Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bu aralar Netflix’te oynayan “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” filmi götürdü beni o günlere. Bundan tam 48 yıl öncesinin Hakkari’sinde karlı bir kış gününe.

        O zamanlar “T” şeklindeki şehrin ana caddesinde sola sapmış aşağı doğru yürüyordum. Ayağımda lastik pabuçlar, yol kaygan, ellerim, ayaklarım üşüyor; caddenin solunda yeni açılmış bir kitapçı dükkanı çıktı karşıma. Bitişik nizam toprak damlı eski çarşının ha yıkıldı ha yıkılacak iptidai dükkanları arasında vitrinini kazma kürek, boya kova, ıvır zıvır yerine kitapların süslediği tek dükkan; gökten düşmüş bir yabancı cisim gibi... Cama kırmızı yazıyla “Zirek Kitapevi” diye adını yazmışlar. Sonradan arkadaşım, hâlâ Paris’te yaşayan Ahmet’in soyadı... Durdum vitrinin önünde, orada yan yana dizilen kitaplar arasında Dursun Akçam’ın “Kanlı Derenin Kurtları” romanı gülümsüyor bana.

        İçerde; sanki çekiştirmezlerse kökü kuruyacak diye bıyıklarını daima aşağı doğru çekiştiren bir sürü genç var, hepsi benden büyük… İçlerindeki tek sarışın gördü beni vitrinin arkasından. Sonradan öğrendim, meğer kütüphanede memurmuş, Uludere’den gelmiş buraya, kitapla haşır neşir olduğundan, kitap meftununu görür görmez tanıyor duruşundan. Eliyle işaret ederek çağırdı beni, ürkekçe girdim dükkana, içerdekilerin nefesleri dükkandaki havayı yumuşatmış biraz. “Hangi kitabı istiyorsun?” diye yekten sordu, ben de Dursun Akçam’ın romanını işaret ettim, “Onu sana alacağım ama bir şartla, bir kitap da ben seçeceğim sana, okuyacaksın ama ha!” dedi, körün istediği tek göz misali, sevincimi fazla belli ettim, “Kanlı Derenin Kurtları”nın yanında bana Erich Maria Remarque’ın “Garp Cephesinde Yani Bir Şey Yok” romanını verdi, “haydi git” dedi.

        O kitabı neden seçmişti, neden ille de vitrinin önünde; bir lokantanın camekanı önünde kızaran tavuklara bakan aç misali, kitaplara bakan çocuğa o kitabı vermişti o sırada sormadım ona. Ama o gün, şu anda Danimarka’da yaşayan Mustafa Kaplan o romanı bana hediye etmeseydi eğer muhtemelen ben bugün bu yazıyı yazmayacaktım.

        *

        Varlık Yayınları’nın 1971 baskısı Behçet Necatigil çevrisi romandan aklımda kalan “Savaştan kimse sağ çıkmaz; düşen bedenen ölür, ayakta kalan ruhen…” fikrini işleyen teması yıllar yılı sevdiği bir şeyle beslenen bir kurtçuk gibi kıpırdanıp durdu beynimin bir yerinde. Liseden gençler gitmişti cepheye, “hepsi güle oynaya, canla başla”… Aynı tarihlerde bizde de “15’lileri” alıyorlardı askere liselerden. O yaşlarda insan ne anasını babasını özler ne büyüğünü dinler ne de bir sevgili bağı engel olur uçarılıklarına. Her şeyi yapabileceğini sanır; dağları devirebileceğine, toplumu dönüştürebileceğine, memleketi kurtarabileceğine, hatta hatta dünyaya yeni bir düzen verebileceğine…

        Ama cepheye gidince, savaşın önüne çıkan her şeyi öğüten kanlı dişleri arasında sıkışıp, her an her gün, her ay, her yıl etinden lime lime kopunca, canın o mengenenin arasında sıkışıp kalınca, yani sert duvara çarpınca kendine gelirsin; sen artık o her şeyi bükmeye muktedir genç adam değil, kıçındaki matarayı bile taşımaktan aciz zavallı bir kurbansın. Olur da sağ dönersen cepheden, sen artık sen değilsin…

        Bu durumu Remarque romanında şöyle izah eder:

        “Ben gencim, yirmi yaşındayım; ama hayat namına ümitsizlikten ölümden, korkudan, bomboş bir sathiliği ıstırap uçurumlarına zincirlemekten başka bir şey bildiğim yok. Milletlerin birbirlerine karşı itildiklerini; susarak, cahilce, delice, uysal ve masum, birbirlerini öldürdüklerini görüyorum. Dünyanın en zeki kafalarının, silâhları ve sözleri, bu işleri daha ustaca yapmak, daha devamlı kılabilmek için icat etmiş olduklarını görüyorum. Bunu burada, karşı tarafta yaşamın bütün insanları, bütün dünyada benimle birlikte görüyor; benim neslim bunu benimle birlikte yaşıyor. Günün birinde karşılarına dikilsek de hesap sorsak, ne derler babalarımız? Bir gün gelir de harp biterse, bizden ne beklerler? Yıllar yılı bizim işimiz öldürmek oldu… hayatta ilk mesleğimiz bu oldu. Hayat namına bildiğimiz şey ölümden ibaret. Bundan sonra artık ne olabilir? Bizim halimiz nice olacak?”

        Gerçekten de “nice oldu” halleri... Gitmeden önce yeni bir dünya hayali kuran, cephede bırakın bir şeyi “kurmak”, “öldürmekten” başka hiçbir şey öğrenmeyip sağ dönenler sakat kaldılar.

        Giderken, kendi yaşlarında ölmüş bir başka askerin kıyafetlerini giyip öyle gitmişlerdi. (Bu kıyafet meselesi o kadar mühim ki; bizde İstiklal Mahkemeleri’nin kuruluş amaçlarından birisi de askerlerin giydiği kıyafettir derler. O sırada millet çıplak neredeyse, askere giden bedenini ısıtacak bir urbaya sahip oluyor hiç olmazsa. Çoğu genç kıyafeti üstüne geçirir geçirmez firar ediyor birliğinden. Fevzi Çakmak Mustafa Kemal’e dert yanıyor, “Paşam, orduyu değil milleti giydiriyoruz, bir çare” diyor; firar edenleri vur emri ve yakalananların istiklal mahkemelerinde yargılanması fikri böyle çıkıyor ortaya.)

        *

        Remarque, romanın başına tek cümlelik bir açıklama koyar. Ona göre “bu kitap ne bir şikayettir ne de bir itiraf, harbin yumruğunu yemiş, mermilerinden kurtulmuş olsa bile, tahriplerinden kurtulamamış bir nesli anlatmak isteyen bir deneme”dir.

        Harbin “yumruğunu yemişlerden” birisi de Rosa Luxemburg’tu. Savaş patlak verdiğinde Rosa intihar etme­yi düşündü. Dünyası paramparça olmuştu. Avrupa’daki bütün sosyalistler büyük bir hevesle sa­vaş bütçelerine kabul oyu kullanıyorlar; dünya işçileri birleşeceklerine, bir günde birbirine düşman kesiliyorlardı. Remarque’ın anlatıcı kahramanı Paul ve arkadaşları Fransızlara karşı canla başla çarpışırken, Rosa Luxemburg ve “Spartakist” arkadaşları da “savaşa karşı” çarpışıyorlardı hem sosyalist hem de daha sonra Nazi partisinin kurucuları arasında yer alacak politikacılarla. Ölen bir askerin kıyafeti aklanıp paklanıp, tamir edilip cepheye gönderildiğinde Rosa da hapishanededir. Mahkumların ve tutukluların o sırada bir görevi bu kıyafetleri “onarmak”tır, mahkumları bu şekilde savaş makinasının bir parçası haline getiriyorlar.

        Rosa Luxemburg, “Spartakusbund”u (Spartaküs Birliği) birlikte kurdukları, birlikte tutuklandığı, birlikte öldürüldükleri dava arkadaşı Karl Liebkneeth’in eşi, en yakın arkadaşlarından Sophie Liebknecht'e hapishanede durmadan mektuplar yazar.

        Her mektup, başlı başına bir şiirdir adeta. Rosa Luxenburg edebiyat açlığını hem sevgilisi Jogiches’e hem de arkadaşı Sophie’ye yazdığı mektuplarla bastırır. Aslında o bir aktivisttir, “devrim yoluna” baş koymuş ama içinde müthiş bir şair ruhu kaynıyor. Küçük ayrıntılara takılıyor, anı yazıyor, gözüne takılanlara başka bir gözle bakıyor ve onları mektuplara döküyor. Bir mektubunda da arkadaşı Sophie’ye ölen bir askerden kalan elbiseyi temizlemek ve başkasına hazır hale getirmek için hapishaneye getirilen elbise çuvallarından ve onları çeken mandalardan bahseder 1917 yılının soğuk, kasvetli kışında, bir hapishane hücresinde.

        “(…)

        Ah, Soniçka!

        Geçen gün korkunç bir acıy­la kıvrandım. Gezindiğim avluya sık sık çuval, asker ceketi ya da gömleği yüklü askeri araçlar geliyor; bu ceketlerle gömlekler, zaman zaman kanlı oluyor… Arabalar avluda boşaltı­lıp içlerindekiler hücrelere dağıtılıyor, çuvallardaki­ giysiler onarılıp doldurulduktan sonra yine orduya gönderilir. Geçen gün, yine böyle bir arabanın boşaltılışına tanık oldum, bu seferki­ne at değil, manda koşulmuştu. İlk kez yakından görüyordum bu hayvanları. Bizim sığırla­ra oranla daha güçlü ve yapılı bu mandalar, kafaları yassı, boynuzları daha bir yatık, dolayısıyla kafatasları bizim koyunlarınkine benzi­yor; derileri kara, gözleri iri ve yumuşak. Ro­manya'dan getirmişler mandaları, savaş gani­meti… arabaları süren askerler, dağlarda, ba­yırlarda yaşayan bu hayvanları yakalamanın, özgürlüğüne alışkın oldukları için de yük çekmeye alıştırmanın son derece güç olduğunu söylüyorlar. Kıyasıya dövülüyorlar, öyle ki ‘Vay geldi kurbanların başına’ deyimi tam an­lamıyla somutlaşıyor… Galiba yalnız Breslau'­da yüze yakın manda varmış. Verimli Romen çayırlarında otlamaya alışmış bu hayvancıkla­ra azıcık yem veriliyor. Çeşitli yükler çektiril­diğinden, kısa zamanda ölüp gidiyorlar. Birkaç gün önce, çuval yüklü bir arabanın avluya gir­diğini gördüm; araba öylesine yüklüydü ki, zavallı mandalar eşik taşlarını geçemiyorlardı bir türlü. Arabanın yanında yürüyen er, elindeki kamçının sapıyla hayvanları öyle bir dövmeye başladı ki, kadın mahpusların gözetmeni ken­dini tutamayıp zavallıcıklara acıyıp acımadığı­nı sordu. Asker, acı bir gülüşle: ‘Biz insanlara bile acıyan yok!’ diye karşılık verdi ve daha hızlı kamçılamaya başladı. Hayvanlar en sonun­da eşiği geçtiler, ama bir tanesi kan revan için­de kalmıştı…

        Evet, Soniçka, kalınlığı ve sağlamlığı dillere destan manda derisi bile yarıl­mıştı. Araba boşaltılırken hayvanlar bitkin bir haldeydi, sırtı kanayansa önüne bakıyordu. Ka­ra alnıyla yumuşak gözlerinde saatlerce ağla­mış çocuk havası vardı. Tıpkı, nedenini bilme­den, bu acının ve barbarlığın elinden nasıl kur­tulacağını bilmeden kıyasıya dövülmüş bir ço­cuk gibiydi... Ben talihsiz mandanın karşısın­daydım, kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Gözümden akan, aslında, onun yaşlarıydı. Elim kolum bağlı, öz kardeşimmiş gibi titriyor­dum bu sessizliğin karşısında. Mandanın sere serpe dolaştığı Romanya çayırları ne de uzaktaydı! Bir daha hiç göremeyecekti oraları! Or­da her şey bambaşkaydı: güneş parlıyor, rüz­gar esiyor, kuşlar ötüyor, çobanlar tatlı türküler çağırıyordu. Buradaysa iğrenç bir yabancı kent, boğucu bir ahır, mide bulandıran, çürümüş yem, korkunç ve yabancı insanlar, dayak ve yarılan deriden fışkıran kan vardı yalnız…

        Ah, benim zavallı mandacığım, canım, ikimiz de acı, yoksulluk ve pişmanlık içinde, eli kolu bağlı, dilsiz varlıklarız!

        Bu sırada, mahkumlar ağır çuvalları ara­badan indiriyor, hapishaneye taşıyorlar, sürücü erse, elleri cebinde, avluyu arşınlıyor, sırıtıyor, ıslıkla günün şarkılarından birini çalıyordu. Sa­vaş, bütün tantanasıyla gözümün önündeydi!

        Rosa'nız.”

        *

        O sırada hapishanede “eli kolu bağlı, acı, yoksulluk ve pişmanlık” içindeki Rosa Luxemburg nereden gelmişti buraya dersiniz? “Dinleyerek koyu karanlığı bile bir kadife yumuşaklığına dönüştürebilen, nöbetçilerin hantal ayakları altında gıcırdayan kumlardan bile hayatın sesini devşirebilen,” ölümünün üzerinden bir asır geçtiği halde hâlâ birçok insan tarafından yaşıyormuş gibi muamele gören, bu tek ayağı aksak, kısa boylu, dış görünüşü pek de çekici olmayan, parlak zekaya sahip, “emperyalizm” kavramının mucidi, Almanya’da sosyalist bir devrimin yoluna baş koymuş, ne hapishaneye sığmış ne de bir mezara, yaşayan bir insandan çok bir Dostoyevski kahramanına benzeyen bu küçücük kadını hangi rüzgar savurmuştu Almanya’ya?

        Orta sınıf bir Yahudi ailesinin beş çocuğunun en küçüğü olarak Polonya’da gelmişti dünyaya. Gençlik çağlarında kendisi gibi bir Yahudi olan, “ruh ikizim” dediği Leo Jogichest’e aşık oldu ve bu aşka hayatının sonuna kadar sadık kaldı. Yine erken yaşlarda Polonya’nın Rusya’dan bağımsızlığını alması fikrine kapıldılar. Bu da onları Marksizm’e götürdü. Her toplantıda yaptığı konuşmalarla başkalarına ilham verdi. Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin önemli liderleri Karl Liebknecht, August Bebel ve diğerleriyle erken yaşlarda tanıştı, partide mütevazı bir görevle başladı çalışmaya. O sırada Almanya’da sosyalist hareketin dev adamları olarak kabul edilen Bernstein, Karl Kautsky gibi adamlarla sert tartışmalara girişti, yeri geldi Lenin’e bile kafa tuttu. Kafası bu adamlara göre farkı çalışıyordu çünkü…

        Dünya bu esnada harbe girdi. Alman Sosyal Demokrat Partisi “ulusalcı” bir bakışla savaşı destekledi, o ise sosyalistlerin savaşa karşı çıkıp “enternasyonalizm” fikrini savunması gerektiğini söyledi. Kautsky “enternasyonal, savaş zamanı kullanılacak bir silah değildir” deyince Rosa, “öyleyse Manifesto’yu değiştirelim ve diyelim ki, bütün dünyanın işçileri, barış zamanında birleşiniz; savaşta ise birbirinizi boğazlayınız!” diyerek ona karşı çıktı ve partiden ayrıldı ve Karl Liebknecht’le “Spartaküs Birliği”ni kurdu.

        Artık o ve arkadaşları birer savaş karşıtı militandır. 1916 yılında tutuklandı. Hapishanede durmadan yazdı, Rusya'yı savaşta bertaraf etmek için Zürih'ten Petersburg'a kadar Almanlar tarafından güvenli bir şekilde götürülen Lenin önderliğinde Rusya’da iktidara gelen Bolşeviklere esaslı eleştiriler getirdi. Ona göre, “Sayıları ne kadar fazla olursa olsun, yalnızca hükümetin taraftarlarına ve partinin üyelerine tanınan özgürlük, özgürlük değildir. Asıl özgürlük, başkaları gibi ya da herkes gibi düşünmeye mecbur olmama özgürlüğüdür.”

        Lenin ve arkadaşlarının “tek parti” yönetimiyle kurdukları “proletarya diktatörlüğü” ise savunulacak bir şey değildi.

        “Tükenmez enerjiye ve sınırsız bir idealizme sahip parti liderlerinin yönettiği; zaman zaman seçkin işçilerin, şeflerin konuşmalarını alkışlamak ve kendilerine sunulan kararları onaylamak üzere toplantılara çağrıldığı bir durum tabii ki bir diktatörlüktür ama işçi sınıfının değil, bir avuç siyasetçinin diktatörlüğüdür; jakoben egemenliği anlamında ve burjuva anlayışına uygun bir diktatörlük.”

        Lenin’le savaş sırasında fikir ayrılığına düştü. Hannah Arendt onun için “ona göre nihai sonucu ne olursa olsun, savaş en korkunç felaketlerden başka bir şey değildi, savaşı tepeden tırnağa kategorik olarak ret etti, ne olursa olsun insan hayatındaki, özellikle işçi sınıfının hayatında bedeli çok yüksekti savaşın. Savaş hiçbir zaman devrim için bir fırsat değildir” dedi. Oysa Lenin bunun tam tersini düşünüyordu, ona göre “savaş politikanın başka araçlarla devamı”ydı. “Ucube” bir devrimden korkuyordu ve Rusya’da olan devrim ne yazık ki ucubeydi. O daha sonra dünyada ortaya çıkan komünist partilerin, Arendt’in deyimiyle “korkunç ve son derece hızlı ahlaki yozlaşmalarını görecek kadar yaşamadı” ama Lenin yaşarken onu “hatalarına” rağmen bir “kartala” benzetti. Stalin döneminde yaşasaydı başına gelecekleri tahmin etmek bile zor ama Stalin’in ölümünden çok sonra Doğu Almanya’da “bütün eserleri” yayınlanabildi.

        *

        En dokunaklı kitaplarından birisi “Sevgiliye Mektuplar”dır. Hapishanede, ondan ayrı düştüğünde, başka bir şehre gittiğinde hep hayatının “erkeği” Leo Jogichest’e yazdı durdu. Çünkü yine Hannah Arendt’in dediği gibi, “Bu kuşak hâlâ aşkın, insanı yalnız bir kez çarptığına gönülden inanıyordu”, o “kadınlığının bilincinde bir kadındı.” Sevgilisinin yazdığı mektuplarda durmadan “davadan” bahsetmesi zaman zaman onu bıktırmış, bir keresinde ona şunları yazmıştı:

        “Benim senden istediğim aşıkâne sözler değil. Senin olsun hepsi. Bana özel yaşa­mından söz etmeni istiyorum. Tek satır yok! (…) Ama sana göre tek bir şey var: ‘Davamız,’ başka da bir şey yok! Bunca zaman hiçbir şey geçmedi mi başından? Tek bir düşünce? Tek bir kitap? Tek bir izlenim? Benimle pay­laşabileceğin hiçbir şey yok! Belki sen de bana aynı soruları sormak isterdin... Senden farklıyım ben, fikir­lerim var, izlenimlerim var benim, ‘Davamız’ın yanısıra”.

        Başka bir mektubunda da şunları yazdı:

        “Bana gönül alıcı, güzel mektuplar yaz, biraz alçak gönüllü ol, inayet et de beni sevdiğini söyleyiver. Sen bana, bugün benim sana verdiğimden üç kuruşluk daha çok sevgi vermişsin, eee n'olmuş yani? Benden karşılık görmezsin korkusuyla duygularını açıklamaktan çekinme. Ruhunla diz çökmeyi de öğren, yalnızca ben kollarımı açıp seni çağırdığımda değil, ben arkamı döndüğümde de. Kısacası cömert ol, harca, israf et sevgini benim için. Senden bunu istiyorum.”

        *

        Birinci Cihan Harbi bitip Remarque’ın deyimiyle “yorgun, harap, yanmış, köksüz, ümitsiz” bir kuşak evlerine döndüğünde Almanya neredeyse bir iç harbin içindeydi. Rosa Luxemburg ve arkadaşları “devrimin fitilini” ateşlemiş, hükümet ortağı eski yoldaşlarıyla daha sonra Nazi partisinin ilk nüvesini teşkil edecek olan Freikorps harekete geçerek onun ve Karl Liebknecth’in başına 100 biner Mark ödül koydular, kısa sürede ikisi de tutuklandı. İkisini sorgulamak için bir otele götürdüler. Yolda ikisini de vahşice dövmüşlerdi. Sorgudan sonra ikisini sözüm ona hapishaneye götürmek üzere ayrı ayrı kapılardan çıkardılar. Dışarı çıkar çıkmaz karanlık bir köşede Liebknecth’in kafasına sıktılar. Cesedini sokak ortasına attılar. Diğer kapının önünde ikinci bir araba Rosa’yı bekliyordu. Sürüklenerek arka koltuğa yerleştirdiklerinde bilinci kapalıydı kuş kadar küçük kadının. Araba hareket eder etmez yanında oturan teğmen Kurt Vogel, tabancasını çekip onu da kafasından vurdu. Lichtenstein Köprüsüne varınca cesedini Landwehr Kanalı’na attılar. Birkaç saat içinde hükümet bir açıklama yaptı. Leibknecht kaçarken vurulmuş, Rosa Luxemburg da öfkeli bir kalabalık tarafından linç edilmiş, cesedini de “bilinmeyen bir yere” götürmüşlerdi!

        Sevgilisi Leo Jogichest yaşıyor ve soğukkanlıydı. O gece Moskova’daki Lenin’e şu telgrafı çekti:

        “Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht son devrimlerini gerçekleştirdiler!”

        *

        Rosa’nın öldürülmesinden üç ay sonra, 10 Mart’ta Jogichest, evraklarını almak üzere Rosa’nın evine uğradı, orada tutukladılar onu da emniyete götürüp onun da kafasına bir kurşun sıktılar.

        31 Mayıs 1919 günü, buzların erimesiyle birlikte Landwehr Kanalı’nda bir kadın cesedi bulundu. Spartakist İsyanının bastırılmasında Savunma Bakanı olarak yer almış Rosa’nın eski yoldaşı Sosyal Demokrat Gustave Noske, Luxemburg’a ait olduğu söylenen cesedin gizlice gömülmesini emretti. Hadise basına yansıdı, Rosa’nın olduğu söylenen ceset sevgilisi ve diğer yoldaşlarının yanına gömüldü. O günden itibaren Friedrichsfelde Mezarlığı adeta bir yatıra dönüştü. Her sene ölüm yıldönümlerinde buraya dünyanın çeşitli yerlerinden komünistler gelmeye başladı. 1926 yılında da mezarlığa bir anıt dikildi.

        *

        Rosa Luxemburg’a ait olduğu sanılan cesedin gömülü olduğu mezarlık yavaş yavaş bir “komünist yatıra” dönüşürken, Erich Maris Remarque, bütün zamanların en büyük “savaş karşıtı romanı” diye tarihe geçecek olan “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”u yazıyordu harıl harıl, kitap 1929 yılında piyasaya çıktı, bir sene sonra 1930'da Hollywood onu filme çekti, kitap bütün dünyada "olay" oldu. Naziler, 1933'te Berlin’de yakılmak üzere meydana kitap topladıklarında, yangına ilk atılan kitaplardan birisi “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” oldu.

        *

        Rosa Luxemburgun cesedinin bulunduğu tarihten tam 90 sene sonra, neredeyse günü gününe, 29 Mayıs 2009’da Berlin Charité Hastanesi Adli Tıp Bölümü Başkanı Dr. Michel Tsokos, hastane bodrumunda bir kadın cesedini bulduklarını açıkladı. Doktor, bulunan kimliği belirsiz, başsız kadavranın Rosa Luxembur’a ait olduğunu söyledi. Ceset çarpık bir omurgaya sahipti ve bir bacağı diğerinden daha kısaydı. Cesedin üzerinde 31 Mayıs 1919 tarihi aceleyle not edilmişti.

        Kanalda bulunan ve Rosa Luxemburg diye gömülen, kabri adeta bir yatıra dönüşen cesedin de o sırada intihar eden bir fahişeye ait olduğu söylendi.

        *

        Demek ki büyük devletler hiçbir şeyi kaybetmez. Kayıp sandığımız her şeyin kaydı mutlaka bir yerde vardır. Kim bilir, belki bizde de mezar yerleri bilinmeyen Şeyh Sait’in, Bediüzzaman’ın, Seyit Rıza’nın da kayıtları duruyordur bir yerlerde.

        ***

        Yararlanılan Kaynaklar:

        Howard M. Sachar, “Avrupa’nın Katli, 1918-1942, Siyasi Bir Tarih”, YKY

        Erich Maria Remarque, “Garp Cephesinde Yani Bir Şey Yok”, Varlık yayınları

        Hannah Arenddt, “Karanlık Zamanlarda İnsanlar”, İletişim Yayınları

        Rosa Luxemburg, “Sevgiliye Mektuplar”, Kaynak Yayınları

        Rosa Luxemburg, “Hapishane Mektupları”, Yankı Yayınları

        Diğer Yazılar