Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “İnsan neden en yakınındaki hayatı yaşamak ister?!..”

        Nuri Bilge Ceylan’ın 188 dakikalık Ahlat Ağacı filminin her dakikasında siyasetten ekonomiye, sanattan dine kurulan yüzlerce cümle içerisinde herkes başka bir ‘duygu’yu yakalayabilir... Ama dört gündür benim kafamda Hatice’nin Sinan’a söylediği yukarıdaki cümle dönüp duruyor: “İnsan neden en yakınındaki hayatı yaşamak ister?!..”

        Uzaktaki ışıklı caddelerin, aşkın hayalini kurarken, sonu gelmeyen bir döngüye dönüşecek olan, birbirinin aynı günleri yaşamayı nasıl kabul eder insan?

        Korkudan mı?!

        Yıllar yıllar önce bütün rüzgârlara kapalı, küçücük bir limandı benim hayatım... Ailem, arkadaşlarım, kız arkadaşım, işim ve okulla çevrili bu limanda hafif hafif sallanan, bir küçük sandaldım. Limanın dışındaki büyük okyanusu ne kadar merak edersem edeyim bir türlü koparıp bağlarımı açılamıyordum...

        Ne zaman denize açılmak için çözmeye kalksam beni limana bağlayan iplerden birini bir diğeri daha sıkı bağlıyordu beni.

        “Mutluyum böyle...” diyordum kendi kendime, “Ailem, arkadaşlarım, kız arkadaşım, okulum, işim daha ne isterim ki hayattan?!” ‘Sevmediğim, çok da benimsemediğim bir kadere’ doğru sürükleniyordum, o limanda durduğum yerde... Bunun farkındaydım.

        Beni o küçücük limana bağlayan ‘kader’den, yakınımdaki hayattan, kaçmaya çalıştığım anlarda hayat hep boyumu aşmıştı...

        Tıpkı, eninde sonunda, ‘babasının kaçamadığı o kadere’ yakalanacağını bilerek bir ‘Ahlat Ağacı’nın dalları arasında çırpınıp duran Sinan’ın, ‘elinde olsa atom bombası atacağı’ Çan’a dönmesi gibi ben de kös kös küçük limanıma geri döndüm her seferinde.

        İKİ DİZE BİR KAÇIŞ...

        Böyle böyle günler geçti, aylar geçti, yıllar geçti...

        Küçücük limanımda ne bir rüzgâr, ne bir dalga olmadan yaşıyordum. Ne zaman aklıma kaçmak, ufukta görünen o büyük okyanusa açılmak düşse, beni limana bağlayan halata bakıp: “Yok yok! Ben böyle iyiyim...” diye kendimi kandırıyordum.

        Ta ki o güne kadar! Üniversitede son yılımızdı... Çok parlak bir öğrenci olmadıysam da, çok kötü de sayılmazdım... O yaz finallere biraz asılsam her şey bitecek, mezun olacaktım... Sınavın yapılacağı amfinin önünde arkadaşlarımla şakalaştım... Her zamanki gibi birilerinden bir kalem ödünç aldım... Arka sıralarda kendime bir yerbuldum ve oturdum...

        Başımı kaldırdım. Karşımdaki yeşil tahtada, beyaz tebeşirle iki dize yazılıydı:

        ‘Tam otuz yıldır saatim işlemiş ben durmuşum; Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...” Öylece kaldım... Dizeleri bir daha okudum... Önümdeki sınav kâğıdına bir tek adımı yazdım. Hocaya verdim. Sınıftan çıktım!

        Beni o sakin, kıpırtısız limana bağlayan halatları çözdüm... O hep merak ettiğim okyanusa açıldım... Gökyüzü hiç bu kadar büyük görünmemişti daha önce...

        Ne arkadaşlar, ne iş, ne sevgili, ne de okul... Boylu boyunca hayata attım kendimi... Düştüm-kalktım, ağladım-güldüm, terk edildim-terk ettim, yenildim- yendim... Hayat boyumu her aştığında başımı suyun üstünde tutmayı başardım! Kendim de şaştım buna... Oysa ne kadar korkardım hayatın içinde boğulmaktan... Şimdi her sabah uyandığımda saatimin her bir saniyesini dolu dolu yaşamak için elimden geleni yapıyorum. Hayat yine boyumu aşıyor ama daha büyük okyanuslara açılmaya korkmuyorum... Artık en umutsuz anımda bile tıpkı Sinan gibi, o kuru kuyunun dibine inip bir yudum su için kazmaya devam ediyorum...

        BU FİLMİ KAÇIRMAYIN!

        En başta da söylediğim gibi 188 dakikasının her biri için ayrı bir yazı yazılacak güzellikteki Ahlat Ağacı, ‘en yakınındaki hayatı yaşamak istemeyenlerin’, uzakların hayalini kurarken, hayat denen dipsiz kuru kuyuyu bir gün su çıkacağı umudunu hiç yitirmeden kazmaya devam edenlerin filmi bence... İçinde yaşadıkları hayata kendilerini ‘su katılmamış bir yabancı gibi’ hissedenlerin filmi Ahlat Ağacı...

        “Var mı öyle pat diye bir hayale ulaşmak” deyip iğneyle kuyu kazanların filmi...

        Bütün yaşadıklarına “Kader” deyip geçenler, sorgusuz sualsiz ‘en yakınındaki hayatları yaşamayı’ kabullenenler, kendisiyle alay ettiğinde “Hiç değilse bunda haklı çıksaydık” diye hayıflanıp sonra yine, yeniden bir kez daha o kuyuya inmekten korkmayanların filmi...

        Tıpkı adını aldığı ‘uyumsuz’ ağacın ‘şekilsiz’ meyvesi ‘Ahlat Armudu’ gibi zor çiğnenir, zor yutulur ama sonunda ağızda uzun bir süre nereye gitseniz sizinle gelen buruk, mayhoş hoş bir tatlılık bırakan nefis bir film...

        Kaçırmayın...

        Diğer Yazılar