Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ünlü yönetmen Alejandro Amenabar’ın son filmi “The Regression” ne yazık ki, beklenen etkiyi yaratmadı. İşte bir yabancı eleştirmenin söylemi: "Korku Terapisi fazlasıyla sempatik başrollerden oluşan bir çifte sahip – bunlardan hiçbiri filmi psikolojik gerilim sıradanlık bataklığından çıkarmaya müsait değil."Açıkça ifade etmek gerekirse film; biraz belgesel-vari bir şekilde ilerliyor ve aralara eklenen korku motifleriyle kafa karıştırıyor. Yönetmen, olay örgüsündeki olaylar arasında bağıntı kuramadığı için, hikâyenin bazı yerlerinde mantık hataları beliriyor. Bazı tutarsızlıklar var. Aklımıza haliyle şöyle bir soru düşüyor: Amenabar bize regresyonu mu anlatmak istedi, yoksa regresyonu bir araç olarak kullanarak psikolojik gerilim mi yaratmaya çalıştı?

        Kelime anlamı olarak geriye gitmek olarak bilinen ‘regresyon’ (psikolojide regresyon) diğer adıyla ‘geçmiş yaşam terapisi’, psikolojik sorunlu kişilerin zihnindeki anılarda geriye gitmelerini sağlayan bir terapi biçimidir. Deyim yerindeyse; zihin; çocukluk ve gençlik anılarına gider ve kişinin geçmişte yaşamış olduğu olaylar yüzeye çıkar, o minvalde olayların köküne inilerek nedenleri araştırılır. Örneğin: bastırılmış ego, şiddet öfke vb…

        Daha detaylı bir ifadeyle yazmak gerekirse; ruhun yolculuğu esnasında, kişinin geçmişte yaşadığı olaylardan dolayı üzerinde taşıdığı enerji değiştirilip dönüştürülmektedir. Bilinçaltından çıkan hikâye; kişinin yaşadığı hayatın izdüşümü gibidir, yanıtlar bilinç dışında yatmaktadır. Regresyon kendini, kendi varlığını bütünsel anlamda tanıma ve iç dengeyi sağlayarak farkındalık keşfetme yöntemidir. Hipnozdan farkı ise; yarı bilinçli bir halde transa geçilmesidir.

        KOLEKTİF BİLİNÇDIŞININ İZLERİ

        1950 yılından sonra kullanılmaya başlanan ve Gestalt psikolojisini de içinde barındıran regresyon; kişinin bilinçaltındaki kaynağa ulaşıp irdelemesine hatta onları yeni bir düzeneğe oturtmasına yardımcı olmasını sağlar ki, bu kişi için zor bir evredir, çünkü kişi bilinçaltına gömülü olan şeyleri unutmaz. Bilinçaltında etiketli ve blokeli olan derin yaralar regresyon ile ortaya çıkarken, Jung’ın kolektif bilinçdışı teorisi hâkimiyet kazanır. Nasıl işler bu teori? İnsan hafızasında kayıtlı ve yaşadığı kültüre dayalı imgeler, semboller ve diğer tecrübeleri kapsar. Psikenin bu tecrübeleri kendi kendine nasıl organize ettiğini inceler. Jung; kolektif bilinçdışını, kişiye özel tüm deneyimleri kapsayan bilinçdışından ayrı tutar. Kolektif bilinçdışı; kişisel deneyimlerin bir araya getirilmesini sağlayıp, onları organize eder.

        Buradan hareketle; regresyonun uygulandığı terapide enerji alanı davetsiz enerjilerden temizlenerek, kişinin katarsis yaşamasına yönelik bir ortam oluşturulur. Diğer bir deyişle; kişideki blokajlar kırılır. Başarılı bir arındırma yöntemi olmasına karşın; kişi geçmişinin etkisinde kaldıkça ve geçmişini hatırladıkça bazı ters tepkilere maruz kalır. Bu sebeple; regresyon tedavi aracı olarak eskisi kadar tercih edilmemektedir. Terapi esnasında, kişinin bilinçaltında yatan gerçek ile rüyalar birbirine karıştığı için bazen rüyalar gerçek gibi algılanabilir. Örneğin; kişi çocukluk döneminde gördüğü rüyayı veya kurduğu iyi ya da kötü hayali, gerçek bir olaymış gibi kodlayabilir. Bunu detaylı bir şekilde anlattık, çünkü zaman içinde bu yöntem güvenli görülmeyip rafa kaldırılmıştır. Bu temadan yola çıkan ve “The Regresion” filmine imza atan İspanyol-Şilili yönetmen Alejandro Amenebar, gerçekleri hikâyeye aktararak psikolojik iyileştirme yöntemi ile gerilim ve korku motiflerini birleştirmiştir. Zaten yönetmenin tarzı budur!

        SÜSLÜ PÜSLÜ GÖRSEL EFEKTLER YOK

        İspanyol sinemasal tekniğini Hollywood’a taşıyan yönetmen, süslü püslü görsel efektlere başvurmadan direk içeriğe yöneliyor, ama bu teknik maalesef Hollywood’da işe yaramıyor. Şu bir gerçek ki; "Thesis" (1996), "Open Your Eyes" (1997), "The Others" (2001),"The Sea Inside Me" gibi başarılı filmleri ile seyirciyi kendine bağlayan yönetmen“The Regression” ile farklı bir çerçeve çiziyor. Karakterle bizi özdeşleştiren yönetmen; öfkeyi, paranoyayı, kafa karışıklığını ve korkuyu ön plana yerleştirerek aynen karakterin yaşadıklarını yaşamamızı istiyor. Psikolojik gerilim konusunda usta olan yönetmen, yakın çekimlerle ve keskin manevralarla, gerilimi filmin her bir köşesine yerleştiriyor. Tartışılması muhtemel olan dini meseleleri, psikolojik durumları, yarı-karanlık argümanları ve bazı nahoş konuları bir arada harmanlayarak marazi bir atmosfer oluşturuyor.

        Regresyonun hem hipnotik versiyonunu, hem de tedavi aşamalarını korkuya çevirmeye çalışan yönetmen bu noktada kafa bulanıklığı yaratıyor, sebebi de şu: film korku ve psikolojik gerilim arasında gidip geliyor. Regresyon hakkında bilgi vermesi yararlı, fakat regresyon tam olarak anlaşılamıyor. Filmi izledikten sonra bu regresyonda neymiş deyip araştırmaya koşmanız kuvvetle muhtemel…

        PARADOKS VE KORKU

        Başka bir filmsel okumayla; modern çizgilerle eski usul bir film ortaya koyduğunu simgeleyen yönetmen, regresyonu psikolojik analizden ziyade bir hipnoz metodu olarak kullanıyor. Hatırlarsanız yukarıdaki paragraflarda hipnoz ve regresyon arasında büyük bir fark olduğundan söz etmiştik. Hipnoz hepimizin bildiği bir metot ama regresyon öyle değil, zira regresyon günümüzde uygulanmıyor. Eğer film hipnoz ile ilişkilendirilseydi, o zaman film klişelerle dolu olurdu. Regresyon filme bir farklılık katıyor, keşke daha çok üzerinde durulsaydı. Din ve regresyon aslında içe içe… Din inancını ve dinsizliği aynı anda irdeleyen yönetmen, yolunu kaybeden insanları orta noktada buluşturarak bazı havada kalan sorulara cevap arıyor. Karakterlerin kendini bulma hikâyesi de eklenince işler iyice karışıyor. Sorgulama kavramını filme monte eden yönetmen, sürekli değişkenlik gösteren meseleleri inanç üzerinden anlatıyor. Açıkça yazmak gerekirse; karakter inandığı şeylere inanmamaya, inanmadığı şeylere de inanmaya başlıyor. Tam bir paradoks… Korku her zaman kurbanını bulur ifadesini hikâyeye taşıyan yönetmen, karakterleri korku ve şüphe duygusuyla yüzleştiriyor. Neyin gerçek, neyin hayal olduğunu çözmeye gereken karakterler sıkışıp kalıyorlar ve ne yapacaklarını bilemiyorlar. Aslında hikâyedeki regresyonun asıl amacı, polisin regresyon yöntemini kullanarak bazı vakaları çözmeye çalışıyor oluşu… Boşlukları doldurulmaya çalışarak, olayların arkasındaki gizemi çözmek için uğraş veren seyirci hikayenin nereye bağlanacağını merak ediyor.

        Son paragrafta; karanlık renklerin hâkim olduğu “The Regression”, göz boyayan sahnelerden uzak bir şekilde gerilimi öne çıkarıyor. Şiddete ve hunharlığa başvurmadan, direk seyirciyi germeye yönelen yönetmen filmin bazı sahnelerinde flashbacklerle bağ kurarak tansiyonu yükseltiyor. Filmin en vurucu tarafı ise gerçek ve hayal arasındaki bir noktada duruyor oluşu… Yönetmen her filminde olduğu gibi bu filminde de kendi hayatındaki korkuları, endişeleri perdeye kancalıyor. Amenabar’ın filmleri yer yer M. Night Shyamalan’ın filmlerini andırsa da Amenabar nev-i şahsına münhasır bir yönetmendir. Netice itibariyle; Amenabar derin düşünsel tezleri hikâyelerine damlatarak, seyircilerin beyin fırtınası yapmasına sebebiyet veriyor. Keşke birçok olay örgüsünü aynı hikâyede harmanlamamış olsaydı.

        Diğer Yazılar