemal pek umutlu değildir oyundan, “Ankaralı çocukların” bu işi kıvıracaklarına pek inanmaz.

        26 Ocak 1967 Perşembe günü AST’ta oyunun galası yapılır. Kaptan’ı Ayberk Çölok oynamış, müziklerini Aşık Mahzuni yapmış. O gün galada Orhan Kemal, Fikret Otyam’la birlikte en ön sırada oturuyorlar. Otyam o anı şöyle anlatıyor “Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları” kitabında:

        “Yanımda oturan 72’nin yazarı, zaman zaman dalıp gidiyor, gözlerinde biriken yaşlar 1953-54 yıllarının Fatih’inde soğuk bir gecede yazıp bir lokma ekmek için büyük umutlarla gidilen dergiden eli boş dönmenin, kolu kanadı kırık kendisini sedire bırakarak ‘katıla katıla’ ağlayamayıp biriktirdiği bugüne, bu geceye sakladığı gözyaşları mıydı?”

        Oyun o kadar büyük bir coşkuyla karşılanır ki, oyuncularla birlikte seyirciler de gözyaşlarını tutamaz. Müthiş övgüler çıkar basında. Üç mevsim boyunca o yıllar için çok büyük bir rekor olan 140 bin seyirciye ulaşır.

        Ama bu muhteşem başarı korkunç bir trafik kazasıyla herkesi mateme boğar. Oyunun yönetmeni, AST’ın kurucusu 33 yaşındaki Asaf Çiğiltepe, oyunu götürdüğü bir turne sırasında 7 Haziran 1967 günü feci bir trafik kazasında can verir.

        *

        Orhan Kemal, oyundan gelen telif parasını çarçur etmez. O parayla; o tarihe kadar edebiyatın çeşitli alanlarında elliden fazla eser vermiş, namı bütün memleket sathına ve memleket dışına yayılmış büyük bir yazar olarak, ölümüne üç yıl kala bir ev satın alır.

        Soğuk bir kış günü, çocuklarının karnını doyuracak bir ekmek parası için sabaha kadar yazıp bitirdiği, götürdüğü derginin “müstehcen” diyerek yayınlamadığı “72. Koğuş” hikayesi on küsur yıl sonra yazarını ev sahibi yapar.

        Orhan Kemal’in, Basınköy’de aldığı daire Halit Çapın’ın dairesiydi.

        *

        Kitabı okuduktan bir süre sonra kızıma sordum:

        “Kitabı nasıl buldun?”

        “Okurken üşüdüm. Bir de canım kuru fasulye çekti baba” dedi bana.

        O günün akşamında fasulyeyi ıslattım; ertesi gün için kuru fasulye pişirmeye karar verdim.

        Diğer Yazılar