Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Devlet büyüğü demişti ki, “Esnaf gerektiğinde polistir, askerdir, hakimdir.”

        Öyle olduğunda sorun yok hakikaten!

        Sopayla, palayla devlet olabilir vatandaş!

        Lakin esnaf, esnaf olmak istediğinde Ankara’da sorun çıktı.

        Haracı protesto eden esnaf birden karşısında polisi buldu.

        Hayır, ayna değil, bizatihi polisti.

        Yani esnaf, devlet ve iktidar yanında polis olabiliyor, ama bir şeyi protestoya yeltendiğinde, polis esnaf olmuyor.

        Ankara’da “bir yerden” ateş edildi, bir esnaf da öldü.

        Bu “polis müdahalesi” daha önce işçilerin, emeklilerin, şehit yakınlarının ve zaten her daim gençlerin başına geliyordu.

        Sen devlet değil, kendin olmak istediğinde; bir hakkın peşinde olunca, karşına “kahraman” polis dikiliyordu; Artvin’de de memetbey’in altınlarını korumak için jandarma diktikleri gibi.

        O zaman denklem net aslında:

        Esnaf, esnaftır; işçi, işçi; memur, memur; köylü, köylü; emekli, emekli!

        Karar vermesi gerekenler polisler ile askerler.

        Babaları kim?

        Anneleri nasıl bir hanede oturuyor?

        Kendileri ne? İşçi, memur, emekli; köylü?

        Kime karşı kimin çıkarlarını korumakla görevlendiriliyorlar sık sık?

        Halkı korumak başka, hakkı korumak başka, haksızlığa, haksıza, gaddarlıklara bekçilik etmek bambaşka değil mi?

        O VAKİT BAŞBAKAN NE İÇİN YÜRÜDÜ?

        Başbakan kalkıp Paris’e gitmiş, ite kaka olsa da “dünya liderleri” ile kol kola girip Charlie Hebdo baskını ve katliamını protesto yürüyüşüne katılmıştı.

        Ne için?

        Özgürlükler, yaşam hakkı, dayanışma için mi…

        Yoksa sırf cenaze, sırf “müttefikler alışverişte görsün” diye mi?

        Çünkü durum şimdi şöyle:

        Size, bana göre doğru veya yanlış bir kararla, kimi Cumhuriyet yazarı da “dayanışma” amacıyla derginin karikatürlerini yayınladı.

        Bundan rencide olan birileri de dava etti. Hikmet Çetinkaya ve Ceyda Karan yargılanıyor.

        Bunlar olabilir; Charlie Hebdo hakkında Fransa’da da, özellikle “Hıristiyanlıkla alay” iddiasıyla epeyce dava vardı.

        Tuhaf olan, Cumhurbaşkanı’nın çocuklarının ve damadının da bu davaya müdahil olmak istemesi.

        Bu başka bir şey.

        Bu orada yürümüş Başbakan’ı da yürüten, silen bir şey.

        Bu, Türkiye’nin birinci adamının ailesinin iki gazetecinin üzerine yürümek istemesi gibi bir şey.

        Gücün mahkeme ve adalet üzerine gölgesini koyması gibi bir şey.

        Bu iyi bir şey değil! Hiç değil!

        Güç sayesinde birilerinin korunduğu bir düzende o güç başkalarının üstüne yürüyorsa, orada “terazi” yamuktur.

        KATLİAM, SOYKIRIM... HANGİSİ?

        20 yıl önce Bosna’dan acı yağıyordu dünyanın sağır ve kör vicdanına.

        Sonra Srebrenitsa’daki “kıyım” ortaya çıktı.

        Sadece belli bir etnisite ve dinden oldukları için insanlar “kırım”a uğramıştı.

        Üstelik bir süre öncesine kadar birlikte, yan yana yaşadıkları “ötekiler” tarafından.

        İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük kitlesel kıyım olarak ilan edildi.

        Çoğu erkek ve çocuk 8 binden fazla insan katledilip toplu mezara atılmıştı.

        Srebrenitsa, bizim de kalbimize, hafızamıza kazınmıştı; hala da orada.

        Fakat nasıl adlandıracağımızı bilemiyoruz.

        Uluslararası hukukta “katliam”dan “soykırım”a gelindi; çünkü bir “soy”a, o soydan olanların toplu halde yok edilmesine, etnik temizliğe dayanıyordu.

        Biz neye ne diyeceğimizi bilmiyoruz.

        Boşnakların katledilmesine elbette soykırım diyebiliriz biz de; nitekim diyen var tabii ki.

        Fakat sonra dönüp ne diyeceğimizi bilemiyoruz işte!

        Diğer Yazılar