Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Henüz ABD’de vizyona girmemesine rağmen Türkiye dahil bazı ülkelerde bugün seyirciyle buluşan ‘Ambulans’ın (Ambulance) yönetmeni Michael Bay, ‘Bad Boys’ (1995) ve ‘The Rock’ (1996) gibi filmleriyle 1990’lı yıllar aksiyon sinemasının akla gelen ilk temsilcilerinden biri.

        Hollywood’a video klip yönetmenliğinden geçen Michael Bay, 2000’li yıllarda da gözden düşmedi. DC ve Marvel’ın süper kahramanlarla egemenlik kurduğu bir çağda, ’Transformers’ serisiyle dönemin ruhuna uyum sağlamayı başardı. Arada, ‘Bad Boys 2’ (2003), ‘Pain & Gain’ (2015), ‘6 Underground’ (2019) gibi eleştirmenlerin düşük puanlar verdiği filmlerle 90’ların aksiyon tarzına dönüş yapmayı ihmal etmedi.

        ‘1990’lar tarzı aksiyon’ derken, içinde bilimkurgu, fantezi olmayan; bugünün dünyasında geçen ve süper kahramanların yer almadığı filmlerden söz ediyorum. Biraz daha detaya girersek, genellikle ‘Speed’ (1994) gibi hız ve gerilime odaklı şehir filmleri bunlar. 2005 tarihli, aynı adlı bir Danimarka filminin yeniden çevrimi olan ‘Ambulans’ı da konu ve görsel atmosfer açısından aynı kümeye yerleştirmek mümkün.

        REKLAM

        ‘Ambulans’ı günümüzün aksiyon filmlerinden ayrıştıran bir başka özelliği anlatımı… Yer yer aşırıya kaçan kertede hareketli bir kamera kullanımı var. Bazı sahnelerde kameranın gerçekten çok hızlı hareket ettiğini görmek olası. Öyle ki Michael Bay’in, hızlı kamerayı sanki ilk kez keşfettiğini düşünebilirsiniz. Hızla yaklaşan, hızla uzaklaşan; karakterlerin çevresinde dönen ve tele objektiflerle çekilen portre planlar dışında nadiren sabitlenen bir kamera kullanımı bu… Sık sık alttan, eğik açıları tercih eden Michael Bay, bu tarzıyla 1960’lı ve 1970’li yılların biçimci yönetmenlerini akla getiriyor. Filmi seyrederken Yeşilçam’da düşük bütçeyle ‘avantür’ çeken Natuk Baytan ve Yılmaz Atadeniz gibi emektar yönetmenlerin de benzer şekilde kamera kullandığını hatırladım. Tabi, ‘Ambulans’taki yüksek bütçeyi hesaba kattığımızda, burada her şey bir kamera şovuna dönüşüyor. Kurguya baktığımızda ise çok fazla kesme görüyoruz… Michael Bay, farklı açılardan yaptığı çekimleri kısa ve seri planlar halinde birleştiriyor.

        ‘Ambulans’, temposu çok yüksek bir film. Soygun sahnesinden itibaren nadiren yavaşlayan, gerilim odaklı bir kurgusu var. Yeni kuşak yönetmenlerin artık böyle filmler çektiğini söylemek zor. 10-15 yıl öncesine kadar aksiyon yönetmenleri severdi hiç durmayan tempoyu… Şimdi ise çoğunluk, Steven Spielberg ve James Cameron gibi yönetmenlerin öncülüğünü yaptığı tarzda, farklı bölümlerden oluşan bir ‘senfoni’ gibi tasarlıyor aksiyon filmlerini. Diğer bir deyişle, sekanslar, farklı tempolardan oluşuyor. Ama ‘Ambulans’a baktığımızda Michael Bay’in nerdeyse yüzde 80’i hızlı tempolu olarak montajlanmış, ‘allegro’ bir film çektiğine tanık oluyoruz.

        REKLAM

        Estetik bir karar olmanın ötesinde, aslında hikâyenin dayattığı bir tercih bu aynı zamanda. ‘Ambulans’, Tom Tykwer’in ‘Run Lola Run’ı (1998) ve Jan de Baont’un ‘Speed’i gibi, soygun sahnesiyle birlikte ‘zamana karşı yarış’ üzerine kurulu bir şehir öyküsü anlatıyor. İki banka hırsızı Danny Sharp (Jake Gyllenhaal) ve Will Sharp (Yahya Abdul-Mateen II) olay yerinde el koydukları ambulansla kaçıyorlar peşlerindeki polis ordusundan. Ambulansın içinde iki rehineleri var: İlki, yaralı bir polis memuru (Jackson White), ikincisi ise onu hayatta tutmaya çalışan sağlık görevlisi Cam (Eiza González). Los Angeles caddelerinde ve otobanda süren, helikopterlerin de dahil olduğu, hayli kalabalık ve gürültülü bir kovalamaca seyrediyoruz.

        Sabah başlayıp havanın kararmasına yakın biten bir film ‘Ambulans’. Aslında isteseler, gerçek zamanlı bir öykü anlatma şansları bile var ama tercih etmiyorlar. Soygundan sonraki birkaç sahne hariç, filmin gerçek zamanlı olarak ilerlediği veya öyle bir izlenim verdiği söylenebilir.

        ‘Ambulans’ın aksiyon ve gerilimi ayakta tutabilen bir hikâyesi var. İlgiye değer olan yanı, iyilikle kötülük arasındaki sınırların belirsiz olması.

        Üç ana karakterden biri olan Will, banka soygununa kardeşi tarafından son dakikada dahil edilen bir kader kurbanı… Kanser olan eşinin (Moses İngram) tedavisi için gereken parayı bulmak amacıyla katılıyor soyguna. Bu arada, ‘Ambulans’ın Will’i bize tanıtan ilk sahnesinde, sosyal dram gibi başladığını belirtelim. Eşine iş görüşmesi için evden çıktığını söyleyen Will, çocukken evlat edinildiği ailede kardeş gibi büyüdüğü Danny’den borç istemeye gidiyor aslında. Ama kendini bir anda kanlı bir soygunun ortasında, çıkmaza düşmüş olarak buluyor. Will, kimse ölsün kimse yaralansın istemiyor. Tüm kaçış boyunca yaralı polis yaşasın, sağlık görevlisi Cam’in kılına zarar gelmesin diye uğraşıyor. Hep doğru olanı yapmaya ve içinde düştüğü ikilemlerin altından insani şekilde kalkmaya çalışıyor. Will, daha en baştan güvendiğimiz iyi kalpli bir karakter.

        Asıl ilgiye değer olan karakter ise Danny Sharp. Onun da kimseyi öldürmek istemediğinin farkındayız. Ama sonuçta soygunu planlayan profesyonel bir suçlu olduğu için kritik anlarda ne yapacağını bilemiyor, ona güvenip güvenemeyeceğimizi kestiremiyoruz. Tek bildiğimiz ve emin olduğumuz, kimsenin kanını dökmek istemeyen Will ve Sharp’ın ambulansın içinde kapana sıkıştığı…

        REKLAM

        Birlikte büyüyen iki kardeşin açılış sahnesinde gördüğümüz ve film boyunca kısa planlarla araya giren çocukluk sahneleri, öykünün trajik tonunu artırıyor; ikisinin de bir zamanlar masum birer çocuk olduğunu vurguluyor. İkinci yarıda, Danny’yi yakından tanıyan FBI ajanının (Keir O’Donnell) hikâyeye dahil olmasıyla soyguncu babanın yanında büyümüş iki mutsuz çocuk olduklarını öğreniyoruz. Biri, orduya girip Afganistan’da savaştıktan sonra işsiz kalmış eski bir asker. Diğeri ise baba mesleğini seçip banka soyguncusu olmuş.

        Üçüncü ana karakter, ambulansın içindeki sağlık görevlisi Cam… Filmin ilk bölümünde Cam’in insanların hayatını kurtarmasını bilen işinin ehli bir sağlık görevlisi olduğunu anlıyoruz. Cam kurtardığı insanları hemen aklından çıkarmaya, onlarla duygusal bağ kurmamaya, sadece bir profesyonel olmaya çalışıyor. Ama ambulansın içinde öyle anlar yaşıyor ki Cam’in, bir daha asla aynı insan olmayacağını hissediyoruz.

        ‘Ambulans’ta kayda değer derinlikli karakterler yok belki ama baştan sona ilgiyi ayakta tutan bir hikâye örgüsü olduğu söylenebilir. Hikâye örgüsünün bir aksiyon filminin olmazsa olmazlarından biri olduğunu düşünürüm. ‘Ambulans’ gelişen yan öyküler ve eklenen yeni karakterlerle ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor, Karakterlerin yaşadıkları çatışmalar ve ahlaki ikilemler de etkisini pek kaybetmiyor. Sonuçta sinema sanatının en eski konularından biri olan hırsız – polis kovalamacasını bize bir kez daha seyrettirmesini biliyor Michael Bay…

        ‘Ambulans’, belirli ölçülerde mizah öğesini de kullanan bir aksiyon. Operasyonu, köpeğinin zar zor sığdığı küçük otomobilinin içinde yürütürken tanıdığımız Yüzbaşı Monroe (Garret Dillahunt) ve Monroe’nun daha sonra bindiği polis aracının şoförü Teğmen Dzaghig (Olivia Stambouliah) filmin eğlenceli karakterleri arasında yer alıyorlar.

        Hollywood’un 2015’ten beri hayata geçirmeye çalıştığı ‘Ambulans’ın sonunda doğru yönetmenle buluştuğunu düşünüyorum. Görüntü yönetmeni Roberto De Angelis’in de sağlam iş çıkardığı filmde oyuncular üstlerine düşeni yapıyorlar. Ama Jake Gyllenhaal ve son dönemde ‘The Matrix Resurrections’, ‘Candyman’ gibi filmler başta olmak üzere sıkça karşımıza çıkan Yahya Abdul-Mateen II’nin geçmişte çok daha iyi performansları olduğunu biliyoruz. Burada dikkat çekici performanslar, daha çok yan karakterlerden ve Cam’i canlandıran Eiza Gonzalez’den geliyor.

        ‘Ambulans’ı çok beğendiğimi söylemem imkânsız. Ama 2 saat 16 dakika boyunca sıkıldığımı da söyleyemem. Özellikle, adrenalin ve gerilim dolu aksiyon filmlerini sevenlere tavsiye ederim. İyi vakit geçirebilirler.

        Filmin en unutulmaz sahnesinin ambulansta gerçekleşen zorunlu bir ameliyat olduğunu söyleyelim. Takip ve çatışma sahnelerini nitelik olarak birbirinden ayırmak zor. Özellikle takip sahnelerinin tümünün çok iyi tasarlanıp çekildiğimi düşünüyorum. Ama Michael Bay’in finale doğru seyircilere bol patlamalı, gösterişli bir aksiyon şöleni hazırladığını belirtelim.

        6/10

        Diğer Yazılar