Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Johnny Depp’in ismi zikredildiğinde ilk aklınıza gelen özellikleri nelerdir? Fantastik ve dramatik rollerle bütünleşmiş, yarı çocuksu, bazı filmlerinde şiddet kisvesini üzerine giyen, sert, dinamik, müstehzi ve oldukça gözü pek oluşu… Peki, Bond için ne dersiniz? İnsancıl, yer yer hot zor davranan, öfkeli, intikam ateşiyle tutuşan, soğukkanlı, mizahi, her işin üstesinden gelen, yardım sever, güçlü, zeki ve çevik… Bond ve Johnny Depp’in özelliklerini detaylıca yazdık, çünkü her ikisi de çok değişti. Depp artık eskisi kadar güçlü karakterlere bürünmüyor. Bond ise Daniel Craig’in oyuncağı haline geldi. Eğer yeni bir James Bond çekiliyorsa veya çekilecekse Bond karakterine yeniden çeki düzen verilmesi gerekiyor.

        Black Mass (Kara Düzen):

        Johnny Depp gibi usta bir oyuncunun hayat hikâyesini ve filmografisini tek bir sayfaya sığdırmak ne kadar doğru bilemiyoruz, ama karizmatik yapısı ve o keskin bakışlarıyla hedefi tam on ikiden vuran çok az oyuncu var. Hiç şüphesiz onlardan biri olan Johnny Depp’in kendisini bu kadar sevdirmesinin nedeni yüreğindeki oyunculuk arzusunun sürekli yanan bir ampul görevi görmesidir. Peki, son zamanlardaki Depp için nasıl bir tablo çizmek gerek? Bu soruya yanıt vermeden önce kısaca Depp’in kariyerinden söz edelim.

        Depp, Wes Crawen filmi “The Nightmare On Elm Street” ile beyazperdeye atım atar. Ardından kendisine fantastik dünyanın kapılarını açan Tim Burton’ın Edward Scissorhand filminde hilkat garibesi gibi bir karaktere hayat vererek turnayı gözünden vurur. Çoğunlukla “ben doğuştan bir oyuncu olarak dünyaya geldim” diye haykıran Depp, rüyalarını gerçekleştirmek uğruna birçok filmde yer alır, ta ki Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl filmindeki yerini perçinleyene değin… Ama gelin görün ki, Depp’in son zamanlarda yer aldığı filmlerin az izlenmesi ve kitleler tarafından sevilmemesi, Depp’i aşağıya doğru çekmiştir. Örneğin; “Mortdecai”, “Into the Woods”, “Transcendence” ve “Black Mass”…

        Geldik işin enteresan tarafına… “Çılgın adam” “Deli adam”, “Gizemli adam”, “Serseri adam” rollerine veda ederek “Mizahi kötü adam” rollerine transfer olan Johnny Depp neden böyle bir karar verdi bilemiyoruz, ama bu kararını desteklemediğimizi belirtmek istiyoruz.

        Araştırmalarımız nezdinde; Depp’in şu sıralar “Pirates of the Caribbean: Dead Men Tell No Tales”, “London Fields”, “The İnvisible Man” gibi filmlerde yer alıyor oluşu bize bahşedilen en önemli haberlerden biri… Öyle görünüyor ki Depp, sevdiğimiz rollerle geri dönecek. O dönüp gelene kadar biz de onun son rol aldığı filmlerden biri olan “Black Mass” filmini masaya yatırıyoruz.

        Şubat ayında DVD’si ve Blu Ray’i çıkan “Black Mass”, Güney Boston bölgesinin azılı suçlularından biri ve aynı zamanda eyalet senatörünün de erkek kardeşi olan James (Bulger) karakterine can veren Johnny Depp’i baş koltuğa oturtuyor. Beraber aynı sokaklarda büyüdüğü mahalle arkadaşıyla beraber iş yapan Depp’i daha önce hiç bu kadar sevimsiz görmediniz, Depp sanki kendi değil de bir başkası. Rolün içine giremeyen ve karaktere tam olarak oturmayan Depp görsel olarak bize başarılı bir çerçeve çizmiyor. Performansına söyleyecek laf yok, ancak Depp rol için biçilmiş bir kaftan değil. Sebebi de yanlış bir tercih yapmış oluşu. Depp’in yer yer John Wick karakterine benzediğini de unutmadan hatırlatalım.

        Büyük bir suç filmi yapma niyetiyle yola çıkan ve “Goodfellas” filmine özendiğini gizlemeyen yönetmen Scott Cooper, filmi ağır aksiyonlu bir filme dönüştürüyor. Bazı karakterler oldukça can sıkıcı, onlarla ne yazık ki özdeşleşemiyoruz. Filmin kendine has iyi yanları da olsa genel itibariyle sükse yapan bir film olmadığını belirtmek gerek. Filmin iyi yanlarını ise şu şekilde sıralayabiliriz: üst katmanlı yapım, kötülük ve iyilik arasında sıkışıp kalan karakterler ve öngörülebilir neticeler…

        Tablonun dışına çıkarak geçiyoruz asıl meseleye… Yapay makyaj, abartılı jestler ve mimiklerle tıkanan film, eski filmlerin taktiğini çalarak düzlüğe çıkmaya çalışıyor. Mesela filmdeki şekli şemalı olmayan gangsterlerin güneş gözlüğü takmaları biraz garip, çünkü film 70’leri ve 80’leri konu alıyor.

        Suçluların hayatını güzel bir şekilde ortaya koyması gereken film, TV filmini anımsatan izleğiyle seyirciyi kendinden uzaklaştırıyor ve sıradan bir suç filmi olduğunu vurguluyor. Kurgusu ile kendini kurtarmaya çalışan filmde en beğendiğimiz, şey, sahnelerde kullanılan renkler… Filme hâkim olan kahverengi, siyah ve sarı rengi filmin 70’lerde ve 80’lerde geçtiğinin güzel bir göstergesi…

        Sonuç olarak; duygusallığı ortadan kaldırarak zaman zaman mizahi yerleştiren film, karakterlerin tuhaf davranışlarıyla seyircinin neden böyle bir film izledik demesine neden oluyor.

        Spectre:

        Teknoloji filmlere hâkim oldu mu, filmlerin orijinalliği bozulur. Bu yazdığımızı doğrulayan “Spectre” kaseti geri sararak, teknolojiyi başköşeye oturtuyor ve seyirciyi filmden dışlıyor. Film hem seyirciyi, hem de Bond’u ülkeler arası bir yolculuğa yollayarak, bilgi edinip kültünüzü geliştirin diye bir söylemde bulunuyor sanki… Bir önceki filmden arta kalan parçaları tamamlamaya çalıştığımız film, Bond’u tamamıyla intikam ve öfke dolu bir tetikçiye dönüştürüyor. Bir de işin içine Bond’un yapay oyunculuğu girdi mi, film iyice raydan çıkıyor. Filmin Roma’da geçen bir sahnesinde gözümüze Monica Belluci takılıyor ve aklımıza o an şöyle bir soru düşüyor: Monica Belluci’nin Bond filminde işi ne? Açıklık getirelim: Bond’un kadınları her zaman başköşededir.

        Filmin yönetmeni Sam Mandes, filmin süresini uzatmak için bazı sahnelerde kesme yapmayarak, geçiş sahnelerindeki başarısızlığını ortaya koyuyor. Daha da sert eleştirirsek; Bond’u gözümüze sokacak biçimde kadraja alan yönetmen Bond’un karizmatikliğini, derin bakışlarını ve kıyafetlerini perdeye yaftalıyor ve son model gösterişli arabaların, pahalı giysilerin ve ihtişamlı mekânların boy gösterdiği bir kapitalizm çağını ortaya koyuyor.

        Peki,Skyfall” ile bize veda eden M karakteri Judi Dench’in “Spectre”de yer almıyor oluşuna ne demeli? Judi Dench’in yerine getirilen Ralph Fiennes, ne yazık ki Dench gibi kendini gösteremiyor. Dench’in çok karakteristik bir yüzü ve kendine has bir tekniği var. Sesinin tonunu iyi ayarlayan Dench, hayat verdiği kelimelere vurgu yaparak Bond’un katı tarafını bastırıyordu. İşin kötüsü yönetmen Mendes filmde yer almayan Dench’i flashbacklerle canlandırmayıp, hiç hikâyeye etki etmemiş gibi varsaydı. Söz gelimi, filmin bir sahnesinde Bond her şeyi onun için yaptığından bahsediyordu. O sahnede yalnızca Dench’in yalnızca ismi geçti ve Dench’in neden öldüğü seyirciye hatırlatılmadı. Sahne ise şu şekildeydi: Bond’a sana bir kaset bırakıldı dendi ve Bond da kimden diye sordu, ardından M’den diye yanıt geldi.

        Özetle; değişiklik peşinde koşan yönetmen Bond’un insancıllığını yok ederek onun iç çatışmalarını ön plana alıyor, Bond’a can veren Daniel Craig da umursamaz tavırlarıyla Bond’u sert bir karaktere dönüştürüp kendisini o karakterin içine kilitliyor. Bu nedenle filme bir türlü ısınamıyoruz. Şunu da yazmadan geçmeyelim: Daniel Craig istemeyerek bu filmde yer almış. Keşke bunu filme yansıtmasaydı. Hızlı kurgusu, usta işi görsel efektleri ve aksiyon sahneleriyle klasik Bond filmlerinden çok uzak olan “Spectre” seyirciyi doyurma ve tatmin etme anlamında sınıfta kaldı.

        Diğer Yazılar