Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Hannah Arendt, “Karanlık Zamanlarda İnsanlar” kitabının içindeki “Isak Dinesen” başlıklı denemesine Balzac’ın, “Büyük tutkular nadirdir; şaheserler gibi,” sözünü epigraf yaparak girer. “Isak Dinesen” müstear bir addır aslında; kadının asıl adı Barones Karen Blixen veya Karen Christenze Dinesen’dir. Ailesi Tanne diye çağırır, sevgilisi ve yakın arkadaşları ise Tania dermiş ona. Danimarkalıdır ama ölümsüz aşkının konuştuğu dil İngilizce olduğu için, ona duyduğu sadakatten bütün kitaplarını önce İngilizce yazmış.

        Kadın olduğu halde genç kızlık soyadı olan “Dinesen”in önüne “kahkaha atan” anlamına gelen eril “Isak” rumuzunu da koyarak yazarlığının yarısını gösterip yarısını da gizlemiştir.

        Anlayacağız kadın her şeyiyle “değişik” bir yazardır.

        Bizde çok az biliniyor; “Karen Blixen” adıyla sanırım ilk kitabı 1986 yılında Ferit Edgü’nün; Fatih Özgüven çevirisiyle, arkadaşı İlhan Berk’e şiirlerinden kitap yapmasını, kimse yayınlamazsa yayınevi kurup kendisinin yayınlayacağını sözünü vermesi üzerine kurduğu Ada Yayınları arasında yayınladığı “Ölümsüz Öykü”dür. 1993’te yine Fatih Özgüven’in çevirisiyle “Yenilmez Köleciler” novellasını yayınlamış İletişim. Türkçede çıkan üçüncü kitabıysa, esas adı “Yedi Gotik Hikaye” olan ve Nur Beier çevirisiyle İletişim Yayınları arasında 2012 yılında çıkan “Yedi Harika Hikaye”dir. Everest de “Afrika Çiftliği”ni yayınlamış yakın bir tarihte… Topu topu dört kitap… Oysa edebiyat tarihinde takma isimlerle en çok ürün vermiş (Karen Christenze, Karen Blixen, Isak Dinesen, Tanne, Tania, Karen von Finecke, Osceola, Pierre Andrezel, Pellegrina, Şehrazat) olan kadının külliyatı ciddi bir hacim tutar.

        *

        Karen Blixen Danimarka’da, “barones” unvanını almak için kuzeniyle evlenip Kenya’ya gider. Kocasıyla burada, “kahve tarımına elverişli olmadığı sonradan anlaşılan” bir bölgede kahve yetiştirmeye çalışırlar. Ancak baron ona sadece “barones” unvanını vermez, ona bir de frengi hastalığını hediye eder. Frengi omuriliğine yerleşir ve yaşadığı süre boyunca hep acı çekmesine sebep olur. Kocası Afrika’da ihmal eder onu, aldatır; o da orada karşılaştığı “aslan avcısı” Denys Finch-Hatton’a aşık olur. Her şey aniden olur kadının hayatında. Aniden “hayatının aşkını” bir kazada kaybeder, aniden Afrika’dan ayrılır, aniden yazar olur.

        Oysa “Bir kez bile olsun yazar olmak istememişti, sezgisel bir kapana kapılma korkusu yaşıyordu,” çünkü. 50’sine merdiven dayadığında “meslek olarak” yazarlığı seçer ve 48 yaşında ilk kitabı “Yedi Harika Hikaye”yi yazar.

        Hannah Arendt’e göre, “hayatını ve aşkını Afrika’da kaybetmiş olmaktan duyduğu keder onu yazar yapmış”tır. Bu bir “ikinci hayat şansı” ve bir tür “şaka”dır ve zaten “Tanrı şaka yapmaya bayılır”.

        *

        Hannah Arendt’in denemesini okuduktan sonra Türkçedeki kitaplarını ve hakkında ulaşabildiğim bir yığın şeyi okuduğum Karen Brixen’in hayat hikayesinde üç şey üzerine uzun uzun düşünmeye başladım. Birincisi büyük şaheserler gibi, büyük aşkların nadirliği… İkincisi aşık olduğu adamın diline olan saygısından onun diliyle edebiyat yapması … Üçüncüsü de ihtişamı karşısında insanı hayretler içinde bırakan bütün şaheserlerin bazen basit gibi görünen bir aşktan doğması… Derdi olmayanın iyi bir yazar olmaması da hepsinin cabası…

        *

        Misal, dünya edebiyatında bütün zamanların en büyük eserlerinden birisi olarak kabul edilen, bundan tam 723 yıl önce, yani 1300 yılında yazıldığı halde sanki dün yazılmış gibi terütaze duran, her çağda selamlanmış, her asırda önünde şapka çıkartılmış Dante’nin “İlahi Komedyası”nın yazılış sebebi de aslında bir aşktır; deyim yerindeyse bir “kız meselesinden” doğmuştur bu şaheser de.

        Şaheserler, büyük aşklar gibi nadirdir amenna ama bazen de şaheserler büyük aşklardan doğarlar.

        *

        Dünya edebiyatında örnekleri çoktur. Bizde misal, Ahmed Arif, “prangaları” Leyla Erbil’in “hasretinden eskitmiş”, Nazım Hikmet en güzel şiirlerini aşık olduğu kadınlara yazmıştır.

        Ama hepsinin piri İtalyan şair Dante’dir ki Diyarbekirli şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirinde “Dante gibi ortasındayız ömrün” dizesiyle geçer. Şair ömrünü 70 yıl olarak hesapladığından değil, Dante’nin “İlahi Komedya”ya başladığında 35 yaşında olmasına gönderme yapar şiirinin bu mısraıyla.İlahi Komedya” “Cehennem” bölümüyle başlar ve ilk dizleri şöyledir:

        “Hayat yolumuzun ortasında

        karanlık bir ormanda buldum kendimi,”

        Dante bu başlangıcı yaptığında 35 yaşındadır, Cahit Sıtkı da şahane bir şairane göndermeyle ustasına Diyarbekir’den göz kırpar. O da tıpkı Dante gibi, “hayat yolculuğunun ortasının” şiirini yazar ama gelin görün ki ikisi de 70’ini göremez; Dante 56, Cahit Sıtkı ise 46 yaşında göçer bu dünyadan.

        *

        “İlahi Komedya” yazılana kadar bütün Avrupa’da Latincenin egemenliği vardı. Dante kimsenin yapamadığı bir şeyi yapmaya “cesaret” etti; eserini egemen dil Latince yerine halkın konuştuğu İtalyancanın Toscana lehçesinde yazdı.

        Nazi zulmünden kaçıp İstanbul’da filolojinin temellerini atmış Yahudi alimlerden, karşılaştırmalı edebiyatın kurucu babalarından Erich Auerbach, Dante’nin bu girişimini şöyle yorumlar:

        “Milli dile daha 14. yüzyılda herkesten önce kavuşan İtalya’da dil birliğini tek adam, Dante Aligheri kurmuştur, diyebiliriz. Dante Avrupa’da büyük bir dini ve felsefi eseri; İlahi Komedya’yı anadilinde yazmaya cesaret etmiş olan şairdir. Söz ettiği konuların güçlüğüne ve üslubundaki yeniliğe rağmen bu dini destan İtalyan milletinin ruhuna öyle çabuk ve öyle derinden nüfuz etmiştir ki, o zamandan sonra İtalya’da her şey Dante’nin diliyle söylenmiş ve yazılmıştır. Hatta acaba Dante mi İtalyan dilini kullanmıştır yoksa İtalyanlar mı Dante’nin dilini kullanmışlardır diye sorabiliriz.”

        “İlahi Komedya”nın Türkçede eksiksiz mükemmel bir çevrisine biz ne yazık ki ancak 1998 yılında Rekin Teksoy’un olağanüstü çevrisiyle kavuştuk. Teksoy, kitaba yazdığı önsözde belirttiğine göre, Abdülhamit döneminde Londra sefirimiz Musurus Paşa’nın Dante’yi çevirme girişimi sultanın sert sansür duvarına çarpmış. Yıldız’dan Maarif Nezaretine gönderilen bir yazıda şunlar var:

        “İtalya şairlerinden meşhur Dante’nin eserlerinin tabına katiyen ruhsat verilmemesi tebliğ edilmiş olduğu halde, bu eserin tashih edildikten sonra tabına ruhsat verilmek üzere olduğu zat-ı şahanece haber alınmıştır. Tahsis edilmek suretiyle de olsa bu şairin eserlerine müsaade edilmemesi iradey-i seniye iktizasındandır.”

        Acaba neden? Padişahın hikmetinden sual olunmaz deyip geçelim en iyisi biz Dante ile Beatrice’nin ölümsüz aşkına

        *

        “Dantevari Denemeler” diye de bir kitabı bulunan kör muharrir Borges, “Aşık olmak, tanrısı yanılabilir bir din yaratmaktır,” der. Dante, çoğumuz gibi daha 9 yaşındayken aşık oldu Beatrice’ye. Onu hayatı boyunca “taparcasına” sevdi Borges’in deyimiyle. İlk karşılaştıklarında Dante 9, Beatrice 8 yaşındadır. Kız yüksek sosyeteden bir burjuva kızı, Dante ise aristokratlıktan yoksulluğa düşmüş bir ailenin fakir çocuğudur. İlk karşılaşmada vurulur kıza. Sonra bir daha da onu görmez aradan dokuz yıl geçene kadar. Bu karşılaşmada Dante artık 18 yaşındadır. Hiç beklemediği bir anda bir gün sokakta çıkar karşısına Beatrice; beyazlar içindedir, yanında iki yaşlı kadın var, yürüyorlar. Beatrice de Dante’yi görür, yanından geçerken hafifçe gülümseyerek başıyla selamlar onu. Bu gülümseme onun belleğine kazınır, hızlı hızlı yürür, evine gider, odasına kapanır, kurduğu hayallerle uykuya dalar. Bir düş görür. Uyanır, bir kitap fikri düşer aklına; daha sonra “Yeni Hayat” (Vita nuova) adını vereceği kitabının ilk sonesinin konusu, Beatrice’yi gördükten sonra daldığı uykuda gördüğü o gündüz düşüdür işte.

        Bir süre sonra Beatrice evlenir, Dante de… Ama kız fazla yaşamaz, 24 yaşında umarsız bir hastalıktan hayata veda eder. Beatrice’nin ölümü Dante’nin aşkını ilahi bir mertebeye yükseltir. (Cemal Süreya, “Bu Bizimki” şiirinde kendi aşkını bir kıtada “yıkıcı”, birinde “bölücü”, ötekisinde “hain”, sonrasındakinde “yasadışı” ve “soyguncu” olarak nitelendirdikten sonra şöyle bitirir şiirini: “Kökü dışarda bir aşk,/Dante ile Beatrice'inkine/Fena öykünüyor./İşgalci bir aşk bu,/Samanlık sevişenin diyor/Başka şey demiyor.”)

        Dante içine kapanır. Orada olup bitenlere kulak kesilir, sonra “Yeni Hayat”ı yazmaya başlar, kitapta Beatrice’yi melekler düzeyine çıkarır. Ve şu sözü verir kendine:

        “Onun için hiçbir kadın için söylenmemiş şeyler söyleyeceğim”.

        İşte “İlahi Komedya” kendine verdiği bu sözden doğar.

        *

        Dante’nin “İlahi Komedya”sı Cehennem, Araf ve Cennet’e yapılan bir haftalık düşsel bir yolculuğun hikayesidir. Ona Cehennem’de ve Araf’ta Roma döneminin büyük şairi Vergilius rehberlik yapar. Araf dağının tepesinde Vergilius onu bırakır, yeni rehberi Beatrice’dir artık. Cennet boyunca Dante’ye ölümsüz aşkı eşlik eder. Seyahat 1300 yılının 7 Nisan Perşembe gününü 8 Nisan Cuma gününe bağlayan gece başlar, 14 Nisan Perşembe günü sona erer.

        Dante, Cehennem’in korkunç katlarını arkasında bırakıp Araf dağının geçit vermez yamaçlarını tırmanıp tepesine çıktığında, yani yeryüzü cennetine ulaştığında nihayet büyük aşkı Beatrice çıkar karşısına.

        Sonrasını Borges’in şiiri düzyazı çevirdiği anlatısından takip edelim isterseniz.

        1300 yılının 13 Nisan sabahı Dante cehennem yolculuğunun son gününden bir gün önce, Araf dağının doruklarını bir taç gibi süsleyen yeryüzü cennetine girer. O zamana kadar ateşin her türlüsüyle karşılaşmış; sönmeyen ateşi de yanıp söneni de görmüştür. Ateşten bir duvar aşarak gelmiş buraya, iradesi özgürdür artık. Rehberi Vergilius ona tacını ve külahını vererek ödüllendirmiştir. Eski bir bahçenin yollarında ilerlemiş, suları hiçbir ırmağın sularına benzemeyecek kadar berrak bir ırmağa ulaşmış, ırmağın etrafı o kadar ağaçlıklıdır ki, güneşin ışıkları ulaşmıyor suya. Bir ezgi gelir kulağına, ırmağın karşı kıyısında bir ayin alayının ilerlediğini görür. Yirmi dört ihtiyar beyaz giysiler içinde yürüyor; her tarafı gözlerle süslü altı kanatlı hayvan bir zafer arabasını çekiyor, arabanın sağında üç kadın dans ediyor, içlerinden birisi kıpkırmızı kıyafetler içindedir, sol yanında ise lal rengi giysiler giymiş bir kadın dans ediyor, bir kadının da üç gözü var. Araba durur ve alev kırmızısı kıyafetler giymiş kadın çıkar ortaya. Bu Beatrice’dir. Dante görür görmez tanır onu, kanı kaynamaya başlar. Tıpkı şehrinin sokaklarında onunla karşılaştığında hissettiği şeyi hisseder. Korkar, Vergilius’un gelip onu teselli etmesini bekler ama artık ustası Vergilius yoktur yanında. Beatrice de Dante’yi görür ve onu adıyla çağırır, Vergilius’un kaybolmasına değil, günahlarına ağlamasını söyler Beatrice. Alaycı bir dille, insanların mutlu olduğu buraya nasıl ayak basabildiğini sorar. Tepelerinde melekler uçuşur. Beatrice acımasız bir dille Dante’nin bir bir yanlışlarını sıralar. Onu rüyalarında boş yere aradığını söyler. Dante öyle aşağılara düşmüştür ki kurtulması için ona lanetlileri göstermekten başka çıkar yol kalmamıştır. Dante utanç içinde gözlerini yere indirir, hıçkırarak ağlar. Bir sürü saygın kişi olaya şahittir, Beatrice herkesin önünde onu itiraf etmeye zorlar.

        İki aşığın Cennet’te acı veren ilk karşılaşması böyle olur işte.

        Araf’ın tepesinde Dante, Vergilius'u kaybettiği için bundan sonraki cennet yolculuğunda onun rehberi Beat­rice'dir. Yolculuk başlar, tüm gökleri çevreleyen ilk devindiriciye ulaşana dek birbiri içine geçmiş göklerden geçerler. Dönmeyen, yerinde duran yıldızlar ayaklarının altındadır, yıldızların üzerinde salt ışıktan oluşan göğün en yüksek ka­tı, Arş-ı Ala vardır. Arş-ı Ala'ya yükselirler, bu uçsuz bucaksız or­tamda uzaklar yakınlardan daha az net değildir. Dante yükselen bir ışık ırmağı ve bir sürü melek görür, Tanrı'nın sev­gili kullarının ruhlarının basamak basamak dizilerek oluşturduğu kutsal gülü görür. Yavaş yavaş kitabın finaline doğru gidiyoruz artık. Tam o anda birden Beatrice'nin onu bıraktığını fark eder. Beatrice yukarıda Gül’ün dairele­rinden birine yerleşmiştir. Kişi denizin dibinde bile olsa göğün gür­lediği bölgeye nasıl kaldırırsa gözlerini, Dante de Beatri­ce'ye öyle taparcasına bakar ve yalvarır. İyi davrandığı için ona ne denli büyük bir gönül borcu olduğunu söyler ve ruhunu teslim eder. O anı şöyle anlatır:

        “Böyle yalvardım ona ben;

        o uzaklara baktı, gülümsedi,

        sonra sonsuz kaynağa çevirdi gözlerini”

        *

        Borges, Dante’nin eserini yorumlayan birçok yorumcunun “İlahi Komedya”yı şöyle yorumladıklarını yazar:

        Dante’ye cehennemde rehberlik yapan Vergilius akıldır; akıl inanca ulaşmak için araçtır. Cennette ona rehberlik yapan Beatrice ise inançtır, inanç Tanrı’ya ulaşmak için araçtır. Amaca ulaşıldığında ikisine de ihtiyaç yoktur, bu yüzden ikisi de yok olurlar.

        Borges’e göre bu yorum mükemmel bir yorum ama tam gerçeği yansıtmıyor. Dante’nin derdi bu kadar ulvi şeyler değildir. Bütün bu ağır meseleleri, kendi basit derdinin aracı haline getiriyor o kadar. Ona göre edebiyat tarihinin gelmiş geçmiş en büyük eserini Dante, hayatı boyunca aşkını içinde yaşattığı ama yaşarken sadece iki defa karşılaştığı Beatrice’yle birkaç karşılaşma fırsatı yaratmak için yazmıştır. Bütün o; Tanrının tokadını yedikten sonra yeryüzüne düşen şeytanın, düştüğü yerde, Kudüs’ün tam altında açtığı cehennem çukuru, onun azap dolu katları, günahkarların feryatları, güney yarımküredeki Araf dağı, birbirinin içine geçmiş dokuz gök, ejderhalar, melekler hepsi birer bahane; onun için varsa yoksa şehrinin sokaklarında sadece bir kez karşılaştığı, hayatı boyunca iki kez gördüğü ölümsüz aşkının hiç aklından çıkmamış olan o sıcacık gülümsemesidir. Yarattığı o koca şaheser, yedi yüz yılı aşkın bir zamandan beri didik didik edilen, üzerine binlerce kitap yazılmış, resim sanatını, müziği, hatta dini etkilemiş, edebiyatta çığır açmış, yeni bir dil yaratmış o büyük eser, “İlahi Komedya” bir kara sevda hikayesinden başka bir şey değildir.

        Borges şunları yazar:

        “Bir mutsuzun mutluluğu düşlemesi hiç de tuhaf bir şey değil; hepimiz, her gün aynı şeyi yapıyoruz. Dante de bizim yaptığımızı yapıyor, ama yaptığı başka bir şey daha var, bize sürekli bu başarılı kurmacanın gizlediği dehşeti sezdiriyor.”

        *

        Beni bu denemeyi yazmaya götüren Karen Blixen; “büyük aşkını” kaybettikten sonra yazar olmaya karar verdi, tıpkı Dante gibi… Dante gerçek hayatta kavuşmadığı büyük aşkına, onun içinde karşılaşmak için o muazzam şaheseri yarattı; Karen Blixen ise, gerçek hayatta karşılaşıp erken kaybettiği o büyük tutkusunu onun dilinde yaşatmak için ana dili Danca’dan farklı olarak İngilizce yazdı hikayelerini. Biri edebiyatı acılarını dindirmenin ifadesi, öteki yaralarını iyileştirmek için kullandı. Biri Borges’in deyimiyle “başarılı kurmacasının içine bir dehşeti gizledi”, öteki ona hikaye anlatma gücünü verdiği için tutkusuna müteşekkir kalmamızın ipuçlarını bize gösterdi.

        Her iki durumda da biz kazandık.

        *

        1954 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan Hemingwey, ödül töreninde yaptığı konuşmada, “Nobel benim değil, Karen Blixen’in hakkıydı” dedi, iki kez ödüle aday gösterildiği halde bu ödülü almadan öldü.

        En az bir başyapıt kadar nadir olan büyük bir tutkuyla karşılaşması, Dante’nin tersine bir hayli geç bir yaşta, tesadüfe bakın ki otuz beş yaşında oldu; bu karşılaşmanın filmini de yaptılar 1985 yılında; Sydney Pollack’ın yönettiği, o yıl bir yığın Oscar toplamış olan Meryl Streep ile Robert Redford’un başrolünü oynadıkları “Out of Africa” (Benim Afrikam) filmi, Karen Blixen’i büyük bir hikaye anlatıcısı, onu büyük bir yazar yapan büyük aşkının filmidir.

        *

        “Şehrazat” onun rol modeliydi. Bütün hikayelerinde Şehrazat’ın yolunda yürüdü. Hikaye içinde hikaye, içinde hikaye, içinde hikaye… O kadar güzel “yalanlar” uydurdu ki, o yalanlara hem kendisi inandı, hem de bizi inandırdı. Şehrazat’ın amacı kendi canıyla beraber birçok canı hikaye anlatarak kurtarmaktı, onun amacıysa hikaye anlatma yoluyla hayattan aldığı zevki bize de yaşatmak... Ona göre dünya anlatılmayı bekleyen hikayelerle doluydu. Hepsinin anlatılmadan kalması, insandaki hayal gücü eksikliğindendi.

        Dante gibi, Karen Blixen, Şehrazat gibi düş kurmak herkesin harcı değildir. Çünkü Blixen’in dedi gibi “Düş kurmak akıllı uslu insanların intihar etme biçimi”ydi.

        ***

        Yararlanılan kaynaklar:

        Dante, “İlahi Komedya”, Oğlak Yayınları

        Karen Blixen, “Yedi Harika Hikaye”, İletişim Yayınları

        Karen Blixen, “Ölümsüz Öykü”, Ada Yayınları

        Borges, “Dantevari Denemeler”, İletişim Yayınları

        Erich Auerbach, “Yabanın Tuzlu Ekmeği”, Metis Yayınları

        Diğer Yazılar