'Oppenheimer': Gurur ve suçluluk arasında
Yönetmen Christopher Nolan, yeni filmi ‘Oppenheimer’da, üç saat boyunca su gibi akıp giden hızlı bir kurguyla çıkıyor karşımıza. Geçmişle gelecek arasında farklı zaman kesitlerinde geçen ve tansiyonun nadiren düştüğü karmaşık bir anlatı yapısı kuruyor. Seyirciye rahatlama fırsatı vermeyen, dikkat gerektiren, ferahlama anlarından kaçan, dolu ve yoğun bir film koyuyor ortaya…
Günümüz anaakım sinemasını çok etkileyen 1960’ların modernist film kurgusunun mantığını takip ediyor Nolan. Kuantum fiziğinden ve Atom Çağı’ndan söz eden, atom bombasının yapım sürecini anlatan bir film için tesadüfi bir seçim değil. Nolan’ın da filmin ana karakteri J. Robert Oppenheimer (Cillian Murphy) gibi kuantum fiziğini modern sanat ve edebiyatla paralel bir çizgiye yerleştirdiği; 20. Yüzyıl modernizmine Freud’u ve Karl Marx’ı dahil eden geniş bir perspektiften baktığı belli…
Öte yandan, filmin hemen başında tanrılardan ateşi çalan Prometheus ile ‘atom bombasının babası’ olarak anılan Oppenheimer arasında kurulan koşutluğu unutmamak gerek. ‘Oppenheimer’ modern sinema diliyle eski usul Yunan tragedyalarını birleştiren bir film aynı zamanda… Çünkü Nolan’ın asıl hedefi, 20. Yüzyıl başlarında modernizme doğru evrilen Batı uygarlığının trajedisini ve bugün hâlâ yaşadığı nükleer çıkmazın nedenlerine odaklanmak… Ve bu eleştiriyi kuantum fizikçisi Oppenheimer’ın gençlik yıllarından başlattığı yaşam öyküsü üzerinden yapmak...
Buna karşılık, kafa karıştırıcı olsa dahi izleyiciyle duygusal bağ kurmakta zorlanmayan bir film seyrediyoruz. Nolan’ın Oppenheimer’ın karakter analizini iki bölümlü olarak ele aldığını görmek zor değil. İlk bölüm, Oppenheimer’ın Los Alamos’taki tesiste hazırladığı atom bombalarının askerlere teslim edilmesiyle sona eriyor ve ‘devre dışı’ kalmasıyla ikinci bölüm başlıyor. Hiroşima ile Nagazaki’ye atılan bombalar, Oppenheimer için kırılma noktası haline geliyor ve olaylara bakış açısı değişiyor. Kuşkusuz, bombanın yapımı sırasında ve daha öncesinde bazı meslektaşları tarafından ısrarla uyarılıyor. Ayrıca, Atom Çağı’nın başlamasına ön ayak olan Albert Einstein ve Niels Bohr’un (Kenneth Branagh) bomba yapım sürecinden uzak durmalarını ve ilkeli tavırlarını unutmamak gerek. Özetle, film Oppenheimer’ı bir Amerikan kahramanı olarak sunmuyor; olumlu - olumsuz yanlarıyla, çelişkileri, ikilemleri, hataları ve erdemleriyle birlikte ele alıyor.
Oppenheimer’ın işe büyük bir heves ve istekle girmesinin, Manhattan Projesi kapsamında Los Alamos Tesisleri’nin yöneticiliğini kabul etmesinin en önemli nedeni, Almanların atom bombasını yapmasından duyduğu endişe… Sol görüşlü bir Yahudi olarak ırkçı faşistlerin eline bu kadar büyük bir silah geçmesini istemiyor haklı olarak. Amacını ‘Dünya barışını sağlayacak ve caydırıcı özelliğiyle tüm savaşları bitirecek bir bomba’ olarak özetliyor. Savaşın sonlarına doğru Almanya’nın bombaya gerek kalmadan teslim olması üzerine kafası karışıyor ama sonraki süreçte de aynı barış idealinde diretiyor. Japonya’nın teslim olmadan sonuna kadar savaşma kararlılığı, bombanın kullanılmasını onun gözünde de rasyonalize ediyor… Ama bombaların atılmasını izleyen dönemde Oppenheimer, siyasilerin ve askerlerin eline nasıl bir güç geçtiğini gördükten sonra barışı desteklemeye, nükleer silahlara karşı çıkmaya ve ulusal güvenlik politikalarını sorgulamaya başlıyor. İşte tam da bu aşamada, devletin gözünde ulusal kahramandan hain komüniste dönüşüyor…
Öte yandan Nolan, Oppenheimer’ın hayatının ilk dönemindeki siyasi kimliğinin altını çizmeyi ihmal etmiyor. Genç yaşta öğrenciyken yaşadığı psikolojik zorbalık nedeniyle hocasını zehirlemek istediği için pişmanlık duymasını; Almanya ile ABD’de karşılaştığı sistematik Yahudi düşmanlığını vurguluyor. Politik kimliğini öne çıkarıyor. Yıllar sonra ABD’ye kuantum fiziğini getiren akademisyen olarak tanınacak Oppenheimer, gençliğinde atomların dünyasıyla büyülenen; bu dünyayla ilgili düşlere dalıp giden; T. S. Eliot okuyan, sanatçı ruhlu, entelektüel biri… Ayrıca New Mexico’daki ıssız topraklara tutkuyla bağlı bir romantik. Kaldı ki, New Mexico aşkıyla kuantum fiziğini birleştirmesi açısından Los Alamos onun için nerdeyse gençlik hayalini temsil ediyor.
Belki Komünist Parti’ye üye olmayı reddediyor ama sol görüşleri nedeniyle komünist çevrelerle bağlar kuruyor, hatta üniversitede sendika kurma çalışmalarına bile giriyor. Ne zaman ki, birlikte çalıştığı Ernest Lawrence (Josh Hartnett), politik aktivist kimliğinin atom bombasını yapacak ekipte görev almasını engelleyeceğini söylüyor, o da sendika çalışmalarından vazgeçiyor. Daha sonra ordunun projenin başına geçirdiği yüksek rütbeli Leslie Groves (Matt Damon) ile konuşmasında da projenin yöneticisi olma konusunda istekli olduğunu görüyoruz. İşte buralarda Nolan, Oppenheimer’ın mesleğinde ilerlemek için siyasi düşüncelerini bir yana bıraktığını; heyecanlı bir idealist olmaktan çıktığını; kariyer ve güç arzusuna kapıldığını ima etmekten geri durmuyor. Bombalar kullanıldıktan sonra ise sadece vicdan azabı çekmiyor; bir tür kefaret de arıyor. Gelecekte adının nasıl anılacağını önemsediği için yeniden politize olmaktan, eski siyasi kimliğine dönmekten kaçınmıyor.
Nolan’ın tüm bu süreçte ana karakterine sempati ve anlayışla baktığı; onun yanında durduğu inkâr edilemez. Asıl hedefi ise Soğuk Savaş döneminde ABD’de anti komünizm üzerinden yükselen militarizm ve aşırı sağ zihniyeti eleştirmek… Oppenheimer’ın ABD Başkanı Harry S. Truman (Gary Oldman) ile yaptığı görüşme, Nolan’ın niyetini mükemmel şekilde özetliyor. Nükleer silahlanma yarışının aynı hızla devam ettirileceğini anlayan Oppenheimer, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalardan dolayı ‘eline kan bulaştığını’ söyleyince Truman pişkin ve rahat bir tavırla ‘Bombaları atan bendim, siz değil’ diyor. Odasından çıkarken de ‘Şu sulu gözlüyü benden uzak tutun’ demekten çekinmiyor. Nolan o sahnede atom bombasına sahip olmanın ve kullanmanın gururunu yaşayan siyasetçi ile onu yapmaktan dolayı suçluluk duyan bilim insanını net şekilde karşı karşıya getiriyor. Hatta filmi tam da bu karşılaştırma için çektiği dahi söylenebilir.
Filmin en beğendiğim yanlarından biri bu siyasi boyutu oldu… Japonya’ya atılan atom bombalarının orantısız güç gösterisi olduğu gerçeğinin bir kez daha vurgulanması, kuşkusuz önemli. Oppenheimer’ın, 1954 yılındaki kapalı oturumda daha yıkıcı etkileri olan hidrojen bombası ve nükleer başlıklı füzeleri geliştirmeye karşı olduğu için eleştirilmesi, hainlikle suçlanması da kayda değer ayrıntılar. Tüm bunlar, Rusya – Ukrayna Savaşı nedeniyle dünyanın yeniden gündemine gelen nükleer silahlar konusunda bizi yeniden düşündürüyor; nükleer kıyametin hâlâ önemli bir tehlike olduğunu hatırlatıyor.
‘Oppenheimer’ın belki de en akılda kalıcı sekansı, atom bombasının çölde ilk kez patlatılma denemesi… Sıfıra yakın bir ihtimal bile olsa patlamanın zincirleme reaksiyona neden olmasından endişe ediyor ve son ana kadar nasıl bir sonuçla karşılaşacaklarını bilmiyorlar. Nolan, ilk denemenin öncesindeki gerilimi ve başarısızlık korkusunun altını çizdikten sonra patlama anını ve insanların tepkilerini özenle anlatıyor; bilgisayar kökenli görüntüler kadar gerçek patlayıcıların kullanıldığı sahneyi unutulmaz bir sinema anına çeviriyor. Deneyin başarılı olması başta Oppenheimer olmak üzere tüm ekibi mutlu ediyor. Sonuçta yıllar süren emeklerin karşılığını alıyor, gurur duyuyorlar. Ama Nolan, Trinity adı verilen bu ilk denemede seyircilerin karakterlerle aynı sevinci paylaşmayacağının farkında. O yüzden bombanın kıyıcılığını, korkutuculuğunu vurgulayan bir dekupaja imza atıyor.
Filmin beğenmediğim yanları da var. Özellikle, senaryonun çok geniş bir alana yayılıp dağıldığını düşünüyorum… Karakter sayısının fazlalığına hiçbir itirazım yok. Tam aksine, çoğunluğu ünlü oyuncular tarafından canlandırılan karakterler, işin tarihsel boyutunu sanki daha sağlam ve gerçek kılıyor. Ama Oppenheimer’ın kadınlarla ilişkilerinin daha detaylı ele alınmasının ana hikâyeye çok önemli katkıları olduğunu söylemem olanaksız. Sahneleri ne kadar çok olursa olsun sevgilisi Jean Tatlock (Florence Pugh) ve eşi Katherine ‘Kitty’ Oppenheimer’ın (Emily Blunt) iyi geliştirilmiş karakterler olmadıklarını düşünüyorum. Ki her ikisinin de hayli ilgiye değer kişilikler olduğunu inkâr edemem. Buna karşılık, daha kısa süre görünen Edward Teller (Benny Safdie) ve David Hill (Rami Malek) gibi bazı yan karakterler, dramatik yapı içinde daha etkili olabiliyorlar.
Ayrıca Lewis Strauss - Oppenheimer arasındaki sorunlar, filmin genelinde bence gereksiz yere uzatılıyor. Nolan’ın, Strauss’u filmin ‘anahtar karakter’lerinden biri olarak gördüğü belli. Hikâye örgüsü açısından da onu kritik bir noktaya koyuyor. Strauss’un kariyeri için büyük önem taşıyan senato görüşmeleri, filmin başından itibaren kafamızı karıştırıyor. Nolan finalde her şeyi açıklığa kavuşturuyor ama filmin tansiyonunu düşürüyor.
Son olarak, J. Robert Oppenheimer rolünde Cillian Murphy’nin kariyerinin en iyi işini çıkardığını ve filme çok şey kattığını not edelim. Karakterin çelişkilerle dolu iç dünyasının hakkını veriyor, çok duyarlı bir yorum getiriyor. En azından şu ana kadar seyrettiklerim içinde yılın en iyi performanslarından biri…
- Soğuk ve insan sevmez bir film11 dakika önce
- Bal, tereyağı ve ekmek peşinde40 dakika önce
- Yılın en iyi filmlerinden biri32 dakika önce
- 'Sonsuza dek' ama kiminle?16 dakika önce
- Eski usul distopya37 dakika önce
- Popüler Amerikan masalına yeni yorum40 dakika önce
- Oscar'a aday gösterilen Filistin filmi3 dakika önce
- En duygusal Frankenstein uyarlaması59 dakika önce
- Predatör bu kez iyi karakter1 ay önce
- "Saykoterapi": Aşk ve ölüm1 ay önce