Bizde "fikir hürriyeti" veya Arif Oruç ile Ali Naci!
Ahmet Hamdi Tanpınar, kitap olarak yayınlanmadan önce bir gazetede tefrika edilen, bu yüzden de romanlarının içinde dili en sade olan “Sahnenin Dışındakiler”de, roman kahramanları İhsan ile Sabiha’yı, kitabın başlarında “ezeli meselelerimiz” üzerine bol bol konuşturur. Bir ara söz “hürriyet” meselesine gelir, Sabiha, İhsan’a şu mühim soruyu sorar:
“Niçin bizde yazı yazanlar bir meseleyi asıl can alacak yerine varmadan kesiyorlar. Sanki bir yerde duruveriyorlar.”
İhsan şu cevabı verir:
“Evvela, o kadarını biliyorlar… sonra da hürriyet meselesi. Hür değiliz de ondan.”
Meşrutiyet yıllarıdır, bu yüzden Sabiha, “Hürriyet ilan edildi ama,” deyince, İhsan şöyle devam eder:
“Edildi, daha birkaç defa da ilan edilir ama yine hür değiliz. Hele bu işlerde asla! Fikirler arkalarında kendi kalabalığını ister. Onu bulmazsa konuşan hür olmaz.”
Sabiha hâlâ ikna olmuş değil, “Ama bu adam bir şey öğretmek istiyor,” deyince İhsan şunları söyler:
“Ama bir yerde duruyor. Çünkü hür olduğuna, her şeyi söyleyebileceğine inanmıyor. Belki kendisi de kararını vermiş değil. Yani içinde hür değil…”
*
İstibdattı, İttihatçı zulmüydü, gazeteci cinayetleriydi derken Cumhuriyet ilan edildikten sonra “fikir hürriyetinin” geldiğini sanarak “her şeyi söyleyebileceğini” inanan ve “bir yerde durmadan” yeni rejime yönelik keskin eleştirilerini sıralayan ilk gazetecilerden biri Mete Tuncay’ın deyimiyle “maceraperest gazeteci”, “müzmin muhalif” Arif Oruç’tur.
Bir yerde “durması gerekirken” durmayan Arif Oruç’la devlet baş edemeyince, 1933 yılında bir gece evine birkaç adam gelir; artık emniyetten mi, milli emniyetten miydi gelenler mühim değil; yeni çıkardığı “Vatandaşın Birinci Hürriyeti” kitabında “… düşünce hürriyeti bir milletin ve memleketin gelişmesi için ilk şart olmalıdır. Hürriyeti engellemek demek ülkenin gelişmesini engellemek demektir ki bu da gelişen ve değişen dünyada geri kalmak demektir,” dediği için Arif Oruç’u karga tulumba evinden alıp uzun bir yolculuğa çıkarırlar; o günün sabahında Oruç kendini Bulgaristan’ın Şumnu şehrinde bulur. Onu buraya getirip bırakıp giderler. İş yok, güç yok, yatacak yer yok, evinden vatanından uzak, o da ister istemez Şumnu Medresesi’nde müderrislik yapmaya başlar ama yok öyle ucuz kurtulmak, Ankara’daki hükümetin talebi üzerine Bulgaristan onu 1934 yılında Yugoslavya’ya postalar.
*
“Arkasında kalabalığı olmayan” Arif Oruç’un kısa hayatı, kısa bir Türkiye tarihi gibidir vesselam. Babasının postacı olarak bulunduğu Elazığ’da 1893 yılında gelmiş dünyaya.
1913 yılında, Tanin gazetesinde muhabir olarak başlamış gazeteciliğe. Sonra Tasvir-i Efkâr’da çalışmış. Muhalifti. Çerkez Ethem saltanata başkaldırınca onu desteklemeye başladı. Çerkez Ethem ona Eskişehir’de bir matbaa satın aldı. Rusya’da inkılap yapmış olan Bolşeviklere özeniyordu. Ağustos 1920’de Çerkez Ethem’in desteğiyle “Yeni Dünya-Seyyare-i Yeni Dünya” adıyla bir gazete çıkarmaya başladı. Gazete adını Mustafa Suphi’nin Bakü’de çıkardığı “Yeni Dünya” gazetesi ile Çerkez Ethem’in ordusunun adı olan “Kuva-yı Seyyare”den alıyordu. Gazete çıkar çıkmaz, büyük bir ilgiyle karşılandı; logosunun üstünde “Komünist Manifesto”nun meşhur sloganından mülhem “Dünyanın Fukara-i Kasibesi Birleşiniz” sloganı, altında da “İslami Bolşevik Gazetesidir” ibaresi vardı. (“İslami-Bolşevik” deyince aklım yine Tanpınar’ın romanına gitti. Şunları söyler İhsan, Sabiha’ya: “Kendi meselelerimizi münakaşa etmekte hür değiliz. Bakın Enver Paşa orduyu ayıklamadan evvel bir tamim neşretti, herkesin namazında, orucunda olmasını emretti. Sebebi neydi? Kendisi de biliyordu ki bizde herkes dindardır; namazına, orucuna bağlıdır. O başka bir şey için yaptı bunu! Etrafı kendine, hükümete çekmek için, göze girmek, efkârıumumiyeye dayanmak meselesi. Demek kendisini yapacağı işte hür bulmuyordu.”)
1921’de Çerkez Ethem ile Ankara hükümetinin arası bozuldu. Bir süre sonra kurulan İstiklal Mahkemelerinde Arif Oruç, “hain Ethem’in yardakçısı” olmakla suçlanarak yargılandı, idamdan kurtuldu ama sürgünden kurtulamadı. Cumhuriyet kurulduktan sonra 1923’te İzmir’de “Yeni Turan” diye bir gazete çıkardı. 1926’da gazete İzmir Suikastıyla ilişkilendirilerek kapatıldı. Arif Oruç da İzmir’den İstanbul’a döndü. Üç yıl boyunca gazetecilik yapmadı. Eli kalem tutuyordu, muhteşem bir hikâye kurgucusuydu, tarihi hadiseleri hikayelerinde kullanmada büyük bir mahareti vardı, “Ayhan” müstearıyla gazetelere tarihi tefrika romanları yazıp geçim yolunu bulmaya çalıştı, her hikayesi çıktığı gazeteye büyük tiraj aldırıyordu.
Ama alttan alta İnönü hükümetlerine karşı olan muhalifliğini de hep sürdürdü, iki defa “Üç Aliler Divanı”ndan kurtulmuş olması, adının “Mustafa Kemal’in ajanlığına” çıkmasına sebep oldu. Misal Kemal Tahir, “Kurt Kanunu” romanında Arif Oruç’un “Gazi’nin özel hafiyelerinden birisi” olduğunu yazar.
1929 yılında kendi gazetesi “Yarın”ı kurdu. Logosunun altında “Arif Oruç Bey’in mesuliyeti altında her gün çıkar” ibaresini kondurdu. Gazetede İnönü’ye karı şiddetli bir muhalefet yapmaya başladı.
*
1930 yılının sıcak bir Ağustos günüydü. Mustafa Kemal’in çocukluk ve askerlik arkadaşı Fethi Okyar, sefir olarak bulunduğu Paris’ten memlekete izinli olarak gelmişti. Çoktandır Atatürk’ün kafasında bir fikir dolanıp duruyor, bu iş içinde en uygun aday olarak Fethi Bey’i görüyordu. Çağırdı huzura, ona fikrini açıkladı. Serbest Cumhuriyet Fırkası adında bir parti kurmayı vazife olarak arkadaşına verdi. Korkmasına gerek yoktu, kurucuları arasında kız kardeşi Makbule Hanım’ın da yakın arkadaşlarının da olacağını söyledi. Fethi Okyar, başına gelecekleri biliyor ama yine de vazifeyi emir telakki edip partiyi kurdu. Ahali, partinin “danışıklı” kurulduğundan habersiz, hurra akın akın yeni partiye gidip, üstüne İzmir’de de nahoş hadiseler olunca parti kısa sürede miadını doldurdu.
*
Nur topu gibi bir muhalefet partimiz olunca, müzmin muhalif Arif Oruç’a da gün doğdu. Neredeyse zil takıp oynayacak. Gazetesi “Yarın” İstanbul’da Cağaloğlu’nda İkdam Yurdu’nun bir katında çıkıyor. 30 Ağustos 1930’da daha sonra Milliyet Gazetesi’nin sahibi olarak bilinecek Ali Naci Karacan da “İnkılap” diye bir gazete çıkarmaya başladı; o da Arif Oruç’un üst katına taşındı. “Yarın” muhalif, dolayısıyla Serbest Fırka taraftarı; “İnkılap” ise koyu bir hükümet taraftarı ve CHP savunucusu; İsmet Paşa’ya toz kondurmuyor. Arif Oruç Fethi Okyar taraftarı, Ali Naci Karacan ise İsmet Paşacı… İkisi aynı binada, altlı üstlü komşu… Arif Oruç, Ali Naci’nin bir gazete çıkarma hazırlığında olduğunu öğrenince, “İsmet Paşa’yı müdafaa etmek için Ziraat Bankasından 35 bin lira alarak gazete çıkardığını” yazdı. Hükümete verip veriştirmesi de cabası... Ona göre İsmet Paşa beceriksizdi. Halk Fırkası seçime hile karıştırmıştı. Gazi bir an önce reisicumhurluğu bırakıp hükümetin başına geçmeli, reisicumhurluğa da Fevzi Paşa getirilmeliydi!
Meğer Ali Naci bugünü bekliyormuş. Gazetenin ilk sayısında, “Arif Oruç sen de dinle” başlığıyla çıkan yazıda, gazeteyi çıkarma kararı verdiklerinde bazı “itlerle dalaşmak” zorunda kalacaklarını bildiklerini, gazete için hiç kimseden para almadıklarını belirttikten sonra, “Arif Oruç, alnımız açık ve sokak köpeklerinden korkmuyoruz, işitiyor musun, itlerden korkmuyoruz” dedi. Arkasından Arif Oruç’un “cemaziyelevvelini” sayıp dökmeye başladı. Kavga kızıştı. O günden itibaren “İnkılap”ta her gün Arif Oruç’la ilgili bir yazı çıkmaya başladı. Gazete, “Müseccel vatan haini Arif Oruç’un dolandırıcılıklarına ait çok şayanı dikkat vesikaları yakında neşredeceğiz” diye ilan etti; dediğini de yaptı, yaptıkları neşriyatta Oruç’un ne Çerkez Ethem yardakçılığı ne vatan hainliği kaldı. Artık Ali Naci’nin gazetesinde her gün Arif Oruç’la ilgili bir haber vardı.
Gazetede çıkan haberler yetmeyince, Ali Naci “Vatan Haini Arif Oruç” afişlerini yaptırıp İstanbul sokaklarında duvarlara astırdı.
Bu bardağı dolduran son damla oldu. Bir sabah Arif Oruç işe geldi, odasında tabancanın namlusunu yukarıya çevirerek üst komşusu Ali Naci’nin odasına kurşun sıkmaya başladı. 4 Aralık 1930 günü Ali Naci’nin gazetesinde, “Vatan haini Arif Oruç’un tutuklanarak İzmit’e götürüldüğü” haberi çıktı. Gerçekten de İzmit valisi “kendisine aleyhine neşriyattan” dolayı şikayetçi olmuş, Oruç tutuklanarak İzmit’e götürülmüştü. (Ali Naci, İzmit’e götürülüşü üzerine Sakallı Nurettin’in Ali Kemal’i burada linç ettirmesini hatırlatan bir de yazı yazdı.) Olayın aslı ise gazetelere şöyle yansımıştı. Çapkın bir zat olan İzmit Valisi Eşref Bey, Bahriye Kaymakamı Şerafettin Bey’in eşini baştan çıkartmaya çalışmış, Şerafettin Bey de birkaç bahriyeliyi göndererek valiyi feci halde benzetmişti, sağda solda haberler çıkınca Arif Oruç’un gazetesi “Yarın” da bir karikatürle durumu hicvetmişti. Bu karikatür de tutuklanmasına gerekçe olmuştu. Arif Oruç hapishanede 1 yıl 3 ay 15 günlük cezasını çekedursun; Ali Naci’nin gazetesi “İnkılap” da 153 sayı çıktıktan sonra 2 Şubat 1931 günü kapandı. Aynı senenin mayıs ayında Arif Oruç cezasını tamamlayıp çıktı, gazeteciliğe bıraktığı yerden devam etmeye başladı.
*
Atatürk’ün emriyle kurulan “Serbest Fırka” üç ay sonra kapatılınca, hapishaneden çıkan Arif Oruç 1931 yılının Haziran ayında, “Lâyik Cumhuriyetçi İşçi ve Çiftçi Fırkası” adında bir parti kurmaya kalkıştı; gazetesi “Yarın” da bu partinin yayın organıydı artık. Ali Naci devreden çıkınca, Arif Oruç bu kez hedefine Cumhuriyet gazetesi ve onun sahibi Yunus Nadi’yi koydu. Ona göre hükümet hiçbir muhalefete izin vermiyor, bu baskıcı politikanın en büyük savunucusu da Yunus Nadi Bey ve gazetesi Cumhuriyet’ti. Cumhuriyet gazetesinde de peş peşe Arif Oruç’u kurduğu “komünist fırkaya” verip veriştiren yazılar çıkmaya başladı.
Arif Oruç, gazetesi “Yarın”da yazdığı bir yazıda Halk Fırkasıyla Cumhuriyet gazetesini aynı kefeye koyarak bu iki müessesenin her muhalif hareketi ya “irticacı” ya da “komünistlikle” itham ettiğini belirttikten sonra “Arif Oruç Bey'in bir vakitler komünistlikle iştigal ettiğini ima eden ‘Cumhuriyet’ gazetesinin sahibi ve başmuharriri Yunus Nadi Bey acaba o vakitler Ankara'da Komünist Fırkası Merkezi Umumisi azasından Yunus Nadi Bey değil midir? Niye bir vakitler başındaki kalpağının tepeliğini kırmızı kadifeden veya kızıl atlastan kaplatarak Büyük Millet Meclisine Bolşevik Türk Mebusu sıfatıyla giren, içtima ve müzakerelerde bulunan sabık komünist mebus Yunus Nadi Bey'den başkası mıdır?” diye sordu.
Arkasından, bir zamanlar Ali Naci kendisiyle nasıl uğraştıysa o da Yunus Nadi’yle uğraşmaya başladı. Bir yazısında, Serbest Fırka’ya izin verdiği için Yunus Nadi’nin Mustafa Kemal’i inceden inceye, alttan alta nasıl tehdit ettiğini yazdı. Bunun üzerine Yunus Nadi de bu herifin bir an önce tutuklanmasını istedi. İstiklal Mahkemesinin kendisiyle ilgili kararını yayınladı. O artık “müseccel bir vatan haini”ydi. Bu sırada Falih Rıfkı Atay da elinde kılıç gibi kalemiyle Yunus Nadi cephesinden Arif Oruç’a karşı saldırıya geçti. Cumhuriyet’te çıkan makalesinin başlığı, “Bunların hepsi bir kelimeyle alçaktır” şeklindeydi, makalenin içinde de Arif Oruç’un Mustafa Kemal’e iftira attığı bilgisi vardı.
Bir süre sonra kavga “kalem” kavgası olmaktan çıktı, yumruklar konuşmaya başladı. Bir sabah Arif Oruç, gazetenin önünde arabadan inerken birkaç kişi üzerine çullandı, feci şekilde dayak yedi. Ertesi gün “Yarın” gazetesinde Arif Oruç “Yunus’a teklif ediyoruz. Namuslu bir adamsan gel, tercih hakkı sana ait olmak üzere istediğin silahla davamızı fasletelim,” diyerek Yunus Nadi’yi düelloya davet etti. Ama herkes biliyor ki bizde düello değil, pusu geleneği vardır, Yunus Nadi “düello çağrısına” cevap vermedi.
O günlerde Meclis’te “Yeni Matbuat Kanunu” görüşülüyordu, kanun çıkınca da “Yarın”gazetesi 19 Ağustos 1931 günü yayın hayatına son verdiğini açıkladı.
*
Arif Oruç, Yunus Nadi’ye kavgası sırasında söylediği sözü yerine getirdi, gazeteciliği bırakarak kundura boyacılığı dükkânı açtı. Ama bir “ayakkabı boyacısı” olarak da tehlikeliydi. Yazının başında sözünü ettiğim milli emniyetten birilerinin onu evinde alıp Bulgaristan’a bırakması bu sıraya rastlar.
Sofya ve Paris’te gazetesi “Yarın”ı çıkarmaya devam etti. 1937 yılında her şeyi göze alarak Türkiye’ye geri döndü. Hemen tutuklandı ve idamla yargılandı ancak beraat etti. O da yine “Ayhan” takma adıyla gazetelere tarihi roman tefrikası yazmaya devam etti. Bu arada 1947 yılının 8 Eylül’ünde İstanbul Valiliği’ne başvurarak “Milliyet” adında günlük bir siyasi gazete çıkarma talebinde bulundu, talebi olumlu karşılandı ancak o gazeteyi çıkarmadı ama “Milliyet”in isim hakkı onda kaldı.
*
Ali Naci Karacan, 1950 yılının başlarında bir gazete çıkarmak istedi. Arif Oruç, 7 Şubat 1950’de isim hakkına sahip olduğu Milliyet Gazetesini, eski hasmı Ali Naci Karacan’a devretti.
Milliyet Gazetesi 3 Mayıs 1950 günü yayın hayatına başladı. Refik Halid Karay, Bedii Faik, İsmail Hami Danişmend, Refi Cevat Ulunay gibi “deve dişi” yazar kadrosunun içinde “Ayhan” imzası da göze çarpıyordu. “Ayhan"ın Arif Oruç’un takma adı olduğunu onu tanıyan herkes biliyordu.
Bu arada Arif Oruç, bir iki başarısız gazete çıkarma girişiminden sonra 19 Eylül 1948’de birkaç gemi inşaat ustasını yanına alarak “Müstakil Türk Sosyalist Partisi”ni kurmuştu, bir süre daha siyasetle iştigal etti, ama asıl işi olan “tarihi roman” işinden vazgeçmedi, ekmek parası oradaydı.
*
9 Ekim 1950 günü Ali Naci Karacan odasında, gazetenin yazarlarından Münir Süleyman Çapanoğlu’yla oturuyormuş, söylediği iki kahveyi beklerken telefon çaldı. Gerisini Sadun Tanju "Doludizgin" kitabında şöyle anlattı: Çapanoğlu, telefonda aldığı haberle yüzü sapsarı kesilen patrona baktı, Ali Naci ahizeyi yerine koyarken endişeli yüzüyle “Arif Oruç’u kaybetmişiz!” dedi. Sert görünüşlü ama yufka yürekli Münir Süleyman Bey de bu haberle sarsıldı, “Ne zamandır görünmüyordu, hasta olduğunu söylemişlerdi,” deyince Ali Naci iç geçirerek, “İşte böyle Münir Süleyman, bir varmış, bir yokmuş” dedi ve konuşmaya devam etti:
“Bilirsin, Arif Oruç’la geçmişte fena kapıştık. İhtilâl günleriydi. Hiçbirimiz burnumuzdan kıl aldırmıyoruz. Karşı karşıya düştük mü birimizden birimiz fazla. Ters adamdı da rahmetli, bilirsin...”
“Bilmem mi? Sen, Yunus Nadi, o, amma kapışmıştınız. Yunus Nadi rahmetli, birisine öfkelendi mi gözü bir şey görmez. Sen de öylesindir ya. Adamı vatan haini diye damgaladınız!”
“Garip adamdı, Münir Süleyman, bilmez değilsin! Her boyaya boyanmış. Bir bakarsın senin yanında, bir bakarsın senin karşında. Çerkez Ethem'le Yeşil Orducu'luk yapar. Mustafa Kemal' e karşı çıkar, başı dertten kurtulmaz, hapisler, sürgünler, firarlar filan; af edersin yine ortaya çıkar, Serbest Fırka adına kundakçılığa sıvanır, dersin ki bu adam ıslah olmaz...”
“Ben Arif Oruç’un cemaziyelevvelini bilirim, Ali Naci. Bizden iki üç yaş büyüktür, ama hep aynı zamanların adamlarıyız. Gazeteciliğe Tanin'de başladı, arkasından Tasvir-i Efkâr. Sen hocalarına bak! Hüseyin Cahid, Velid Ebüzziya! Mihran Efendinin Sabahında beraberdik. O Balkan muhabiri oldu. Sofya'da Fethi Bey'le, Mustafa Kemal'le hukuk peyda etti. Gençliğinde ateş gibiydi. Daha doğrusu barut gibi. Çak kibriti infilak etsin. Mütarekede sansürden çekmediği kalmadı. İzmir'in işgalinde Yunan mezalimi üzerine öyle haberler yazdı ki, zehir zemberek. Onları oku da gel bu adam vatan haini de bakalım!”
Ali Naci fazla suçlayıcı olmayan bir ses tonuyla araya girdi:
“Ama sonra yaptıkları…”
“Bizim mayamızda var. Pire için yorgan yakarız. Meşrutiyet'ten beri gelen adamlarımızı bilirim. Öncekileri de elimden geldiğince okurum, araştırırım. Düşünceden önce duygu gider bizde. Bir kırılış, bir öfke, bir haysiyet meselesi; her şeyi yıkıp dökmeye yeter de artar bile. Bunlara, gel etme sen aslansın, kaplansın desen bitti, kuzu kesilirler. Duygusuna aldırmadığını gördüler mi de ifrit! Seninle ve Yunus Nadi ile kapıştıktan sonra, Serbest Fırka ve Menemen olayları da üst üste gelince burada barınamayacağını anladı, memleketi terk etti, biliyorsun. Ne yapabilirdi ki? Elde yok, avuçta yok. Paris'te, Sofya'da, Şumnu'da yeniden Jön Türklüğe sıvanmanın zamanı mı? Hem neye güvenerek? Perişan oldu tabii. Üç dört sene orada burada süründükten sonra, tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânı yine Babıâli’ye düştü. Yine tevkifler, salıvermeler falan filan, sonunda işi tefrikacılığa döktü. Ekmek parası.”
Ali Naci'nin gözleri buğulandı:
“Son ekmek parası da bizden nasipmiş Münir Süleyman. Milliyete karar verdik, burada hazırlıklar yapıyoruz, bir gün çıkıp geldi. Ben bilmiyorum. Yine böyle bugünkü gibi geç kalmışım, kapıdan girer girmez, Ercüment, ‘Baba biri seni bekliyor’ dedi. Kimmiş dedim. Söylemedi, kılık kıyafeti biraz perişanca, dedi. İçeri girdim; önce tanımadım. Ne kadar değişmiş! Nerede o benim tanıdığım, tavana kurşun sıkan Arif Oruç? Halini anlatmaya sıkılıyor ama, söze ne hacet, anlaşılıyor. Uzatmayalım. Dedim ki: Biz Milliyet’i çıkarma hazırlığı içindeyiz. Elinde bir tefrika varsa ver. Yoksa hemen tasarla, yazmaya başla. Bu gazete senin sayılır! Sevindi. Bu yılın mayısında oluyor bu. Kaç ay? Altı ay falan. ‘Fatih Sultan Mehmet'i yeni bitirdik. Başka bir tefrika hazırlayacaktı. Yazık.”
Münir Süleyman;
“Bütün o didişmeler, kavgalar, hepsi boş...” dedi.
Ali Naci, kalkmaya davranan Münir Süleyman’a rica etti:
“Şimdi çocuklara söyleyeceğim, birinci sahifeden, büyük göstersinler ölümünü, iyi bir haber yazsınlar. Sen de monşer, geniş bir hayat hikayesi hazırla, arşivden resimler de bulduralım, son vazifemizi kusursuz yapalım, olmaz mı?”
Üzgün olan Münir Süleyman'ı kapıya kadar geçirip sırtını okşadı:
“Ne de olsa bir aileyiz biz...”
*
Biz; fikir adamı az, şairi bol bir milletiz. Bu yüzden fikirden çok duyguya ehemmiyet veririz. Her dem duygularımız coşup dursun; “fikir” ve “hürriyeti” olmasa da olur.
(Bu yazıyı yazarken, büyük ölçüde Emin Karaca’nın “Türk Basınında Kalem Kavgaları” ile Sadun Tanju’nun “Doludizgin, Ali Naci Karacan, Bir Gazetecinin Hayatı” kitaplarından yararlandım.)
- Şerif Gören'in travması7 dakika önce
- Hiçbirine bağlanmadı, ona bağlandığı kadar3 gün önce
- Kendinize bir kalem alın!1 hafta önce
- Jack London ve "zehirli" kitabı!1 hafta önce
- Babil Kulesi yıkılırken!2 hafta önce
- Tolstoy'un roman kahramanı Dekabrist kuzeni!2 hafta önce
- Üstat3 hafta önce
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?3 hafta önce
- Kitapların kıymetini bilmek4 hafta önce
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair1 ay önce