Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem Medya 'İstanbul hayatımı kurtardı'

        Türk polisiye edebiyatının usta kalemi Ahmet Ümit, kitaplarında sık sık yer verdiği şehir gizemlerini iki haftadır HABERTÜRK TV ekranlarından 'Yaşadığın Şehir' programıyla televizyon seyircilerine de aktarıyor. Şimdiye kadar kendisine gelen bütün televizyon programı tekliflerini reddeden yazara 'Yaşadığın Şehir' programının farkını, ilk iki bölümün ardından aldığı tepkileri ve kendi İstanbul'unu sorduk...

        ŞEBNEM ABAYGİL / HABERTURK.COM

        sabaygil@haberturk.com

        'Yaşadığın Şehir' başladı, iki bölüm oldu. Tepkiler nasıl?

        Umduğumun üzerinde, çok çok iyi tepkiler aldık. Şimdiye kadar hep ben konuktum ve çok iyi bir konuk olduğumu söylerler. Konuşkan, konuşabilen, anlatabilen... Fakat sunucu olmak, işi düşünüyor olmak -Cengiz Özkarabekir'le birlikte hazırlıyoruz-, tasarlamak, aynı zamanda bir konu etrafında bir konuk ağırlamak, onunla konuşmak, onu konuşturmak, doğru sorular sormak bu bambaşka bir şeymiş. Tereyağından kıl çeker gibi olmuyor, zorlandığımı söyleyebilirim zaman zaman. İki program yaptık, birinde Kız Kulesini çektik, birinde Şehir Hatları vapurlarını. Farklı bir formatı var, televizyonlarda alışık olmadığımız bir format bu. Mekanlara gidip mekanlarda çekiyoruz, yaşadığımız şehri anlatıyoruz. HABERTÜRK yöneticileri de “olmuş” diye düşünüyorlar.

        İzlediğiniz zaman içinize sindiğini hissettiniz mi?

        İçime sindi. Sonuçta ben bir yazarım ama aynı zamanda da bir kültür insanı olmaya çalışıyorum. Yaşamın bir parçası kültür. Olumlu kültürü tanıtmayı, insanların yaşadıkları çevreyi, mahalleyi ve şehri, yaşadıkları ülkeyi tanımalarını çok anlamlı buluyorum. Bilinç dediğimiz şey, demokrasi, çağdaşlaşma dediğimiz şey esas olarak böyle başlıyor; yaşadığımız yerlerden, evimizden... Fakat ne yazık ki özellikle İstanbul, Ankara, İzmir gibi metropollerde, insanlar zorunlu olarak buraya göç ediyorlar ve ekmek parası için geliyorlar. Şehri tanımıyorlar. Kendi kültürlerini de koruyamıyorlar, geldikleri şehrin kültürünü de edinmekte zorlanıyorlar. En azından biz, bu şehirleşme duygusunu verebilmek, bunun bir gereklilik olduğu hissini uyandırabilmek amacındayız. İki programda da anlamlı bir iş yaptığımı gördüm, mutlu oldum.

        Kendinizi ekranda programcı olarak görmek nasıldı?

        Kendimi ekranda görmeye alışkınım ama bir programcı olarak görmeyi yadırgadım. Eleştirdiğim taraflar oldu. Mesela birinde gömleğimin yakası kalkmış. Konuşurken bazı sözcükleri kullanamadığımı, zaman zaman konuşmacıyla sözlerimizin üst üste bindiğini, acele etmemem gerektiğini gördüm. Bazı acemilikler yaşadığımı söyleyebiliriz ama yavaş yavaş atacağım üzerimden. İzleyenler çok büyük bir problem olmadığını söylüyorlar ama dediğim gibi bu işin acemisiyim. Benden televizyoncu olmayacaktır, ben bir yazarım ama böyle bir şey de yapıyorum, katkıda bulunuyorum. Beni yazmak çok daha mutlu ediyor. Bu programın yazma alanını beslediğini de söyleyebilirim. Çünkü bilmediğim birçok şey öğreniyorum. Gerek programa hazırlanırken, gerek konuklarla söyleşi yaparken hiç bilmediğim şeyleri ve ileride roman yazarken kullanacağım bana çok faydalı olacak şeyleri öğrenmiş oluyorum. Mesela ilk programda kaptanları konuştuk. Bir roman kahramanı kaptan yaratırken buna ihtiyacım olacak.

        Sadece İstanbul değil, Türkiye'nin dört bir yanına gideceksiniz. Bu yoğunluk korkutuyor mu sizi?

        Açıkçası beni zaten Türkiye'nin dört bir yanından çağırıyorlar imza ve söyleşi için. Onun için şöyle bir plan yaptık; mesela Malatya'dan yıllardır çağırıyorlar. Malatya'ya gidelim, örneğin Aslanlıtepe'de yaşayan İtalyan bir kadın var, onun hikayesini anlatalım, hem de gidip Malatyalılara konuşmalar yapalım. Böylece hem oraya gidip bir yazar olarak onlarla konuşup, imza vereceğim, hem de o şehrin ruhunu tanıtacak bir hikaye anlatacağım. Konya'ya gidip Mevlana'yı tanıtacağız, İzmir'e gidip Efes'i çekeceğiz, Nemrut'a, Sümela'ya gideceğiz...

        Rotanız belli mi şimdiden?

        Tarihler net değil ama rotamız aşağı yukarı belli. Yoğun olarak İstanbul olacak elbette. Hem büyük şehir, hem nüfusun 15 milyonu burada.

        'İSTANBUL'U FETHEDECEĞİM'

        Oyunculuğa transfer olan müzisyenler bir süre sonra “Artık müziğime yoğunlaşacağım” derler ya, sizde böyle bir durum söz konusu olur mu?

        Eğer yazmamı engellemezse yapabileceğimin hepsini yapmak isterim. Yazmamı engellerse bir problem başlar. Engellemediği sürece benim için bir sorun yok, zevkle yaparım. Çünkü iyi bir şey yapıyoruz, güzel bir şey yapıyoruz.

        Size daha önce de bu tür tekliflerin geldiğini biliyoruz. Ama hep reddettiniz. Nasıl oldu HABERTÜRK'le buluşmanız?

        HABERTÜRK'teki yöneticilerin çoğu benim dostum, arkadaşım, kitaplarımı okuyan insanlar. Başka kanaldan bana bu teklif yapılınca onlar duydular, “Ya Ahmet niye biz yapmıyoruz” dediler. Başta biraz tereddüt ettim ama ikna ettiler beni. Ortaya çıkan iş onların haklı olduğunu gösteriyor, iyi gidiyor şimdilik. Çok olumlu geri dönüşler aldık. Başka gazeteler bile programla ilgili röportaj istiyorlar.

        Siz İstanbul'a 18 yaşında geldiniz. Gaziantep'ten gelen biri olarak sizin İstanbul'a uyum süreciniz nasıldı?

        18 yaşında yaşamaya başladım ama ondan evvel bir iki kere gelmiştim. Büyük bir şok yaşadığımı söyleyebilirim. Bir kere 18 yaşındayım ve çok politik bir dönem, 1978 yılı. O zaman aklımda “İstanbul'u fethedeceğim” gibi bir düşünce de var. İlan edilmemiş bir iç savaş yaşıyoruz, kavga, dövüş, mücadele. Antep'te de herkes tanıyor beni, artık göze battım. Kalsaydım ya hapse girerdim, ya öldürülürdüm. Yani İstanbul benim hayatımı kurtardı bir bakıma. Buraya geldim, inanılmaz çarpıcı bir hayat. Kocaman bir şehir, Antep gibi falan değil. Beni çarpan şey deniz oluyor tabi, deniz çok etkileyici. İlk önce meydanları öğrendim. Okulumuz İncirli'deydi. Önce Bakırköy, sonra Sirkeci- Eminönü, sonra Taksim, Beşiktaş... Meydan meydan öğrendim şehri. İlk üç ay korkunç geçti, sürekli kavga, gerilim, çatışma var ve Antep'i özlüyorum, gözümde tütüyor. Sömestre oldu Şubat'ta, geleli 3-4 ay olmuş. Antep'e gittim. Doğduğum şehir, her yerde bir anı var, 18 yaşına kadar ne birikmişse artık. Toprağı, ağaçları öpeceğim. Fakat üç gün sürdü ve sonra İstanbul'u özlediğimi hissettim. Ondan sonra anladım ki bu şehirden kopamam, kopamıyorum. Mesela Londra'ya, New York'a gidebilecek veya bir kasabaya gidip yaşayabilcek imkanlarım da var ama kopamıyorum. Bu şehri önce sevdim, sonra keşfetmeye başladım. Öyle olur bizde. Hala da sürüyor. 32 yıldır yaşıyorum ve beni şaşırtmaya devam ediyor. Bilmediğim o kadar çok şey olduğunu anladım ki. Hem doğası çok güzel, hem de karmaşa dolu ve o karmaşayı seviyorum. Yorucu ama o karmaşanın içinde de bir uyum var, o beni çekiyor. Canlı, yaşayan bir şehir. Ofisim Beyoğlu'nda. 24 saat yaşayan bir yer, orada hayat hiç bitmiyor. Sabah 5'te bile çıktığınızda hayat devam ediyor. İnanılmaz bir şey. Çok cazip çok çekici.

        Kitaplarınızda, karanlık öyküleri şehrin sokaklarına yerleştiriyorsunuz aynı zamanda...

        İki tarafını anlatmak lazım İstanbul'un da Beyoğlu'nun da. Her yazarın bir İstanbul'u var. Bir yazar “Benim için İstanbul gridir, hüzündür” diyor, bir başka yazar çıkıyor “İstanbul benim için aşktır” diyor. Benim İstanbul'umda hepsi var ve hepsini kullanmaya çalışıyorum, haksızlık etmemek lazım. Çünkü yaşamda ne varsa çok fazlası İstanbul'da var. Tabi biz yazarlar öznel bir yerden bakıyoruz, bizim bakış açımızın kapsadığı yerlerdeki İstanbul'u görüyoruz. Ben mümkün olduğu kadar hepsini anlatmaya çalışıyorum ama bir suç yazarı olduğum için de elbette suçtan yola çıkıyorum. Ancak dikkat ederseniz hep derinliğe vurgu yapmak istiyorum. Mesela 'Beyoğlu Rapsodisi'nde Beyoğlu'nun tarihine gönderme yapmak ya da arkadaşların oturup Nevizade'de rakı içmesi gibi... 'İstanbul Hatırası'nda da yoğun bir şekilde var bu. İnsanlara şunu söylemek lazım; umut boş umut olmamalı. İnsanlar bu gerçeği bilmeli ve ona göre yaşamalılar. Bir çocuğa “Hiç ölmeyeceksin” diyerek o çocuğu büyütemezsiniz. Öteki türlü yalan olur. “Hayat çok güzeldir”. Evet güzeldir bütün olarak ama içinde kötülükler, acı olaylar da vardır. Bunlara rağmen güzeldir. Bu bilinci aşılamak lazım. Ben kitaplarımda bunları yapmaya çalışırım. Benim İstanbul'umda her şey vardır.

        'İstanbul Hatırası' henüz çok yeni sayılır ama eminim yeni kitabınız için çalışmaya başlamışsınızdır...

        Tabi tabi çalışıyorum. Bu romanım diğerlerinden biraz farklı olacak. Ben tümüyle tarihte geçen bir tek kitap yazdım, o da 'Ninatta'nın Bileziği'. O bir destandır. 'Patasana'da da Hititleri anlattım ama günümüzden yola çıkarak anlattım. Bu kitabım tümüyle tarihi bir kitap olacak. Osmanlı döneminde geçen bir politik komplo. Yaşanmış gerçek bir olay bu.

        'AYASOFYA BİR AŞK MABEDİDİR'

        İstanbul üzerine binlerce şehir efsanesi mevcut. Sizi en çok etkileyen hangisi?

        Evet, binlerce hikâye var İstanbul üzerine ama bunlardan en etkileyicisi ve bir hikâyeden öte bir gerçek olması nedeniyle Ayasofya'nın hikayesini anlatmak isterim. Biliyorsunuz Ayasofya üç kez yapılıyor ve bugünkü hali üçüncü hali. İlki ahşap, büyük Konstantin zamanında başlıyor, 330'lar gibi. Bu yanıyor, ikincisi yapılıyor. O da II. Theodosius zamanında yapılıyor. 532 yılında büyük bir ayaklanma çıkıyor. İmparator Jüstinyen ve sevgilisi Teodara... Teodora çok önemli bir şahsiyet. Bu kadın oyuncu, bunun için de hayat kadını diyorlar, böyle de bir yakıştırma var ya da gerçekler. Bunlar soylu değil ve Romalı soylular bunları sevmiyorlar. O zaman da tıpkı Fenerbahçe- Galatasaray gibi Maviler ve Yeşiller var. Bugünkü Sultanahmet Meydanı hipodrom ve orada at yarışları yapılıyor. Tabi bu Maviler ve Yeşiller'i tutanlar sadece takım tutmuyorlar, aynı zamanda sosyal sınıfları da temsil ediyor, politik olarak görüşlerini bildiriyorlar. O arenalar çok önemli çünkü sadece bir gösteri değil, halkın protestosunu dile getirdiği yerler. Yarışlar sırasında bir taşkınlık çıkıyor ve hem Maviler'den hem Yeşiller'den yedi kişiyi tutukluyorlar. Vali bunları idam ediyor ama enteresan bir şekilde ikisi ölmüyor iple. Halk diyor ki “Bu Tanrı'nın bir lütfudur, ölmediğine göre ne olur bunları bağışlayın”. Bağışlamıyor vali, onlar da kaçıyorlar, bir yerlere saklanıyorlar. Hem Maviler hem Yeşiller birlikte ayaklanıyorlar ve bu ayaklanmada şehri yakıyorlar. Yakılan yerlerden bir tanesi de Ayasofya. Ve öyle büyük ayaklanma ki Jüstinyen kaçmaya çalışıyor, gemisini hazırlatıyor. Fakat Teodora sokaktan gelen bir kadın olduğu için çok dirençli ve “Korkak bir insan olarak yaşamaktansa onurlu bir imparator olarak ölmek iyidir” diyor Jüstinyen'e ve Jüstinyen kaçmaktan vazgeçiyor. Bunun üzerine o arenada toplanan 30 bin kişiyi, kadın, çoluk çocuk demeden kılıçtan geçiriyorlar. Ardından Ayasofya'nın yerine bugünkü ,Ayasofya'yı yaptırıyor beş yılda. 11 yıl falan sürdü bizde tamiratı, adamlar beş yılda bitiriyorlar. Orası bir hıristiyan mabedi olduğu kadar bir aşk mabedi aynı zamanda. Ayasofya'daki o sütunların üzerinde Teodora ile Justinyen'in isimlerinin baş harfleri vardır. Burası bir tapınak, kilise olduğu kadar, Justinyen'in Teodora'ya bir aşk armağanı olarak da değerlendirilebilir.

        'Yaşadığın Şehir', Pazar günleri 11.00'de HABERTÜRK TV'de...

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ