Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Sadece kendi siyasi fikrine tahammülü olanlarla, sadece kendi siyasi fikrine demokrat olanlar arasında süren kıyasıya kavgada her gün delirme eşiğine biraz daha yaklaştığımız bugünlerde, gündelik siyasetten uzak, içine edebiyatın, şiirin, şehirlerin, şairlerin sızdığı yazılarımı da okuyan birkaç kişi var ki bu memlekette, her yazıdan sonra eksiğimi, gediğimi bulup uyaran, katkı yapan, memnuniyet ifade eden birkaç mesaj alıyorum sağdan soldan.

        Bergama hazinelerinin Almanya’ya kaçırılmasıyla ilgili yazdığım yazılardan sonra sanatla uğraşan, hatta servetinin önemli bir kısmını bu alandaki eserlere yatırmış olan varlıklı bir dostum şunları yazdı bana:

        “Bırak kalsın orada, dünya malıdır. Herif Ayasofya’da mermer su küpünün içine ayakkabısını koyarken tombak kapağını kırıyor. Getirip yerine koysan ne olacak (Zeus Sunağını)? Üzerine Ali Ayşe’yi seviyor yazacak. Yine de sen bilirsin, bence getirmeye uğraşma.”

        (Getirmeye keşke gücüm olsa!)

        Yine bu meselelerle ilgili, ömrünü sanata, güzel şeylere adamış, güzel şeyler de yapmış başka bir dostum ise gönderdiği mesajda meseleye başka bir pencereden bakıyordu. Onun takıldığı şey, Batılıların yaptığı bu mükemmel hırsızlığın hırsızlık olmadığına bizi kolayca inandırmış olmalarıdır. Öylesine mükemmel bir tezgah kurmuşlar ki, bizim en akıllılarımız bile, “Bırak orada kalsın, adamlar hiç olmazsa onları barbarlığımızdan koruyorlar” diyebiliyor rahatlıkla.

        *

        Ayasofya konusunda duyarlı olmak hayatidir. Zira o mabet biriciktir. İnsanlığın ortak malıdır, korumak, pamuklara sarmak önce bizim, sonra da bütün insanlığın ortak derdi olmalıdır. Ama sanırım tarihi eserleri koruyup kollama meselesine de ne yazık ki her şeye öyle baktığımız gibi ideolojilerimizin penceresinden bakıyoruz. Ayasofya Müslümanların ibadetine açılmadan önce hiçbirimizin aklına “acaba tombakları, kapıları ne alemdedir, hele gidip bakalım, bir aşınma, tahribat var mı, birileri kapılarını kemirmiş mi?” diyerek gidip bakmak gelmiyordu. Orası pek azımızın uğradığı bir müzeydi, müzeye girmek de ateş pahasıydı, nasılsa laik devletimiz bakıyordu ona! Ama mabet tekrar cami statüsüne kavuşturulunca bir anda duyarlığımız arttı, ne güzel!

        Oysa Ayasofya’nın yakınında, dünya durdukça duracak muhteşem bir mabedimiz daha var; Süleymaniye Camii… Yerli bir eser… Bizden biri inşa etmiş. Hani Akif’in, “yıkmak için iki ırgat; ama yeniden yapmak için bir Süleyman bir de Sinan lazım” dediği o büyülü yapı…

        Cumhuriyet tarihi boyunca bakımına pek özen gösterilmedi mesela, onarımı son yıllara rastlar…

        Mesela Koca Sinan yapıyı tasarlarken, içinde yanacak yüzlerce kandilin isinden onu korumak için özel bir bölme tasarlar. Hava akımının desteğiyle yanan kandillerin çıkardığı is bu odada birikecek… Kurduğu özel nemlendirme sistemiyle is odanın duvarına yapışacak. Yapışır da…

        Daha sonra o is duvarlardan sökülür özel kırbalara konur, kırbalar Hicaz’a giden develerin boynuna asılır, gidiş gelişle is aylarca çalkalanır, o günden bugüne zevali olmayan bir mürekkebe dönüşür. Asırlar boyunca dini, siyasi, idari pek çok ferman ve berat bu mürekkeple yazılır.

        Yakın bir zamanda gidip o odayı görmek için bir kez daha gittim Süleymaniye civarına, girmek nasip olmadı odaya. Daha önce çekilmiş; tadilattan önceki bu “is odasının” halini gösteren birçok fotoğraf görmüştüm. Hâlâ isle kararmış bir halde bulunan duvarlara, hela duvarları muamelesi yapılmış yıllar yılı. Tosun almış eline bir taşı, artık şairliği mi tutmuş, yazarlığı mı (en çok helada yazı yazmak gelir aklımıza) duvarlara yazdıkça yazmış. Ha bu arada, oldukça laik hassasiyetleri olan hiçbir köşe yazarımızın aklına da “is odasının duvarlarını hela duvarına çevirdiniz ulan” diyen harbi bir makale döşemek gelmemiş.

        Nereden gelecek ki, bu memlekette camiye sadece “gericiler” gider!

        *

        Kısa bir ev yapma hikayesiyle devam edeyim meramımı anlatmaya. 1970’lerin başında babam köyden şehre taşıdı evimizi, şehrin kenarında bir evlik bir arsa aldı, yakın akrabamız bir usta yapmaya başladı taştan topraktan evi. Evimiz Hakkari’deki tarihi Meydan Medresesi’nin yakınındaydı. Üç yüz yıllık medrese harap haldeydi, duvarları yıkılmıştı ve şehre gelen bizim gibi köylüler o güzelim kesme taşlarını götürüp derme çatma evlerinde kullanıyorlardı. Devlet de bir şey demiyordu, din büyükleri de (“kanaat önderi” kavramı henüz icat edilmemişti!)… Benden bir yaş büyük ağabeyim de bir gün o medreseden bir taş alır getirir ustaya. Usta bu güzelim taşın nereden geldiğini sormadan kilit taşı yapar inşa ettiği evin duvarına. Ev biter, tam üzerine toprak dam çekilecek; ben evi gözleri göremeyen, hafız-ı Kuran, aynı zamanda bir dengbêj olan en büyük ağabeyimiz Abdülkadir’e anlattım ve medreseden getirilen kilit taşından bahsettim ona. Bir anda öfkelendi. “Çabuk o duvarı yıkın” dedi. “O taş orada duramaz, o duvar için yapılmamıştır” dedi. En dindarımızdı o, en bilgilimiz. Büyük ağabeyimin sözünü kıramazdı diğer kardeşlerim, duvarı yıktılar, o taşı götürüp yıkık medresenin geride kalan taşları arasına bırakıp geldiler.

        *

        Demem o ki, tarihe, geçmişe, bize kalan mirasa hoyrat davranmanın ideolojisi yoktur. Dindarlar barbar, laikler medeni değildir veya tersi, laikler barbar, dindarlar medeni değildir. Medeni olma bahsinde hepimizin notu kırıktır ne yazık ki. (“Tasavvuru” güzeldir medeniyetin ama ha!) Bunun sebebi çokça damarlarımızda dolaşan göçebelik ruhu ise, bir kısmı da geçmişin birikimini bir kıymete dönüştürme becerisine sahip bir burjuva sınıfının bizde oluşmamış olmasıdır sanırım. (Mülkün padişaha, yani devlete ait olduğu, sınıfların oluşmadığı, dolayısıyla uyanık, girişken tüccarların başka kıtalardaki zenginliklere göz dikmediği bir ümmet toplumunda, her yeni “kimlik” arayışı “ölümcül”dür! Hele değerlerine sırt çevirerek Batılılaşmak ise tam bir trajedidir.)

        Ortaçağ’da derebeylerin kurduğu şehir devletlerinin duvarlarını, kalın ahşaptan kapılarını kemire kemire içeriye kesesindeki parayla dalan Avrupa burjuvazisi ise hem uyanık, girişken, hem de fikir sahibi bir yaratıktı. Köksüzlüğüne çare bulacak yeni araçları icat etmede gecikmedi; resmi ilerletti, müzik aldı başını gitti ve en önemlisi insanlığın hayatına romanı soktu. Bireyin biti kanlandı, çevresindekilerden uzak diyarları hayal etmeye başladı.

        Sanayi devrimini yapan Avrupa burjuvazisi, Antik Yunan’dan öğrendiği demokrasi fikrinden güç alarak yaptığı demokratik devrimi korumak için muhafazakarlaştı. En iyi devrimcilerin muhafazakarlar olması bu yüzdendir; muhafaza edecek bir şeyi vardır çünkü.

        Fransız Devrimiyle birlikte de hepsi yeni bir “kök”, yeni bir “kimlik” arayışına girişti. 19. yüzyılda keşfettiği yeni imkanlar da ona aradığını başka kıtalarda bulup getirme imkanı sundu.

        Keşfettiği en önemli kültürel ürünlerden birisi de Doğunun temel eserlerinden birisi olan “Binbir Gece Masalları” kitabıydı.

        Bu kitap onların yönünü “çeşmelerinden şerbet akan, saraylarında rakkaselerin gerdan kırdığını” sandığı Doğuya çevirdi.

        *

        Doğunun yarattığı, tıpkı Ayasofya, tıpkı Zeus Sunağı, tıpkı Süleymaniye Camii ayarında bu eserin Batı uygarlığının, edebiyatının, sanatının, resminin, müziğinin, sinemasının gelişimindeki rolünü, Arjantinli büyük yazar Jorge Luis Borges “Yedi Gece” adlı kitabında etraflıca anlatır.

        “Binbir Gece Masalları” kitabı, bir masal masal içinde kitabıdır. Bütün masalları kapsayan bir ana masal vardır ki bu masalın başkahramanı Şehrazat’tır.

        O halde Şehrazat’ı, aynı adlı şiirinde Sezai Karakoç’tan dinleyelim önce:

        “Sen gecenin gündüzün dışında

        Sen kalbin atışında kanın akışında

        Sen Şehrazat bir lamba bir hükümdar bakışında

        Bir ölüm kuşunun feryadını duyarsın

        Sen bir rüya geceleyin gündüzün

        Sen bir yağmur ince hazin

        Sen şarkılarca büyük hüzün

        Sen yolunu kaybeden yolcuların üstüne

        Bir ömür boyu yağan bir ömür boyu karsın

        Sen merhamet sen rüzgar sen tiril tiril kadın

        Sen bir mahşer içinde en aziz yalnızlığı yaşadın

        Sen başını çeviren cellatbaşının günü

        Sen öyle ki sen diye diye seni anlıyamayız

        Şehrazat ah Şehrazat Şehrazat

        Sen sevgili sen can sen yarsın”

        “Raviyan-ı ahbar ve nakılan-ı asar ve muhaddisan-ı rüzigar şöyle rivayet ederler ki” (Haberleri duyuranlar, eserleri nakle­denler ve zamanın olaylarını anlatanlar bildirirler ki) diye masalı anlatmaya başlayan eski Doğu masalcılarının anlattığına göre, çok eski zamanlarda büyük doğunun bir yerinde hüküm süren Şeh­riyar ve Şahzaman adlı iki kardeş hükümdar varmış, ikisi de karıları tarafından aldatılmış. Bunu gururuna yediremeyen Şehriyar, kendi ülkesinde, her gün başka bir kızla evlenip ertesi gün onu öldürtmüş; bu yüzden vezirin güzel, bilgili ve akıllı kızı Şehrazad, hükümdarla evlenip ya bu uğurda hayatını kaybetmeye ya da kurtulup ülkenin tüm kadınlarını da bu beladan kurtarma­ ya karar vermiş, bin güçlükle babasını da ikna etmiş. O gece gerdeğe girmeden önce, hükümdardan son dilek ola­rak kız kardeşi Dünyazad'ı görmek istemiş; hükümdar izin vermiş, kızkardeşi Dünyazad gelmiş, odanın bir yerine sinmiş. Şehriyar, Şehrazad'la yattıktan sonra tam onu öldürtecekken kızkardeşi Dünyazad atılmış, ondan son bir dilekte bulunmuş, “Ne olursun ablacığım, o güzel masallarından birini son defa bana anlat!” demiş.

        Hükümdar destur verince çok heyecanlı, merak uyandırıcı bir masal anlatmaya başlamış Şehrazad; ve şafak sökerken en heyecanlı yerinde gündüz masal anlatılmaz diye kesmiş masalı.

        Ne var ki, Dünyazad kadar Hükümdar Şehriyar da merak­lanmış ve masalın sonunu getirmek üzere Şehrazad'ın canını bağışlamış. Böylece büyü bozulunca, her gece birbirinden güzel masalları birbirine ekleyerek bin bir gece masal anlatmış Şehra­zad. Bu arada hükümdarla sevişmeyi de sürdürerek üç çocuk sahibi olmuş. Sonunda masallar bitmiş. Ancak Şehriyar, bu kadar güzel ve akıllı bir eşe kavuşup ondan üç çocuğu da olun­ca, Şehrazad'ın canını bağışlamış.

        Borges der ki, “Öykü içinde öykü insanda tuhaf bir etki uyandırır, neredeyse sonsuz bir etki, baş dönmesi gibi bir şey”.

        Fransız düşünür Michael Foucault’nun deyimiyle; “sanayi devrimiyle muazzam bir iş başaran ancak kendini güvensiz hisseden, bu güvensizliği bertaraf etmek içinde başka kıtalarda kendine bir kimlik arayan Avrupalılar”dan İngiliz Charles Thomas Newton 1858 yılında Datça’dan “Knidos Aslanı”nı alıp Londra’ya; Carl Humann 1870’lerde “Zeus Sunağını” Bergama’dan alıp Berlin’e götürmeden çok önce; Fransız Doğubilimci Antonine Galland, Doğunun en önemli eserlerinden birisi olan “Binbir Gece Masalları”nın altı ciltlik ilk Avrupa basımının birinci cildini 1704 yılında Fransa’da yayınlar.

        Batı ilk defa bu kitapla Doğu’yu merak etmeye başlar. Kitap adeta Fransa’nın aklını başından alır; edebiyatta “romantizm” akımının başlamasına vesile olur.

        *

        Borges’e göre dünyanın en güzel kitap adlarından biridir “Binbir Gece Masalları”. Kitabın adındaki güzellik, “bin” kelimesinin bizim için “sonsuz” kelimesiyle eşanlamlı olmasıdır. “Bin gece demek, sonsuz sayıda gece, sayısız gece demek gibi bir şey… Peki “bin masal” nasıl “bin bir masal” oldu?

        Borges bunu da şöyle izah eder:

        “Sanırım, bunun iki nedeni var: Birincisi, o zamanlar çift sayıların uğursuzluk getirdiği yolunda bir boş inanç -o dönemde boş inanç çok önemliydi- söz konusuydu. Bu yüzden, bir tek sayı aradılar ve çok şükür ki bine bir eklediler. Kazara dokuz yüz doksan dokuz yapsalardı, bir gecenin eksik kaldığı duygusuna kapılabilirdik. Oysa bin bir gece olunca, bize sonsuz bir şey verildiği, bir armağan, bir gece daha sunulduğu duygusuna kapılıyoruz.”

        Kitabın adı insanda kitabı okuma arzusu uyandırıyor.

        “Binbir Gece Masalları'nın içinde yitip gidecekmiş gibi bir duyguya kapılıyorsunuz. Biliyorsunuz ki, bu kitaba daldınız mı, şu ölümlü dünyadaki yazgınızı unutup, başka bir dünyada, ilk örnek de olsalar bireylerden oluşan bir dünyada bulacaksınız kendinizi,” der Borges.

        *

        Borges’e göre “Batı tarihinin belli başlı olaylarından biri de Doğu’nun bulunması”dır. Batıyı Batı yapan Doğu bilincidir; Yunan tarihinde İran’ın yeri neyse, Batı’nın tarihinde Doğu’nun yeri odur.

        Peki Doğu nedir? Veya Batı nedir?

        Büyük Borges bu soruları her duyduğunda Aziz Augustinus’un söylediği, “Zaman nedir? Sormazsanız biliyorum; sorarsanız bilmiyorum” sözlerinin aklına geldiğini söyler. Doğu ve Batı da öyle… Bildiğimiz tek şey, “Batılıların muhayyilesinde Doğu’nun her zaman büyülü” bir yer olduğudur.

        “Binbir Gece Masalları”nın 1704 yılında Fransızcaya çevrilmesiyle birlikte o büyülü Doğu aniden keşfedilmesi gereken bir masal diyarına dönüştü. Byron, Hugo, Flaubert merak etti, sefere çıktılar Doğu’ya, 1890’lara gelindiğinde Rudyar Kipling “Doğu’nun çağrısını duymayagör, başka şey işitmez olursun,” dedi.

        Işık doğudan yükselir, zira Doğu güneşin geldiği yerdir. Borges’e göre Almanlar Doğu’ya “morgenland” yani “sabah ülkesi” derler. Batı için de “abendland”, yani “öğleden sonra ülkesi”... Ama o “oriente” kelimesini sever. Çünkü, “…bu sözcüğün içinde, ne mutlu bir rastlantı ki, ‘oro’, yani ‘altın’ sözcüğü bulunmaktadır. ‘Oriente’ sözcüğünde ‘oro’ sözcüğünü duyumsarız, çünkü güneş yükseldiği zaman gökyüzü altın rengi olur.”

        Doğu her ne kadar geniş, uçsuz bucaksız, muazzam büyüklükte bir coğrafyaysa da Borges’e göre Doğu dendiği zaman Batılıların aklına Çin-Maçin falan değil “İslam Doğusu, ardından da Kuzey Hindistan Doğusu gelir”.

        Onların gözünde Doğu, “Her şeyden önce, insanların ya çok mutlu ya da çok mutsuz ya çok zengin ya da çok yoksul oldukları bir aşırı uçlar dünyası. Bir hükümdarlar dünyası; yaptıkları hiçbir şeyin hesabını vermek zorunda olmayan, kim bilir belki de Tanrılar kadar sorumsuz hükümdarların dünyası,”dır.

        Batılıların bunu böyle anlamalarının sebebi de yine ona göre “Binbir Gece Masalları”dır, der ki:

        “Doğu sözcüğünün çağrışımlarını Binbir Gece Masalları'na borçluyuz. Doğu deyince Binbir Gece düşer aklımıza, ancak ondan sonra Marco Polo’yu ya da Rahip John’un mucizelerini, altın balıkların oynaştığı kum ırmaklarını düşünürüz. Aklımıza ilk gelen, İslâm dünyasıdır.”

        *

        Borgese göre Batı kültürü tümüyle Batılıların çabaları sonucu ortaya çıkmış bir kültür değildir. Bu yüzden katıksız, saf bir kültür değildir. Bu kültürün oluşmasında Helenlerin, Anadolu medeniyetlerinin, Doğu’dan çıkmış Kitabı Mukaddes’in etkileri çok büyüktür.

        Batılı aydınların en büyük mahareti ise, kaynakları Doğu olan bugünkü Batı kültürünü özgün, yeryüzündeki her insanın özümsemesi gereken, kendi çabalarıyla meydana getirdikleri bir kültür olduğuna; kendilerini medeni, geride kalan herkesin vahşi, barbar olduğuna nerdeyse bütün dünyayı inandırmış olmalarıdır.

        *

        Rüya, Doğu masallarının ana malzemelerinden birisidir. Doğu rüya, Batı hayal alemidir çünkü.

        O vakit, bir Doğu masalıyken “Binbir Gece”nin, Rumi’nin “Mesnevi”sinin sayfaları arasında kalan, bazen bilge kişiler tarafından o sırada orada bulunanlara hisse çıkarsınlar diye kıssa olarak anlatılan bir masalla bağlayalım yazıyı:

        Kahire’de mukim bir adam bir gece bir rüya görür. Nur yüzlü, ak sakallı bir yaşlı adam gelmiş rüyasına, “ne uyuyorsun be uyuşuk, haydi kalk İran’a, Isfahan’a git, orada seni bir define bekliyor” demiş. Adam hemen kalkmış yataktan, giyinmiş kuşanmış, vurmuş sırtına abasını, almış eline çıkınını çıkmış yola… Dere tepe düz gitmiş varmış Isfahan’a. Yol yorgunudur, iflahı kesik, biraz kestirip soluklanmak için bir caminin avlusuna girmiş, kıvrılmış duvar dibine, hemencecik uykuya dalmış. Meğer orada bir sürü haydut varmış, onu da haydut sanmışlar, hep birlikte alıp kadının huzuruna çıkarmışlar. Kadı, “bıre herif, ne işin var Isfahan’da, ne ararsın burada” diye çıkışmış. Mısırlı adam rüyasını anlatınca kadı kahkahadan kırılmış. “Behey salak, behey ahmak! Ben rüyamda tam üç kez Kahire’de bir ev gördüm. Evin arka tarafında bir bahçe, bahçede bir güneş saati, bir de çeşme ile incir ağacı vardı, çeşmenin altında da bir define. Ama bu yalana asla kanmadım. Sakın bir daha İsfahan’a geleyim deme. Yıkıl karşımdan!” Adam büyük bir sevinçle, koşa koşa, hiçbir yerde dinlenmeden Kahire'ye evine doğru koşmaya başlamış. Kadının rüyasında gördüğü evin kendi evi olduğunu anlamış çünkü. Çeşmenin altını kazmış, defineyi bulmuş.

        Batı aradığı defineyi Doğu’da buldu, alıp götürdü. Doğu ise aradığı definenin kendi evinde olduğunu bilmeden, elinde kazma kürek beyhude bir çabayla tam iki yüz yıldan beri Batı’nın kapsını zorlayıp duruyor.

        *

        Çoğumuzun bildiği Doğu masalı “Define”yi, çoğumuzun bildiği Paulo Coelho adında bir Batılı yazar “Simyacı” adıyla bir romana dönüştürdü. Roman 1988’de yayınlandı, 6 yılda 42 ülkede 26 dile çevrildi ve on milyondan fazla nüsha sattı.

        Kürtçede, “Giyayê hewşê ji bo xwediyê malê tahle” (Avlusunda yetişen pancar ev sahibine acı gelir), diye bir söz var.

        Bu sözün bu denemede yazdıklarımla bir alakası var mı, bilmiyorum.

        Diğer Yazılar