Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BUGÜNLERDE dönüp 90’ların ortasından başlayarak tuttuğum defterlere, günlüklere, notlara ve o dönem yazdığım kimi yazılara bakıyorum. Kiminde bir dolu iştah kabartıcı ayrıntı, gözlem var. Kimi ise zamanla yenilmiş; bazı aktörlerin çoğunun ne yüzlerini ne adlarını hatırlıyorum.

        90’larda bir “Truva atı” virüsü dünyaya yayılmıştı, benim de masaüstü bilgisayarımı vurdu. İlk notlarımın çoğu kayboldu, sonra defterlere geçtim.

        32. Gün”de çalıştığım zamandan çok az ayrıntı var. Sabah Grubu’ndan bir şeyler var. Ağırlıklı olarak Radikal yıllarından günlükler. Gazetecinin günlük not defterinin içindeki yapılacak işler sayfalarının aralarına sıkıştırılmış notlar bazıları.

        Yer yer hüzünleniyorum, gülümsüyorum. Kimileri artık aramızda yok.

        ERKEN GİDENLER

        1998 yılından bir not...

        - Pazar günü ve MAB (Mehmet Ali Birand) cep telefonumdan aradı. Telefonumun onda olması bir yana, adımı bilmesine şaşırdım. “Kusura bakma rahatsız ediyorum” dedi. Kanlıca’daki ofiste kapıda kalmış ve ne yapması gerektiğini soruyor...

        2000 yılının mart ayı...

        - Güldal’la (Kızıldemir) Ercan Arıklı’yla buluştuk Buz Bar’da. Yeniden Nokta’yı çıkarmak istiyormuş. Karşımdaki adam, hakkında üretilen efsanelerin karikatürü gibi. Frozen margharita istedim, “Öyle oyuncak gibi bir şey içemem” deyip kırmızı şarap istedi. Güldal’a “Yavrucuğum senin gibi birinin karşı tarafta oturmasını anlayamıyorum” dedi... Nokta için Tina Brown’ın yeni dergisi Talk’ı model olarak önerdim. Gecenin sonunda gözümün içine bakarak “Hangi dergimde ne yapmak istersin” diye sordu. Önceden provası yapılmış bir etkileme hamlesi gibiydi, başardı ama...

        Haziran 2001...

        - Ufuk Güldemir’in yeni bir gazete çıkaracağını bilmeyen yok. Herkes beni arayacağını ve çağıracağını söylüyor, ama o telefon bir türlü gelmiyor. Derken bugün en olmadık yerde geldi. Oto Sanayi’de arabama araç kit’i taktırırken. Sesi gidip geliyor. Bir arabadan duyuyorum, bir telefondan. Yarın çağırıyor... Çok heyecanlıyım. Yıllardır onunla çalışmak istiyorum, ne derse “Evet” diyeceğim. Zaten başka bir seçeneğim de yok bu aralar.

        KAPALI BİR DÜNYA

        Defterlere baktıkça İstanbul’daki medya ve kültür-sanat çevrelerinin ne kadar kapalı bir dünya olduğunu görüyorum. 90’ların sonu ve 2000’lerin başında gazete sayfalarında hakkında haber yapılan kimlerse, benim günlüklerime de onlar sızmış.

        Gidilen mekânlar (Kaktüs, Smyrna, Safran), övülen yazarlar (Murathan Mungan, Perihan Mağden, Orhan Pamuk) hep aynı. Herkes sadece birbirinin kitabını, filmini, sanatını övüyor. (Deniz Türkali, “Tıpkı bizim Murat Morova’nın resimleri gibi” dedi.)

        Beni güldüren anların birinde, şahsen tanımadığım Çağan Irmak geçerken Savoy Pastanesi’ne uğruyor, yanımdakilerle konuşuyor. Eşcinsellik iması yaptığımda agresifleşiyor.

        Kimse çıkaramadım, “E.T. şimdi de onunla birlikte” diye yazmışım. Cihangir’de herkes birbiriyle aşk yaşıyordu ne de olsa.

        Eski dedikoduları, anıları, kavgaları okudukça eğleniyorum. Ama ancak bugünden bakınca fark ettiğim aslında bir çöküşün birinci elden tanığı olduğum.

        Büyük bir körlüğün, öngörüsüzlüğün yıllarıydı... Geriye dönüp baktığımda kendi toplumuna yabancı, klancı, analiz yeteneğinden yoksun, dışlayıcı bir entelektüel cemaat çıkıyor karşıma. Sadece birbirlerinin dediğini duyarak ülkeyi yanılttılar ve böyle böyle yok oldular.

        ************

        #OSCAR2018

        FİLM, ROMANDAN DAHA İYİ

        ANDRE Acıman’ın 2007’de yayımlanan “Adınla Çağır Beni” romanı film uyarlamasından sonra hatırlandı. Bu vesileyle geçenlerde okudum. Ama önce filmi izledim.

        Doğrusu, ilk kez bir film uyarlamasının romanın daha ilerisinde olduğunu gördüm. (Mairo Puzo’nun eserini okumadığım için “Baba” hakkında bir şey diyemeyeceğim.) Filme de romana da pek bayılmadım. İkisi de kitapta anlatılan ilişkiyi çok steril gösteriyor ama en azından film uyarlamasında senaryoyu yazan James Ivory romanın fazlalıklarını atmış.

        O fazlalıklar ki okurken “Tamam yazar entelektüel anladım, ama konuyla ilgisi ne?” diye sordurtacak kadar hikâyeden sapıyor. Hele hele romanda “San Clemente Sendromu” adlı bir bölüm var ki gerçekten hikâyenin akışında olmasa da olur.

        İTALYA ÇOK GÜZEL

        İtalyan yönetmen Luca Guadagnino kendi ülkesini olağanüstü bir güzellikle sergilemiş.

        Call Me By Your Name”deki aşırı anlayışlı babadan etkilenip devamını isteyenlere de romanın son 20 sayfasında devam filmleri için yeteri kadar malzeme var. İki karakter kitapta yıllar sonra yeniden karşılaşıyor. Birkaç sayfayla geçiştiriliyor, ama James Ivory’nin ömrü yeterse buradan güzel filmler çıkarabilir.

        Oscar alacak mı? Hayır. Ama konu ve tema itibarıyla adaylığının simgesel önemi var.

        ************

        TERMİNOLOJİ ÖNEMLİDİR

        SOĞUK hava dalgalarıyla birlikte bizim gazete de dahil olmak üzere medyanın genelinde havanın neden soğuduğu tartışılıyor. Aşırı sıcak ve soğuklarda hatırladığımız ama yeteri kadar seksi olmadığı için pek üzerinde durmadığımız bir konu. Genelde gazetelerde “küresel ısınma” diye bahsediliyor.

        Oysa bir süre önce Batı’da “küresel ısınma” olumlu çağrışım yapabileceği gerekçesiyle tedavülden kalktı. Çünkü sayıları hiç azımsanmayacak birkaç ahmak “Oh ne güzel, dünya ısınıyor; bundan niye şikâyetçi olalım?” derken ısınma dolayısıyla buzulların çözülüp dünya ikliminin dengesini yerle bir ettiğini anlamadı.

        İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ

        Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TEMA ve WWF gibi vakıflar artık “iklim değişikliği” ifadesini tercih ediyor. Basın ise geride. Tıpkı artık geçerliliği olmayan “cinsel tercih” gibi “küresel ısınma”yı da Türk basınından kaldırmanın zamanı. Bir sonraki aşama da “eşcinsel evliliği” tartışmalarından “evlilik eşitliği” olarak bahsetmek.

        Diğer Yazılar