Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bir şey hem “büyülü” hem de “gerçek” olabilir mi? Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanını okuduktan bir süre sonra, gerçek bir Kolombiyalıyla karşılaşıncaya kadar bu sorunun cevabını bilmiyordum. Çünkü o romanı okurken o zamana kadar, aklımdaki bütün Kolombiya algısını bir tarafa bırakmış, uyuşturucu kartellerini, vahşi baronlarını, kol gezen şiddete tapan insanlarını falan unutmuş, her şeyimle romanın derinliklerinde gezindiğim için bambaşka bir aleme girmiş, roman alemini o ülkenin gerçek alemi olduğuna kendimi inandırmaya başlamıştım. Hiç kimse o romanı okuduktan sonra o ülkede gerçek, bize benzer insanların yaşadığına, bir hikaye anlatarak beni inandırmazdı artık. Orada her şey büyülü bir atmosferde olup bitiyordu. İnsanlar hiçbir özlemine erişmeden yaşlanıyordu. Marquez, “Kitabımda gerçekliği olmayan tek cümle bulamazsınız” dediği halde, baştan sona gerçek dışı, olması imkansız gibi görünen olaylarla doluydu kitabı.

        Aniden karşıma çıktı o çocuk. Bir akrabamla nişanlanmıştı Kolombiyalı ve karşılaştığımız memleketin bir bankasında çalışıyordu.

        Uzun uzun baktım delikanlıya… Marquez’in tiplerinden eser yoktu onda. O da bize benziyordu. Ne birazdan uçacakmış gibi geliyor ne de zorlasa kendini bir hayvanı konuşturacakmış gibi…

        İşte o vakit, hayatın gerçeği ile sanatın gerçeği birbirine uymaz; sanat, gerçek diye bildiğimiz şeyin üstüne gerçek olmayan bir şeyi kurgulayıp onu bize gerçek diye sunma ve ona inandırma maharetidir dedim kendi kendime ve bizden birisinin, Yaşar Kemal’in roman tipleri üzerine düşünmeye başladım.

        *

        Yaşar Kemal’in kitaplarında önce gerçek gibi görünen tipler bir süre sonra büyülü bir hayal aleminin insanlarına dönüşürler. Mantaliteleri farklıdır. Bilinçlerinin altı rüyalarla doludur. Dünyaya ve hayata bambaşka bir yerden bakarlar. Kainatı kendilerine göre yorumlarlar. Bildiğimiz değil de mitolojik bir evrende yaşıyorlar sanki.

        Modern bir yazardır Yaşar Kemal. Bir anlatı tutturur ama o anlatının ana malzemesini geçmişin efsaneleri, destanları, masalları, halk hikayeleri oluşturur. Masalların, efsanelerin, destanların zamanını alır, şimdiki zamanla hemhal kılar, iç içe geçer geçmişle gelecek. Her birey bir trajedi yaşar. Oysa bizim bildiğimiz köylünün hayal dünyası o kadar geniş olmamalı… Ama onun köylüleri çok geniş bir zamanda, geniş bir hayal aleminde yaşarlar. Gerçek hayatlarıyla hayalleri iç içe geçer. Birinin söylediğini öteki tekrarlar. Uzun uzun konuşurlar. Pek akla uygun olmayan şeylerden bahsederler. Sank o dünyaya başka bir gezegenden gelmiş gibidirler. Bir hayalin peşine takılır birisi mesela, bir süre sonra onun hayal ettiği şey bir anda bütün köyün ortak hayali olur. Sıradan bir köylüden aniden bir evliya yaratırlar. Suçsuz birisini hemen suçlu haline getirirler. Abartmayı severler. Her şeyi ciddiye alır, hiçbir şeyi ciddiye almamış gibi görünürler. Bir yılanın, bir ejderhanın zincirle gökyüzüne çekildiğini görmüştür mesela bir köylü, olayı anlatır, bir süre sonra aynı görüntüyü herkes görmüş gibi anlatırlar birbirlerine. Bazen çocuklara, fazla rüya aleminde yaşayan çocuklara benzer tipleri, bazen de bizim hiç bilmediğimiz, Homeros’un anlattığı hikayelerde yaşayan geçmişin, Antik dönemin insanlarına. Eski Şaman geleneklerini mi ararsın, çocukken ninesinden duyduğu bir kıtlık zamanı masalının evrenini mi, efsanevi bir Kürt dengbêjinin trajik hayatını mı, büyüleri mi, gizem dolu hadiseleri mi, tılsımı mı hepsi romanlarında arzı endam eder.

        Görünürde bir hakikati anlatır bize ama akıl kadar akıl dışını da içine alan bir hakikattir onun anlattığı hakikat. Köylülerin dünyasını gerçek ve gerçeküstü boyutlarıyla anlatırken Yaşar Kemal, ayrıntıya girdikçe bir tragedya çıkar karşımızda. O tipler de tragedyanın korosu işlevini görürler.

        Yaşar Kemal'in romanlarındaki tragdyayı çıkar, geride kalan her şeyi aşağı yukarı Marquez için de söylemek mümkün.

        *

        Okuma yazma öğrendiğim zamandan beri okuyorum Yaşar Kemal’i; Yaşar Kemal okunarak biten bir yazar değildir çünkü. Uzun okunur… Bazen dili için okursun; bildiğin Türkçeye bir haller olur, iyi bir şey gelir başına, yeni bir dilin dünyasına girersin. Bazen de bir şeyleri unutup, bedavadan uzun bir yolculuğa çıkmak için... Dağ bayır, nehir orman gider, çiçekler dile gelir, hayvanlar gülümser sana yolculuk boyunca.

        *

        Bu yazının fikri aklıma düştüğünde, sağda solda okumadığım bir Yaşar Kemal metni var mı diye bakınmaya başladım. Okuduğumu sanıyordum; meğer aynı romandan vaktiyle Türkan Şoray’ın yaptığı filmdeki birkaç sahne hâlâ belleğimde taze durduğundandır yanılmışım, okumamışım romanı, hemen okumaya başladım “Yılanı Öldürseler”i… Yaşar Kemal’in en kısa romanıdır, yüz sayfa falan… Kitabı okuyup bitirince tuhaf bir duyguya kapıldım. Daha önce okumadığım için duyduğum pişmanlık mıydı; ya da iyi ki daha önce değil de bir yığın şeyi “daha önceden” daha farklı algılamaya başladığım bu yaşımda okumuşum hissi miydi bilmem, bildiğim tek şey bu küçücük novellanın belki de Yaşar Kemal külliyatı içinde en iyi romanı olması duygusunun bende yerleştirmesi ve beni alabildiğine şaşırtmış olmasıdır.

        Kalakaldım.

        *

        Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanından beş sene önce, 1976’da yayınlanmış Yaşar Kemal’in romanı. Marquez’in romanı ise 1981’de... Şimdi “Marquez, Yaşar Kemal’den almış kitabının konusunu” diyeceğim ama ne ona ne de Yaşar Kemal’e haksızlık yapmak istemem, zaten bu imkansız çünkü o tarihlerde bu kitap henüz Marquez’in bildiği dillere çevrilmemişti sanırım. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yaşar Kemal ile Garcia Marquez akraba yazarlardır. Birisi ilk romanı “Yüzyıllık Yalnızlık”ı yazarken adeta çakmak alevinde ısınmaya çalışmış karnı açlıktan guruldaya guruldaya soğuk bir Kolombiya evinde; öteki de ilk romanı “İnce Memed”i yazarken soğuktan kalın yün eldivenleri giymek zorunda kalmış Beşiktaş’ta soğuk bir evde titreye titreye... Ama akrabalıkları yoksulluktan kaskatı kesilmelerinden gelmiyor; aralarında hiçbir kan bağı da yok zaten ama yine de akrabadırlar, onları akraba yapan şey kafalarının çalışma biçiminden mütevellit insana ve doğaya bakış açılarıdır.

        Marquez “Kırmızı Pazartesi”yi yazarken, o sırada İstanbul’da Türkiyeli bir Kürt yazarın, tıpkı kendi kitabında olduğu gibi; akrabaları ve köylülerin baskısıyla dokuz yaşında bir çocuğun annesini öldürmeye zorlandığını, çocuğun da herkesin bilgisi dahilinde, hatta onları teşvikiyle anne katili olmasına dair bir kitap yazdığını muhtemelen bilmiyordu. İkisi de herkesin bildiği “aleni” bir cinayetin romanını yazdılar. Yaşar Kemal’in romanını Marquez’in romanından büyük yapan, muhtemelen Marquez’in de bilip etkilendiği “tragedya” formunu başarılı bir biçimde Milat’tan birkaç yüzyıl öncesinden alıp 1970’ler Türkiye’sine getirmiş olmasıdır. Başka bir deyimle bir “ataerkil dönüşüm” romanını o muhteşem sezgisiyle yazmış olmasıdır.

        *

        Hasan dokuz yaşındayken, babasıyla sofrada akşam yemeği yerlerken bir anda patlayan bir tüfek sesiyle babasının ölümüne şahit olur. Annesi Esme, Tanrı yarattıktan sonra karşısına alıp uzun uzun bakmaya kıyamadığı güzellikte bir kadındır. Hasan’ın babaannesi ve dayıları, akrabaları ve tekmil köy, babasının annesinin aşığı tarafından, annesinin teşvikiyle öldürüldüğüne inanırlar. Bir dayısı hariç… “Oğlunu bize bırak git, canını kurtar” der ona masumiyetine inanan dayılardan birisi ama o “oğlum olmadan yaşamaktansa, oğlumun olduğu yerde ölürüm daha” iyi deyip canını oğluna teslim eder.

        *

        Batı kültürünü biçimlendiren, yüzyıllardan beri edebiyatını sanatını etkilemiş olan iki büyük tragedya vardır. Biri baba-oğul, öteki ana-oğul ilişkisi üzerindedir. Orestesia Efsanesinde oğul, babasının katili olduğu için annesini öldürür; Oidipus Efsanesi’nde ise oğul babasını öldürür, annesiyle evlenir.

        Yaşar Kemal’in romanında Hasan, babasının katili belliyken, ölümünün müsebbibi olarak annesi gösterilir ona ve büyük bir kışkırtmayla annesini öldürmeye zorlanır. Burası Orestesia efsanesine tekabül eder. Ancak Hasan annesini öldürmeyi aklından geçirirken, onun güzelliğini ve çekiciliğini bir türlü aklından kovamaz. Anneye muazzam bir sevgi besler ve en az Oidipus’un sevdiği kadar sever annesini. Yine de akrabaları ve köylülerin zorlamasıyla annesini öldürür.

        Aiskhülos tarafından yazılan Orestesia üçlemesinin sonunda, annesini öldüren Orestes,mahkemede yargılanır. Orta yerde iki cinayet ile iki katil var ve bir suçlu aranıyor. Kim daha suçludur? Kocasını ortadan kaldıran kadın mı, annesini öldüren çocuk mu? Eğer kocasını öldüren kadın suçluysa, oğlu babasının intikamını almıştır, dolayısıyla da suçsuzdur. Yok anneyi öldürmek daha büyük bir suçsa, annenin kocasını öldürmüş olması pek mühim değildir.

        Apollon, Orestes’e, mahkemede kendisine bu açmazdan kurtarsın diye barış tanrıçası Athena’ya yollar. Athena, jüriden müteşekkil bir mahkeme kurar. Orestes yargılanır. Lehte ve aleyhte oylar eşit çıkar. Athena, kadından yana değil, erkekten yana oy kullanır, kocasını öldüren kadını destelemek yerine, babasının intikamını alan oğulun yanında yer alır. Yani eril olanı seçer. Böylece Orestes suçsuz bulunur, topraklarına dönüp babasının mirasına konar, mutlu bir hayat sürer.

        *

        “İnandığın şey yanlış olabilir; inanmadığın şey doğru olabilir! Bir şeylerden emin olma! Şüphe duy! Araştır! İnancının mutlak bir gerçek olduğu konusundaki aptalca kibrini bırak! Zihnini bütün olasılıklara aç!” diyen Epikür’ün adalet konusunda söyledikleri, belli ki tragedyayı yazmış olan Aiskhülos’u pek etkilemiş; filozof der ki:

        “Mutlak adalet hiçbir zaman olmamıştır, yalnızca bir insanın bir başkasından zarar görmesini önlemek için toplumsal ilişkilerde ulaşılmış, yerden yere ve zamandan zamana değişen bir anlaşma vardır… Yasada adil olarak kabul edilen şeylerdeki bütün öğeler, herkes için aynı olsun ya da olmasın, toplumsal ilişkinin zorunluluklarınca uygun görüldüğü sürece bu özelliğe sahiptirler; bir yasa, toplum içindeki çıkarlarla uyumsuz hale gelince, adilliğini yitirir.”

        Demek ki neymiş? Her “adalet getireceğim” diyen, gelirken kendi adaletinin şiddetiyle birlikte gelir! Adalet ve şiddet birbirinden ayrılmaz bir yapışık ikizdir çünkü.

        Tarih öncesinden beri bu böyle…

        *

        Yaşar Kemal’in romanı ise tragedya formuna sıkı sıkıya bağlı olduğu halde finali farklıdır. Çocukların babanın malı sayıldığı, anneye sadece çocukları büyütmekle yükümlü bir emanetçi gözüyle bakıldığı, büyüttüğü emaneti günü geldiğinde asıl sahibi olan babaya devretmekle yükümlü görüldüğü “ataerkil düzene” bir isyandır “Yılanı Öldürseler”. Dönüşüm fikrini işler.

        Annesini öldüren Hasan bir süre hapis yattıktan sonra çıkar. Artık hali vakti yerindedir. Bir sürü biçerdöveri, traktörü vardır. Dönüm dönüm tarlası hakeza… Büyük bir konak yaptırmıştır. Otuz dönümlük portakal bahçesinin içindedir konağı. Evlenmiş, karısı güzeldir. Üçü erkek, üçü kız altı çocuğu vardır.

        Romanın tanrı anlatıcısıyla karşı karşıya gelir Hasan kitabın sonunda; dört kişiyi öldüren ve gece gündüz namaz kılan hapisteki o ağayı, insanlık dışı Lütfi’yi, gittikçe zalim, kötü, sevgisiz olan Çukurova insanlarını hatırlarlar.

        Ve şu paragrafla son noktayı koyar kitabına Yaşar Kemal:

        “Dost diyecek hiç kimse kalmamış. Herkes herkesin gözünü oyuyormuş, beş kuruşa insan babasını öldürüyormuş. Kendisi o kadar insan içine girmiyormuş. Baharda portakal çiçekleri öyle bir kokarmış ki kokularından insan sarhoş olurmuş.”

        Hasan yaşayan mutlu bir insan değildir Orestes gibi, sadece yaşayan bir insandır, o kadar!

        *

        “Büyü” ile “gerçeğin” bir araya gelmiş halini merak ediyorsanız Yaşar Kemal ile Marquez’in kitapları duruyor orada. Kolombiya ile Anadolu uzak iki coğrafya değildir.

        Edebiyat bütün mesafeleri kısaltır çünkü.

        Diğer Yazılar