Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Nişantaşı Abdi İpekçi Caddesi’nde, biraz önce bir ahmak ıslatan olarak başlamış ama kısa sürede ahmak olmayanları da ıslatmaya başlayan bir yağmurun altında umarsızca taksi bekliyorum. Bir Cuma günü, şehrin kalbinde, bol bol zengin turistin gezdiği bir semtte bu saatte beklediğin taksiye kavuşmak; gözlerine mil çekilmiş, aç biilaç çölde dolaşan Mecnun’un hiç beklemediği bir anda Leyla’ya kavuşmasından daha zor bir şeydi.

        Anlayacağınız hiç şansım yoktu!

        Bir şimşek çaktı ve aniden bir mucize oldu. Allah’ım şu taksi mi önümde duran? Yoksa ben seçilmiş bir kişi miyim?

        Fazla kurcalamanın manası yok; olur da rüyadan uyanırım diye aceleyle attım kendimi arka koltuğa.

        Sürücü böyle barut esmeri, saçları dağınık, sakalları Güney Amerikalı gerilla sakalına benzeyen, şivesi “doğma büyüme İstanbulluyum” diyen her memleket evladı gibi “bozuk”, bezgin ama gözleri “bin de bir an önce seninle şöyle bir şehir turuna çıkalım” der gibi fıldır fıldır dönen uyanık bir delikanlı…

        Hareket etti, “Balmumcu’ya” dedim.

        “Biliyon mu?” dedi bana.

        “Neyi biliyom mu?” dedim

        “Gideceğimiz yeri?”

        Dur biraz mavra yapalım. Aptala yattım:

        “Taksici sensin, en kısa yolu biliyon olmalısın.”

        Yakaladık sazanı diye düşünmüş olmalı ki, “Döneriz şimdi, Dolmabahçe tünelinden geçeriz, Mecidiyeköy’den ineriz oraya,” dedi.

        “Yola çıkmışken, Sivastopol’a da uğrasak, belki savaşın seyri hakkında bir fikrimiz olur,” dedim.

        Dikiz aynasından yüzüme manasız manasız baktı. Pek haybeden dolaştıracağı bir yolcuya benzemiyordum galiba. Aradığı şeyi yüzümde bulamamış olacak ki, “Oraya metro gidiyo mu?” diye sordu.

        Sorusunu anlamadım:

        “Sivastopol’a mı?” diye bir soruyla karşıladım sorusunu.

        “Sivas’a mı gideceğiz ki?” dedi.

        İkimizden birisi aptaldı veya dalga geçeyim derken adam mı beni makaraya alıyordu, anlamadım.

        “Balmumcu’ya gideceğiz.”

        Bu arada Valikonağı caddesine çıkmıştık ve trafik durmuştu.

        “Balmumcu’ya metro gidiyorsa, en iyisi metroyla gitmek,” dedi bana.

        Bu adam sahiden de Balmumcu’yu bilmiyordu, buna emindim artık. Öyle de Mecidiyeköy’den bahsetmesi neyin nesiydi peki?

        Sonra aniden bir şey hatırlamış gibi döndü bana:

        “Taksimetreyi açmayı unutmuşum, farkını verirsiniz değil mi abi?” dedi.

        “Veririm de niye açmayı unuttun?” diye sordum.

        “Yorgunluktan.”

        “Madem yorgunsun niye çalışıyorsun? Bak can taşıyorsun,” dedim ve elimi göğsüme koyarak o canın ben olduğumu göstermek istedim ona.

        “Çalışmasak aç kalacağız. Gerçi çalıştığımız halde yine de açız ya...” dedi.

        “Ama siz de çalışmak istemiyorsunuz, müşteri seçiyorsunuz.”

        “Haklısın valla, elinde çanta sizi otelin önünde görünce havaalanına gidecek turist sandım, o yüzden durdum,” dedi ve gevrek gevrek güldü. Ben de şanslıyım diye kendimle gurur duymuştum. Demek öyle değilmiş. Niye taksiye kavuştuğumu veciz bir şekilde bana itiraf eden bu dürüst esnafa yol göstermek artık elzem oldu. “Bu caddeden doğru devam et” dedim. Valikonağı Caddesi’nde yokuş aşağı inmiştik ki, elleri alışveriş torbalarıyla dolu iki yabancı kadın turistin önünde zınk diye durdu. Türkçe, “Nereye gideceksiniz?” diye sordu kadınlara. Kadınlar cevap vermeden taksinin dolu olduğunu gördüler, birisi ne benim ne de şoförün zerre anladığı bir Ortadoğu dilinden bir şeyler söyledi, “Ne dedi?” dedim, kadının dediğini bu kez kendi şivesine uyarlayarak veciz bir şekilde harfiyen tekrar etti şoför. “Tanışıyor musunuz?” dedim, “Hayır, havaalanına gideceklerse alacaktım arabaya, sizi bıraktıktan sonra devam edecektik” dedi. “Peki bana sordun mu?” dedim. “Siz anlayışlı birisine benziyorsunuz,” dedi. “Taksi şoförü olmak için bir sınavdan geçtin mi?” dedim. “Tabi ki ehliyet sınavına girdim,” dedi. “Ehliyet değil, şehir bilgisi sınavından bahsediyorum. Mesela diyelim ben yabancı birisiyim ve size gideceğimiz adresi veriyorum, ne yapıyorsunuz?” “Başka bir taksiciye veya trafik polisine soruyoruz” dedi ve aynı gevreklikle bir kez daha güldü. Muhabbetimiz kesmemiş olacak ki, radyonun mu teybin mi anlamadığım düğmesine bastı. Aniden arabanın içini bir adamın ağzından makinalı tüfek gibi peş peşe çıkan kelimeleri doldurdu.

        “Koydum omzuma yüklerimi ve yağmur arttırdı şiddetini

        Yürüdüm...

        Yürüdüm...

        Çizgili yollara düştüm

        Düşlediğim düşten düştüm

        Düşürüldüm, kalktım yine yürüdüm

        Hayat arabamı sürdüm

        Kendimi kaç parçaya böldüğümü gördüm

        O ara düşündüm

        Düşündükçe yine üşüdüm

        Üzerime umudumu örttüm”

        Yağmur bir kamçı gibi dövüyordu camı. Dışarıda alem telaşlıydı. Rapçinin sözleri beni taksinin dışına çıkarmıştı. Laleli Yokuşunu tırmanıyordu bir genç, üşüyordu, yalnızdı, terkedilmişti. Yağmur alıp götürsün istiyordu oluklara. Bir düşten düşmüştü. Tam üzerine umudunu örtüp uykuya dalacaktı ki vazgeçti.

        Bir anda “Bu ne dedim” şoföre gayriihtiyari.

        “Şarkı,” dedi. Bu soruya ben bu cevabı mı verirdim bilemedim. Kulağıma çalınan sözler beni geçmiş zamanlarda yağmurlu bir başka İstanbul gününe götürmüştü. Peki ya şoförü? Onu bilemediğim için çakmağın sesini duydum, parlayan bir alev, yakılan bir sigara, ciğerlere ulaşan duman… İşte buna dayanamazdım:

        “Bana sordun mu?” dedim.

        “Neyi” dedi sigarasından bir nefes daha alırken.

        “Arabada sigara içmeyi…”

        “Sizden izin mi almam gerek?” diye sordu.

        “Elbette” dedim. “Belki benim alerjim var. Hem arabayı ben kiralamışım, gideceğimiz yere kadar benim kurallarım geçerli olacak.”

        “Peki ben ne zaman sigara içeceğim?” dedi haklı olarak.

        “Mola anında…

        Bir otoparka çekeceksin,

        sigaranı içeceksin,

        kahveni içeceksin,

        arabada zinhar sigara içmeyeceksin,

        yolları bileceksin,

        müşteri seçmeyeceksin,

        arabada bir müşteri varsa başkasını almayacaksın,

        taksimetreyi açmayı unutmayacaksın,

        söylenen adresi bileceksin,

        bütün bunları yapamayacaksan taksicilik yapmayacaksın…”

        Baktım ben de rapçi oğlan gibi tutturmuş gidiyorum, hemen sustum.

        “Buradan sağa dön” dedim, döndü, gideceğim adrese gelmiştim.

        Taksimetre 50 lira yazmıştı. Verdim, bir de 10 lira daha verdim:

        “Bu da açmadığın taksimetre süresi için.”

        Parayı aldı, yüzüme baktı, “Değişiksin abi” dedi.

        Gülümsedim.

        Diğer Yazılar