Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yaşadığımız yüzyılın başında İstanbul gece hayatını aşağı yukarı bin kişi belirliyor, magazin sayfaları ve dedikodu sütunları da genelde bu isimlerden bahsediyordu. Türkiye’de yaşayan İskoç bankacıAlasdair Dundas bu durumu “1900’lerin başındaki New York’a” benzetmişti bir keresinde bana, “tıpkı 100’ler kulübü gibi 100 ailenin hayata yön verdiği” bir şehirdi İstanbul. Aşağı yukarı kimin ne iş yaptığı, nerede oturduğu, kimlerin sevgili olup ayrıldığı da belliydi.

        2000’lerin ortasında sermaye yapısı el değiştirmeye başladığında şehirde yeni karakterler de belirdi. Yeni para önce Papermoon gibi dışarıdan bakınca önemsedikleri lokantalarda görünmeye başladı, zamanla da tanıdık insanların arkadaşı olarak karşımıza çıktılar. Artık kimin ne olduğu, ne iş yaptığı, ya da şehrin gündemine nasıl geldiği belli değildi. Ucu kaçtı, karakterler çoğaldı, 100’ler kulübü dağıldı. Dedikodu da yazmak mümkün değildi; bir kere yeni insanları tanımıyorduk, ama daha da önemlisi neyin kime dokunacağını da kestirmek zordu.

        BİR ANDA ŞEHİRDE BELİRDİLER

        Özellikle medya ve spor dünyasına sızmak kolay olduğundan yeni karakterler buralarda ağırlık gösterir oldu. Bir bakıyorsunuz spor kulübünde yönetici ya da Lucca’da televizyon yapımcısı olarak dolaşıyorlardı. Bana uzaydan gönderilmiş, geçmişi olmayan adamlar gibi gelirdi. Çünkü uzun yıllar takip ettiğim futbol ve medya dünyasında o dönem önemli bir rol oynamalarına rağmen birkaç sene öncesine kadar adlarını duyan yoktu.

        Bilmem kimin evindeki makarna partileri ya da falancanın yat gezisinde, partisinde karşıma çıkan bu kişilerin asıl görevlerini hep merak ettim. Ne yalan söyleyeyim, çok kurcalamaktan da korktum. FETÖ de dahil her yere gidip çıkıyordu bazısı. Belli ki bir bilgi alışverişi vardı.

        Böyle karakterlerden biriyle ünlü bir mankenin nafaka vermemek için izini kaybettiren çocuğunun babası, şimdi yurtdışında yaşayan bir gazeteci ve gündüzleri Nişantaşı’nda lambacısı olan ama geceleri de televizyonda başörtülülerin hakkını savunan bir akademisyenin olduğu bir ortamda tanıştım bir keresinde. Bu üç kişinin bir araya gelmesi başlı başına tuhaf ama anlaşılabilirdi. Aynı çevrenin insanlarıydı sonuçta. Ama ya o dördüncü kişi? Kimdi, nereden çıkmıştı? Dahası, yakından tanıdığım diğer üçü bana neden ondan hiç bahsetmemiş, neden sosyal çevrelerde karşımıza çıkmamıştı?

        Bu sorular beynimi kemirdi dururken açık açık “Siz kimsiniz, neden adınızı çok sık duymaya başladım,” diye sordum. Tabii ki tatmin edici bir cevap alamadım. Ya kendi kendisine bir gizem katmaya çalışıyordu ya da gerçekten gizemli bağlantıları vardı.

        Bütün büyük şehirlerde medya, siyaset, iş dünyası aslında birbirini tanıyan küçük çevrelerin kontrolünde bir şöhretler kulübüdür. Üyelik şartları, kulübün kuralları da aşağı yukarı bellidir. İstanbul’da bin kişi varsa, New York’ta belki beş bin kişidir ama herkes kimin kim olduğunu bilir. Önemli olan yeteri kadar zaman geçtikten sonra bu görünmez kulübün üyesi, hep bir parçasıymış gibi davranmaktır.

        Masadaki o gizemli dördüncüyü artık kimse sorgulamıyor, nereden geldiğini merak etmiyor. Çünkü üzerinden yeteri kadar zaman geçtikten sonra kulübün doğal bir üyesiymiş gibi kabul edildi, sanki hep hayatımızdaymış gibi davranılıyor. İçeri sızdı, yerini sağlamlaştırdı, ortama karıştı.

        Ben bile kim olduğunu unutmuştum. Daha doğrusu merak etmemeye, sorgulamamaya başlamıştım.Ta ki Amerika’da Jeffrey Epstein tutuklanana kadar.

        AJAN AMA KİME ÇALIŞIYOR

        Hem Bill Clinton’ın hem Donald Trump’ın yakın arkadaşı olmayı becerebilen, Prens Andrew’la takılan, Woody Allen’ın dostu olabilen, New York’un en gözde yerlerinden birinde malikanesi olan Epstein yıllar önce genç kızlara tecavüzden hafifletilmiş bir ceza almıştı. Epstein bir sır kutusuydu, bağlantıları da sağlamdı. Ceza da sembolik gibiydi: Gündüz ofisine gidebiliyor, geceleri hapse dönüyordu.

        Ancak soruşturma bu sene yine açıldı, Epstein tutuklandı ve hapiste intihar etti. Tabii intihar resmi açıklama, çünkü ölümü gizemini koruyor.

        Tutuklandıktan sonra herkesin merak ettiği bu adamın nasıl bu bağlantılara sahip olduğu, nasıl ünlülerle bu kadar içli dışlı olabildiğiydi. Epstein özel uçak, lüks tatiller ve genç kadınlar gibi hizmetler sunuyordu ünlülere. Ama karşılığında ne alıyordu?

        Nedense kimsenin dikkatini çekmeyen bir yazı tutuklanmasından kısa süre New York Observer’da çıktı. Observer sıradan bir yayın organı değil, sahibi Trump’ın damadı. “Epstein belli ki casus, ama hangi ülkeye hizmet ettiği belli değil,” diyordu yazıda. Eğer bir devlet bağlantısı varsa en azından Amerikan devleti ondan vazgeçmişti; bu yazı çıktığına, soruşturma yeniden açıldığına göre. Ama bu ihtimal hala pek tartışılmıyor, oysa birçok sorunun yanıtı. Bazen medya bile bile bu sulara dalmaz, çünkü ne çıkacağı bilinmez. Epstein bir prototipse başka ülkelerde epey benzeri var.

        REKLAM

        ***

        De Palma’yı yeniden keşfetmek üzerine

        Geçenlerde çıkan “Make My Day” adlı sinema kitabı vesilesiyle New York’taki Lincoln Center “İki film birden” gösterimlerine başladı. 80’lerde meşhur olan ve iki film birden deyince hatırladığımız pornolar değil, aksine o Reagan’lı yılların unutulmaz sinema filmleri gösterildi bir hafta boyunca.

        Bu sayede Brian De Palma’nın “Blow Out” filmini bir kez daha izledim. Sinema perdesinde klasikleri izlemek günümüzdeki içerik kirliliğine kıyasla geçmişte ne kadar çok mücevher saklı olduğunu hatırlatıyor. De Palma nedense yeteri kadar kıymet verilen bir yönetmen olmadı en aktif yıllarında, ama bugünden bakınca “Blow Out” gibi birçok başyapıtı olduğunu, döneminin ilerisinde bir vizyonla film çektiği anlaşılıyor.

        O vesileyle De Palma’nın diğer filmlerini izliyorum teker teker. “Scarface” ilk akla geleni, ama asıl “Carlito’s Way” herhalde en kusursuz yapımı. Saat gibi işleyen bir senaryo, son ana kadar devam eden bir gerilim ve tabii ki muazzam kamera oyunları.

        Bazen bir yönetmenin bir başyapıtı olması bile imkansız, ama De Palma’da bir sürü var.

        Bir süre dizi izlemeyip eski filmlere dalacağım, kararlıyım.

        Diğer Yazılar